28 Kasım 2010 Pazar

Cassio Lincoln, Engin Baytar ve kriz yönetimi




Tarih 12 Mart 2009... 1,5 yıl öncesi olmasına rağmen, arada geçen zamana birçok kriz çok kriz sığdığından yıllar önceymiş gibi geliyor. Galatasaray UEFA Kupası 4. Tur (ilk 16) ilk maçında deplasmanda Hamburg’la karşılaşıyor. Bordeaux’yu Sabri’nin son dakika golüyle geçen Galatasaray, bu maçta da ilk yarıda iyi bir oyunla Ayhan’ın ayağından bulduğu golle 1-0 önde kapattıktan sonra, Emre Aşık’ın kırmızı kart görüp, stoper yokluğundan Kewell’ın defansta oynamak zorunda kaldığı dakikaların ardından 1-1 gibi çok avantajlı bir skorla sahadan ayrılıyor. Ama maçın esas hikâyesi, ikinci yarının ortalarında Bülent Korkmaz’ın yaptığı Lincoln-Mehmet güven değişikliği… Lincoln, istekli olduğu hatta Nonda’nın değerlendiremediği müthiş ara pasını da düşünürsek etkili olduğu bir maçta, hem de kendini yeniden ispatlamak istediği Almanya’da oyundan alınmasına büyük tepki gösteriyor. Bülent Korkmaz gibi bir Galatasaray efsanesine, “büyük kaptan”a küfredilmesi kabul edilebilir gibi değil elbette.

Nitekim birkaç ay önce doğrulanan haberlerden, aynı maçın sonrasında Haldun Üstünel, soyunma odasında Lincoln’ü, “sen nasıl Galatasaray’ın hocasına küfredersin?” diyerek tartakladığı ortaya çıkıyor.

15 Mart 2009… Galatasaray, Trabzonspor deplasmanına çıkıyor. Şampiyonluktan uzaklaşılmış olsa da üst sıralarla fark o denli fazla değil, yani alınabilecek bir galibiyet umutları yeniden yeşertebilir. Bülent Korkmaz, bu maçta Lincoln’ü yanında oturtmayı tercih ediyor. Hatta ikinci yarıda, en az 10 kilo fazlası olan Hasan Şaş’ı ve son dakikalarda abuk sabuk bir kırmızı kart görerek puan kaybının baş sorumlularından olan Yaser Yıldız’ı oyuna almayı da düşünüyor ama 2-1 öndeyken oyunu tutabilecek Lincoln’ü “cezalandırmaya” devam ediyor. Sonuç son dakikada yene bir gol ve 2-2’lik beraberlik…

19 Mart 2009…Galatasaray, Hamburg’u rövanşta konuk ediyor. Bütün medyada bir hafta boyunca Lincoln konuşuluyor. Takım içinden de bazı oyuncuların “ajanlığıyla”, başta Hakan Ünsal olmak bazı eski futbolcuların medya aracılığıyla tetikçiliğe soyunduğu günler. Morali bozuk olan Lincoln, isteksiz ve kötü bir oyun sergiliyor. Baros’un attığı ikinci golde yaptığı vücut çalımı hariç, fazla bir katkı vermeden tepkiler arasında oyundan alınıyor. Galatasaray, 2-0 önde olduğu maçı 3-2 kaybederek eleniyor.

Gereksiz bir iç çekişme, turu rahatlıkla geçebilecek bir takımın ahengini bozuyor ve ilerleyen günlerde de bir türlü toparlanamayan Galatasaray, ligi 5. Sırada bitiriyor. Aynı bu sezon olduğu gibi, Polat yönetiminin tepkileri göğüslemek ve zaman kazanmak için sarıldığı efsane Bülent Korkmaz, sezon sonunda görevinden ayrılıyor. “Tanrı’nın olmamı istediği yerdeyim” sözleriyle GS mobile reklamlarına çıkan Lincoln ise, kariyerinin en verimli sezonlarından birini geçirirken, Hamburg maçından sonra toparlan(a)mıyor ve son sonunda o da yolcular arasında yer alıyor. Kaybedenin kim olduğu ise belli.

