Galatasaray’ın
son yıllardaki en önemli maçına çıkmasından 2 gün önce, herkesin Akhisar
maçındaki harikulade başlangıcından sonra Didier Drogba’yı konuştuğu bir
ortamda Milan Baros da nereden çıktı diyebilirsiniz. Fark etmez, bu da benim
formasını giydiği 4 sene boyunca terinin son damlasına kadar Galatasaray için
savaştığına şahit olduğum, bu takımın çıkardığı son gol kralı apoletini
hala taşıyan ve bugün sessiz sedasız ülkesinin Banik Ostrava takımına giden bir isme
vedam (vefam) olsun.
Milan
Baros, Ağustos 2008’de geldiği Galatasaray’dan 116 resmi maçta 61 gol (ligde 93
maç/48 gol, Türkiye Kupası’nda 6 maç/1 gol, Avrupa Kupaları’nda 17 maç/12 gol) atarak,
kulüp tarihinin en golcü 13. oyuncusu ve 2008-2009 sezonu Süper Lig Gol Kralı
unvanlarıyla ayrılıyor. Elbette ne bu istatistikler, ne de bıraktığı izler onun
bir efsane olarak anılmasına yetecek. Ancak bazı durumlarda fazla agresif bir
görüntü sergilese de sonuna kadar mücadele eden, aynı Harry Kewell gibi belki yanlış
zamanda geldiği için 8 golle katkıda bulunduğu ve Kadıköy’deki final maçının
son düdüğünde sahada olduğu 2012 “diriliş” şampiyonluğu dışında fazla bir şey
kazanamadan, hoş bir seda bırakarak sarı kırmızıya veda edecek.
Efsane
mertebesine erişemediği yorumunu, belki de yanlış zamanda geldiği yorumuyla birlikte
zikredince, bu iki durum arasındaki bağlantıyı kurmak için biraz filmi geriye
sarmak gerekiyor. Baros, Ağustos 2008’de transfer edildiğinde Galatasaray, son
şampiyon sıfatıyla Şampiyonlar Ligi’ne girmek için Steaua Bükreş ile mücadele
ediyordu. Listeler çoktan bildirildiği için Baros’un oynayamadığı bu maçlar
sonucunda Galatasaray 2-2 ve 0-1’lik skorlarla elenerek Şampiyonlar Ligi
hasretini uzatıyor ve UEFA Kupası’nın yolunu tutuyordu.
Skibbe’nin
Galatasaray’ının UEFA Kupası’ndaki performansına, özellikle grupta Benfica ve Hertha
deplasmanlarında oynanan müthiş futbola ve en önemlisi Barış-Ayhan gibi vasat
altı bir orta saha ikilisinin önünde mükemmel bir uyum yakalayıp bilhassa "turuncu forma" ile leziz
resitaller sunan Lincoln-Kewell-Arda-Baros dörtlüsüne bakıldığında, Baros 10
gün önce transfer edilip ön elemeye yetiştirilse ve Şampiyonlar Ligi’ne
katılabilse kader çok farklı yazılabilirdi diye düşünüyor insan. Mamafih, o
sezondan itibaren, yine büyük paralar harcansa da tepetaklak giden bir takımda
tek bir Şampiyonlar Ligi maçına çıkamadan 4,5 yıllık kariyerini bitiriyor
Baros.
Belki
de dönüm noktası Rijkaard’ın ilk sezonunda Ekim 2009’da Kadıköy’de 3-1 kaybedilen
ve ayağının kırıldığı maçtı Baros için. Bir daha asla eskisi gibi olamadı. O
sakatlıktan sonraki dönüşünde yaşadığı üst üste talihsizlikler bir yandan onu
kırılgan ve sakatlığa açık bir oyuncuya dönüştürürken, bir yandan da agresif ve
gereksiz kart gören bir karaktere büründürdü.
Fatih
Terim, belki onun için bir şanstı ama geçen sezon istediği gibi gitmedi.