Tabi bütün bu süreç tam tersinden de okunabilir. Skibbe’nin şımarttığı Lincoln, Bülent Korkmaz’a aynı havaları sökmeyince, bilerek oynamıyor ve Büyük Kaptan da bunu görerek onu takımdan uzaklaştırıyor gibi bir yorumda bulunmak da mümkün.

Bu hikâyenin kahramanları arasında kıyaslama yapmam sözkonusu dahi olamaz. Her Galatasaraylı gibi Bülent Korkmaz'a hakaret edilmesini kabul edemem. O yaşayan efsanedir, biricik “Büyük Kaptan”dır. Lincoln ise sadece iyi bir futbolcu… Fakat, Bülent Korkmaz maalesef birilerinin dolduruşuna gelmiş ve bu krizi olabilecek en kötü şekilde yönetmiştir.

Galatasaray için Bülent Korkmaz ne denli efsanevi bir figürse, Trabzonspor için de Şenol Güneş’in aynı konumda olduğu söylenebilir. Buradan hareketle diğer hadiseye gelelim.
Uzun yıllar sonra ilk kez şampiyonluk havasının bu denli hissedilebilir biçimde esmeye başladığı Trabzonspor'un, evinde Eskişehirspor'u ağırladığı maçın son dakikalarında Engin Baytar oyundan alınmasına sert tepki gösteriyor ve görüntülerden net biçimde anlaşıldığı üzere, çıkarken teknik direktör Şenol Güneş'e küfürler sıralıyor.

Engin Baytar'ın bu tavrı da elbet kabul edilebilir değil. Hele bu davranışı kendisini 27 yaşında tabir caizse "adam eden" ve milli takıma yükselmesini sağlayan hocasına karşı yapması nankörlük. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, futbol altyapısını Almanya'da alan, sonra sırasıyla Maltepe, Gençlerbirliği ve Eskişehir'de oynayan bu çok yetenekli oyuncunun çok ciddi disiplin sorunları var. Özellikle G.Birliği ve Eskişehir'in maçlarında gördüğü kartlar, rakibe küfürler, hakemle didişmeler... Bir türlü kendini kontrol demeyen bir tip, tam saatli bomba gibi, sizi her an eksik bırakabilir.

Buna rağmen, Şenol Güneş zor olanı seçiyor. 27 yaşından sonra bir adama nasıl topa vurulacağını, nasıl çalım atılacağını öğretemezsiniz belki ama sinirlerini kontrol etmesini, yeteneğinin farkında olup hırsını olumlu yönde değerlendirmeyi öğreterek verim alabilirsiniz. Tabii bunun için olağanüstü bir sabır gerekir. Şenol Güneş de 3 hafta önce Engin'in müthiş oyunu ve iki asistiyle 2-0 kazanılan Galatasaray maçından sonra TRT'nin Stadyum programına bağlanarak, Engin için "Ondan vazgeçmemi gerektirecek o kadar çok hatası oldu ki... Ama bu kolay olan seçenek, ben onun yeteneklerine güvendiğim için sabırlı davrandım" diyerek bu durumu itiraf etmişti.





Trabzonspor yönetimi, kriz büyümesin diye "görmezden gelme" yolunu tercih etti. Bence, aceleci ve inandırıcı olmayan bir yöntem izlediler ve hatta bir Trabzonspor efsanesine edilen küfrü hasıraltı ederek, Şenol Güneş'e bir darbe daha vurmuş gibi oldular. Ancak Şenol Hoca, hafta boyunca son derece olgun ve vakur davrandı. Ağzından konuya ilişkin hiçbir bağlayıcı söz çıkmadı. Engin, de, Öğretmenler Günü vesilesiyle fotoğrafta görüldüğü gibi "hocasına" çiçek vererek özür diledi.

Özürle her şey hallolmadı tabii. Engin bir sonraki hatasının bu kadar hoşgörüyle karşılanmayacağının farkında muhtemelen. Bu hafta zorlu Gaziantep deplasmanında ilk 11'de de çıkmadı ve sonradan oyuna girdi. Ama yaşananlardan krizin büyümeden nasıl kontrol altına alındığı konusunda birçok ders çıkarılması mümkün.
Tabii Şenol Güneş kadar olgun davranabilecek çok az hoca olduğunu da unutmamak lazım. Sezon başında Umut'un olası transferi ve Teofilo konularındaki yaklaşımından da bunu görmek mümkün.

Bu yazıyı ne "keşke Lincoln şimdi Galatasaray'da olsaydı" gibi bir yakınma, ne de futbolcu işte; genç adam, hırsından sinirlenmiş, tepki göstermiş, geçelim gitsin" şeklinde bir yaklaşımı savunma amacıyla yazdım. Her bir olayın iç ve dış dinamikleri ve yaşandığı döenmin koşulları farklıdır elbet. Ancak, "bir kriz nasıl olgun ve dirayetli bir şekilde yönetilir?" konusunda buradaki nüanslardan çıkarılacak derslere dikkat etmek gerek.


16 Kasım 2010 Salı

Formula 1: Heyecan geri döndü




Formula 1’i düzenli olarak izlemeyi ne zaman bıraktığımı hatırlamıyorum. Halbuki 1990’ların ikinci yarısında hafta sonlarımın en büyük heyecanıydı. İlk izlediğim 1997 sezonunda, Jacques Villeneuve’ün şampiyonluğu kazandığı yarışla (hani Schumacher’in engellemek maksadıyla kasten çarptığı yarış) tam bir F1 meraklısı haline geldim. Hatta o dönemde yeni kurulan ve Kenan Onuk yönetiminde müthiş bir ekiple haftasonuna büyük keyif katan NTV ekranlarına Okay Karacan’ın sesiyle dinlemek, Hakkinen-Schumacher/ McLaren-Ferrari rekabetine tanıklık etmek bambaşkaydı.


Sonrasında nasıl oldu bilmem, ilgim azalmaya başladı. Önceleri, yarışların sadece startını izleyip, aralarda gidişatı kontrol ettim. Daha sonra ise sadece yarış sonunda kim kazanmış ona baktım. İstanbul Park’a da sadece bir kez 2006’da gittim. Bunda Ferrari’nin hükümranlığı, Schumacher’in rakipsizliği ezcümle rekabetin giderek azalması etkili oldu. Schumacher, istatistiklere göre gelmiş geçmiş en başarılı hatta en yetenekli pilottur belki ama nedense ben hiç sevemedim. Belki fazla mükemmel geldiği için. 2005’te Alonso’nun Reanult ile aldığı ilk şampiyonlukta bu heyecanı geri kazanır gibi oldum ama F1’in yeniden ilgi alanımın dışına çıkması uzun sürmedi.

Aslında, bu zaman diliminde dünya çapında da ilginin azaldığı ve bunda Ferrari’yi dengelemek için yapılan kural değişikliklerinin etkisi olduğu söylendi otoritelerce. Ne kadar doğrudur bilemiyorum?

Neticede, amaç her ne olursa olsun F1 yönetimi 2008’den itibaren rekabeti yeniden canlandırmayı başardı. Farklı tarzlara sahip yetenekli genç pilot sayısının artması ve puanlama sistemindeki değişiklikler heyecanı geri getirdi ve bu heyecan 2010 sezonunun son yarışı olan Abu Dabi GP’ne 4 pilotun birden şampiyonluk iddiasıyla gelmesi sayesinde tavan yaptı. Sonuç, henüz 6 yıl önce kurulan Red Bull takımının ve en genç şampiyon unvanını ele geçiren Alman Sebastien Vettel’in göz kamaştıran başarısı oldu.