Neticede, ne kadar iyi bir golcü olursa olsun, hiçbir zaman Falcao tarzı “her pozisyonda
gol şansı var” bir adam olamadığından, eski fizik kalitesinde olmayınca kaçınılmaz
olarak gözden düştü ve uzatmaların oynandığı bu sezonun ortasında ayrılık
kapıyı çaldı.
Efsane olmasa da
hoş bir seda
Efsane
bahsini biraz daha açmakta fayda var sanıyorum. Biraz daha derinlere inerek,
belki bazı kulüplerin alışkanlıklarını irdelemek gerek. Bu anlamda benim futbol
izlediğim son 20-25 yılı kapsayacak şekilde bir Galatasaray Fenerbahçe karşılaştırması
yaparsak, Galatasaray’ın efsane kalecileri Simoviç-Taffarel-Mondragon hep yabancı
oyuncularken, Fenerbahçe’de Engin-Rüştü-Volkan şeklinde süregelen bir yerli kaleci
alışkanlığı vardır. Forvetler için ise hep tersi olmuştur. Galatasaray’ı Tanju
Çolak sonrası, Türk futbolunun en kariyerli ismi Hakan Şükür başta olmak üzere
Arif Erdem, Ümit Karan, Necati Ateş, Burak Yılmaz gibi isimler sürüklerken,
Fenerbahçe’de Aykut Kocaman (ve Tanju Çolak) sonrası iniş ve çıkışlarıyla
hiçbir zaman tam olarak güvenilemeyen Semih Şentürk dışında hiçbir yerli
santrfor barınamamıştır.
Buradan
yola çıkarak, zamanının en büyük transferi Roman Kosecki’den bu yana Didier
Drogba’ya kadar Galatasaray forması giyen yabancı forvetleri şöyle bir
hatırlarsak dediğimi daha iyi anlatabilirim sanıyorum:
Dominique Iorfa, Torsten
Gütschow, Dean Saunders, Adrian Knup, Adrian Ilie, Marcio, Mario Jardel, Radu
Niculescu, Robert Spehar, Mbo Mpenza, Christian, Ali Lukunku, Shabani Nonda, Milan
Baros, Jo, Bogdan Stancu ve Johan Elmander. (Aralarda unuttuğum isimler olabilir)
Çeşitli sebeplerle erken veda
ettiğimiz Mario Jardel dışında dominant bir golcü performansı gösteren yok. Çok
faydalı olan ve hoş anılarla hatırladığımız Adrian Ilie ve Shabani Nonda ile
geçtiğimiz sezon yüreğini ortaya koyan güzel adam Johan Elmander bir yana bu
listede gönül rahatlığıyla “işte bu adam Galatasaray’ın santrforu”
diyebileceğimiz tek kişi Milan Baros.
Demek
istediğim, yabancı bir forvetin Galatasaray’da efsane olması çok zor, tıpkı
Hagi sonrası gelen tüm 10 numaralar gibi. Drogba’nın bu denli heyecan
uyandırmasının bir nedeni de bu belki… Bu kulüp tarihi boyunca daha iyisini
getirmemiş ki…
Milan
Baros’u siz nasıl hatırlarsınız bilmem ama ben onu en çok kâbus gibi geçen
2010-11 sezonunun başında, Rijkaard daha takımın başındayken, İstanbul’da tüm
takımın döküldüğü Karpaty maçındaki hırsı ve attığı 2 gol, bu maçtan birkaç
hafta sonra yine Rijkaard’ın açıkça sabote edildiği Ali Sami Yen’deki 4-2’lik
Ankaragücü maçında sahada isyan eden tek kişi olmasıyla hatırlayacağım. Kewell'la birlikte turuncu formanın en çok yakıştığı adam, Galatasaray'dan aldığı
ne varsa, karşılığını vermiş olarak gidiyor. Kulaklarda hoş bir seda
bırakarak…. “Milan Baros, Milan Baros, oleey, oleeey, oleey”