Red Bull: Strateji ve kararlılık

Red Bull, Formula 1 “pazarına” 6 yıl önce girdiğinde, işin sadece marketing yönünün ağırlıklı olduğu, gridde boy göstermekle yetinen ve belki bazı yarışlarda puan, çok çok istisnai hallerde de podyum görebilen alışılmış markalardan biri olabileceği düşünülebilirdi. Fakat, Red Bull, planlı bir strateji, gerçekçi hedefler ve isabetli pilot seçimiyle giderek varlığını hissettirdi ve bu sezon zirveye oturdu.

Son yarıştan önce markalar şampiyonluğunu ilan etmişlerdi zaten. Son yarışta Ferrari gibi bu işin kurdu olan bir takımı pit stop stratejileriyle nasıl alt ettiklerini görünce, şampiyonluğu hak ettikleri yönde hiçbir şüphe de kalmamış oldu.

Red Bull’un bu sezonki en çok hoşuma giden yönü ise, “takım emirleri” konusundaki tavırları oldu. Bu tavır, şampiyonluk şansı daha fazla görünen Webber’i çileden çıkarsa da taviz vermediler ve arkasında durdular. Böylece hem iki pilotlarının arasındaki tatlı rekabetten yararlandılar, hem de ikisini birden iddialı tutarak daha etraflı bir strateji geliştirmeyi başardılar.

Son yarışa lider giren Fernando Alonso, yarış boyunca fazla risk almadan temkinli bir tempoda giderek kendisine yetecek puanları almak ve bunu yaparken de en yakın rakibi Webber’i “kollamak” peşindeydi. Zaten, Webber erken pite girince kendisinin de aynı şeyi yapması bu stratejinin göstergesiydi. Fakat, Red Bull, fazla hesaba katılmayan Vettel’in farkı rahatlıkla açmasını sağlayacak bir stratejiyle başarıya ulaştı.

Vettel, en genç şampiyon unvanını Hamilton’un elinden alırken, F1’in nasıl bir yöne doğru seyrettiği konusunda da ipuçları vermiş oldu. Vettel, çok yetenekli ve bugünlere geleceği önceden tahmin edilebilen bir isim. Artık takımlar F1 araçlarının koltuğuna oturtacakları isimlerin, çok uzun yıllar başka platformlarda tecrübe kazanmış olmalarından ziyade, çalışma disiplini ve geliştirilebilir bir yeteneğe sahip olup olmadıklarına bakıyorlar. Vettel de bu profile uyan, yarışçı ruhlu, yani yarış içinde gereken yerlerde agresiflik gösterebilen ama genel anlamda da dengeli bir pilot.

Fernando Alonso ise, F1’deki en yetenekli ve en istikrarlı pilotların başında gelir ve belki de bu sezonun ikinci yarısından itibaren gösterdiği başarıyla şampiyonluğu da hak etmiştir ama Abu Dabi’de yaşanan türde dramatik sonlar bu tür sporlara esas heyecanı katmıyor mu? Alonso, Abu Dabi GP’de çok uzun süre Renault pilotu Petrov’un arkasında kaldı ve bir türlü gerekli hamleyi yapamadı. Yarışta sonra, kaybetmenin siniriyle pist ortasında Petrov’a aşağıdaki videoda görülen çıkışması da, 2010 yılının aklıda kalacak görüntüleri arasında yerini aldı.

2011 sezonu çok daha heyecanlı ve çekişmeli geçecek.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Serie A'da dengeler değişiyor/ Derbinin galibi AC Milan

Burada Premier League'i veya Budesliga'yı izleme imkanı bulamadığımdan (daha doğrusu imkan var elbette fakat benim üye olduğum Al Jazeera Sport'ta bu ligler yok maalesef), Avrupa Ligleri'nden sadece La Liga ve Serie A'yı hakkını vererek takip etmeye çalışıyorum. La Liga elbette muhteşem bir futbol şöleni ancak işin çekişme ve heyecan yönünden malesef giderek "Barça ve Real ve diğerleri"ne dönüşmeye ve İskoçya Ligi'ne benzer bir hal taşıdığını kabul etmek gerek.

Serie A'yla ise garip bir ilişkimiz var. Benim izlemediğim maçlar nedense çok keyifli ve heyecanlı geçerken, büyük beklentiyle ekran karşısına geçtiğim maçlarda uyukladığım bile oluyor. Fakat, bu ligi bu sezon takip etmek daha cazip hale gelmiş durumda. Zira birkaç yıldır ligi domine eden Inter, Mourinho'nun mirasını hızla tüketip zirveden uzaklaşma yolundayken, iddialı takım sayısı artmasıyla her hafta nefes kesen maçlar izlenmeye başlandı.

Geçtiğimiz hafta daligin ilk 6 sırasındaki takımlar karşı karşıya geldi. Lazio, üst üste iki galibiyetten sonra, sezonun dikkat çeken takımlarından Napoli'yi (aslında bu 6'lı içinde şampiyon olmalarını en çok isteyeceğim takım olduğunu itiraf edeyim) 2-0 mağlup ederek, hem 2. sıradaki yerini korudu, hem de üst üste mağlubiyetlerle derinleşeek ve takımın zirveden tümden uzaklaşmasına yol açacak bir krizi başlamak üzereyken bertaraf etti. Sezona çok kötü başlayan ancak zamanla toparlanan Juventus ve Roma da 1-1 berabere kaldılar.

Tabii haftanın esas beklenen maçı Milano derbisiydi. Milan, Inter'e karşı ekstra bire motivasyonla oynayan Ibrahimoviç'in henüz 4. dakikadayken yaptırdığı ve gole çevirdiği penaltıyla "deplasmanda" 1-0 kazanarak, rakibiyle arasındaki farkı 6 puana çıkardı ve liderliğini sürdürdü.

Milan, yaşlı ve dengesiz kadrosuna rağmen bu sezon çoğu maçta belirli bir standardı tutturmayı başardı. Her şeyden önce Allegri aşırı muhafazakar bir teknik adam değil, orta sahada her zaman Flamini veya Boateng gibi daha genç ve dinmik oyunculardan birisi yer buluyor. Gattuso'dan yıllardır hiçbir hocanın alamadığı verimi almayı başarıyor. Hücumdaki starlarını da başta Ibrahimoviç olmak üzere iyi idare etmiş gibi görünüyor. Robinho da şu ana kadar sorun çıkarmadığına göre işler şimdilik yolunda diyebiliriz.

Dün akşam da golü bulduktan sonra geçen yıl Inter'i Şampiyonlar Ligi'nin zirvesine çıkaran alan sıkıştırmaya dayalı kontrol futbolunu başarıyla sergilediler. Uyum içindeki savunma, başta Nesta'nın mükemmel performansı ve liderliği sayesinde asgari ölçüde pozisyon verdi. Orta saha agresif ve sert, hatta bazen gereğinden fazla sert oynayarak, Inter'e rahat oyun kurma imkanı tanımadı. Sıkıştıklarında ileriye attıkları toplarda da Ibrahimoviç görevini iyi yaparak takıma nefes alacak zamanı kazandırdı.

Bu oyun anlayışı Milan'ın sahaya çıkan 11'indeki orta üçlünün Gattuso-Ambrosini-Flamini olmasından da anlaşılıyordu. Pirlo'nun yedek kulübesinde oturması, Allegri'nin önceliği top kazanan ve ısıran bir orta sahaya verdiğini, pas futbolunu ikinci plan attığını gösteriyordu. Erken gol de ona istediğini fazlasıyla yapma imkanı tanıdı. Gattuso'nun setrtliği biraz abartıp, kırmızı kart riskini bağıra bağıra anlatması sonucunda da Pirlo'yu oyuna alarak, hem takımın baskı altında daha makul top çıkarmasını sağladı, hem de bir kişi eksik oynama riskini ortadan kaldırdı. Tabi genç Abate'nin hesap edemediği acemiliği yüzünden gördüğü kırmızı kart Milan'ı zor durumda bıraktı ama neticede maçın sonunu getirmesini bildiler.

Inter, bu mağlubiyetten sonra 12. maçında 16. puanını kaybederek liderden 6 puan uzakta 5. sıraya geriledi. Bu noktadan sonra, AcetoBalsamico'da maç öncesi değerlendirmede belirtildiği gibi Benitez'in durumu da tartışmaya açılacak, hatta nuhtemelen Zenit'te şampiyonluğunu ilan eden Spaletti'nin isminin ciddi biçimde telaffuz edilmeye başlaması çok muhtemel.

Benitez, Serie A'nın bazı temel özellkilerini kavrayana kadar, Inter çok vakit kaybetti. Her şeyden önce takım fizik olarak eziliyor ve sertliğe karşı çok pasif kalıyor. İkincisi, gol yollarında Eto'o'ya aşırı derecede baımlı durumda, alternatif üretemiyor. Üçüncüsü geçen sene takımı taşıyan ve devamlı forma giyen bazı oyuncuların bu sene arka arkaya (Milito, Samuel, Maicon) yaşadıkalrı sakatlık sorunları takımı olumsuz yönde etkiliyor. Dördüncüsü, Şampiyonlar Ligi şampiyonu titrini taşıyan bir takım için alternatifleri yeterli değil. Belki yetenekli oyuncular ama Obi, Coutinho, Biabiany gibi isimler sadece alternatif yedekler olabilecek kapasitedeler, takımı sezn boyunca taşıyabilecek fizik kaliteye sahip değiller gibi görünüyor.

Geçen yıl takımın omurgasında hayati bir rol oynayan Cambiasso'nun günahını ise anlamıyorum. Önce Maradona çok ihtiyacı olduğu halde Dünya Kupası kadrosu dışında bıraktı. Şimdi de Benitez düzenli forma şansını ondan esirgiyor. Hatta bugün 36. dakikada oyuna girmek için soyunup son anda oyuna Coutinho'nun girmesiyle kös kös kulübeye dönmesi de komik bir görüntüydü.

Yine de bu ligin birçok deişime gebe olduğunu söylememiz lazım. Benitez, Sneijder'i, Liverpool'da Gerrard'ı kullandığı şekilde kullanmayı başarır ve ona takımın lideri olduğunu hissettirirse, devre arasında da gerçek bir hücumcu kanat oyuncusu transfer edilirse Inter, yine en büyük şampiyonluk adayınlardan birisi olur diye düşünüyorum.

Inter (4-3-3): Castellezi- Zanetti, Materazzi (Dk. 68 Biabiany), Lucio, Cordoba- Stankoviç, Sneijder, Chivu-Eto'o, Milito (Dk. 46 Pandev), Obi (Dk. 36 Coutinho)
Milan (4-3-3): Abbiati-Abate, T.Silva, Nesta, Zambrotta- Gattuso (Dk. 46 Pirlo), Ambrosini, Flamini- Robinho (Dk. 62 Antonini), Ibrahimovi., Seedorf (Dk. 73 Boateng)
GOL: Dk. 5 Ibrahimoviç (pen.)
K. Kart: Dk: 60 Abate (Milan)


Son olarak, hakem Abate'yi 2. sarıdan attığı pozisyonun ardından biraz kontrolü kaçırdı gibi geldi bana. Ibrahimoviç'in, Materazzi'ye yaptığı ve oyuncunun sakatlanmasına yol açan hareket kesin kırmızı kartılıktı bence. Hareketin videosu aşağıda:

Çöküş/ Galatasaray-Manisaspor: 0-2


Galatasaray'ın durumuna ilişkin son olarak 23 Ekim'de geniş bir değerlendirmeyi burada paylaşmıştım. "Hayalden uyanış" başlıklı o yazıyı yazdığımda, Gheorghe Hagi henüz takımın başında sahaya çıkmamıştı. Arada kalan sürede oynanan 4 lig ve 1 kupa maçı, kulübün bütün ciddi ve yapısal problemlerinin yerli yerinde durduğunu, yapılan makyajın yetersizliğini ve en önemlisi bu duruma isyan eden neredeyse hiç kimsenin kalmadığını, Galatasaray'da hazin bir şekilde başarısızlığın kanıksandığını ve Türk futbolunun en büyük markasının "hasta adama" dönüştüğünü gösterdi.

Hastalık ciddi bir biçimde yayılıp çöküş tehlikesi arz ettiği zamanlarda, kapanmayan iyileşmeyecek yaraları ağrı kesicilerle, geçici tedbirlerle tedavi etmek olanaksız hale geldiğinden, problem yaratan organların alınması, kesilmesi, yenilenmesi tek çare olarak karşımıza çıkıyor. Manisaspor maçını izlemek kahredici ve kahredici olduğu kadar da ayıltıcıydı aslında. Takımda mücadele eden, formanın hakkını vermeye çalışan sadece Elano ve Lorik Cana'ydı (belki biraz Sabri'yi de katmak mümkün). Onun dışında saha içinden, kenar yönetime, yedek külübesinden tribünlere kadar tam bir boşvermişlik ve bir nevi uyku hali hakimdi. Son 10 dakika "sabrımız taşıyor adam gibi oynayın" tezahüratıyla uyanılan bu uykuda, yaşanan kabusun aslında gerçek olmadığını  duymayı, herhalde bütün Galatasaraylılar isterdi.

Rijkaard geçen yıl elimdeki oyuncu kalitesi yeterli değil dediğinde, tabir caizse bütün çevrelerin "çemkirmesine" maruz kalmıştı. Şimdi oynayan oyuncuların kaçı Galatasaray formasını taşımayı hak ediyor bir düşünelim isterseniz. Haklı değil miymiş?


Hagi'nin ilk maçının deplasmanda Fenerbahçe'ye karş olması büyük bir şanstı aslında. Hagi de akılcı bir oyun planıyla, zaten ekstra bir çabaya gerek kalmaksızın motive olmuş bir takıma rasyonel bir futbol oynatarak yıllar sonra puan almayı başarması dertleri unutturmaya yetmiş gibi bir hava estirildi. Sonrasında o maçın rüzgarıyla ilk 30 dakikalık oyunla koparılan (ikinci yarıda çekilen sıkıntılar nedense dikkate alınmadı) MP Antalyaspor galibiyeti geldi. Ancak son Trabzon ve Manisa maçları gerçeği apaçık biçimde ortaya koydu.

Yukarıdaki paragrafı yazarken aklıma bu durumu ligimizin orta sıralarında bulunan veya düşmemeye oynayan takımlarının sıkça yaşadığı geldi. Düşünün başarısız sonuçların ardından gelen bir kan değişikliği, ilk başlarda alınan birkaç iyi sonuç ve ardından yeniden "sıkıntılı günlere" dönüş ve belki yeniden bir teknik direktör değişikliği, ara transferi dört gözle bekleyip takıma yapılan amaçsız ve bilinçsiz takviyeler, günah keçisi ilan edilerek kadro dışı bıraklılan bazı oyuncular ve şansı tutarsa güç bela sezon sonunu getiren bir takım. Tehlikenin farkında mısınız?

Bu açıdan, özellikle bugünkü maçı izledikten sonra kadro dışı bırakılması gerektiğini düşündüğümüz veya gönderilmesini isteyeceğimiz birçok oyuncuyu sayabiliriz. Fakat çok daha derinlere nüfuz eden bir değişim gerekiyor. Önceden de söylediğim gibi 2008 yılında iyice kemikleşen ve aradan geçen sürede nice "değer"in kellesini alan bir yapıyı değiştirebilmek asıl mesele. Galatasaray formasının hakkını veren bir takım oluşturmak gerek.

Burada yanlış anlaşılmasın, bu ifadeyle asla hamasi bir kavramı kastetmiyorum. Diğer bütün takımların forması ne kadar kutsalsa, o kadar kutsaldır.  Yaptığı işten para kazanan tüm sporcular, verebileceklerinin en iyisini vermek zorundadır. Bu noktada hiçbir şüphe yok. Benim vurgulamak istediğim, bir şekilde Galatasaray kadrosunda yer bulan ve üzerlerinden Galatasaray formasını çıkardığınızda, kariyerlerini asla bu kadar üst düzey bir takımda sürdüremeyecek oldukları halde, konumlarının ve ayrıcalıklarının "vasat" nitelikteki bazı oyuncuların düştükleri yanılgı. Tabii bir de oyuncu kadrosunu bu şekilde oluşturan yönetimin içinde bulunduğu gaflet.

Ali Sami Yen'de 3 maç daha oynayacağız ve sonrasında yıllardır özlemini çektiğimiz Türk Telekom Arena'ya kavuşacağız. Normal şartlarda büyük bir heves ve heyecanla gitmemiz gereken stada tüm iddiasını yitirmiş, isteksiz ve Galatasaray'ın adının olduğu her yere taşınan "umudu" kaybetmiş biçimde gidiyoruz ne yazık ki...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Gareth Bale




İki hafta önce izlemeyi çok istediğim halde Inter-Tottenham maçına tercih etmiştim Bursaspor-Man Utd maçını. Dün gece de aynısını yaptım. İki akşam da beni pişman eden kişi Gareth Bale oldu.
Roberto Carlos'un 2002 Dünya Kupası performansından beri böyle bir kanat oyuncusu performansı hatırlamıyorum. Aslında şöyle söylemek gerek. 2000'lerin 2. yarısından itibaren 4-3-3'ün dünya futbolunda hakim sistem konumuna gelmesi, klasik 10 numaraları hücum hattının kanatlarına iterek, çizgiye inmek yerine içe kat eden kanat oyuncusu ve hücumcu kanat bekleri tipini yaygınlaştırdı ve klasik kanat oyuncularını da geri plana itti. 3-5-2 hakim sistemken maç boyunca ileri geri çalışan oyuncular ya savunma özelliklerini geliştirerek "bek" pozisyonuna geldiler ya da takım içi rollerini kaybettiler. Son yıllarda Maicon, Daniel Alves, Türkiye'den de Gökhan Gönül gibi hücuma hzılı ve etkili biçimde çıkan oyuncular, takımlarının hücum planında bir artı değer sağlayarak bu şekilde ön plana çıkmayı başardılar

Fakat son 2 maçta gördüğümüz Gareth Bale performansı bütün bunların ötesinde, başka bir dünyadan gelmiş gibi. Galli oyuncu şu anda 4-4-1-1 dizilişiyle oynayan Tottenham takımında orta alanın solunda görev yapıyor ancak yukarıda saydığım hücumcu bek performansına daha uygun. Bu açıdan çağın mükemmel futbol takımı Barcelona'nın nazar boncuğu gibi aksak bıraktığı sol bek açığını mükemmel biçimde kapatabilir mesela. Zaten Zubizaretta da ilgilendiklerini açıklamış bile.

Topla çok hızlı, vuruşları düzgün ve isabetli, fantastik çalımlara ihtiyaç duymadan fizik gücüyle adam geçiyor ve bir anda rakibiyle arasındaki mesafeyi inanılmaz biçimde açıyor.  O hızla top sürerken kafasında son hareketi de planladığın düşünüyorum çünkü biraz klişe tabirle "orta değil pas" veriyor. en önemlisi Inter maçlarında o müthiş deparlarını oyunun son dakikalarında atabilecek şekilde fizik gücünü koruyabiliyor.

Uzun zamandır bu kadar etkili bir bireysel performans izlememiştim. İnanın abartmıyorum, örneğin Ronaldo son haftalarda coşmuş durumda ama Mourinho'nun takımında tüm pozisyonların onun için hazırlandığı bir sistemde oynuyor. Bale'in durumu ise bambaşka. En iyisi aşağıya kopyaladığım Inter maçlarının videolarını (Türkiye'de youtube açıldı mı bilemiyorum ama) izleyip karar verin.  



Bursaspor-Manchester United: 0-3 - Oturup düşünmenin zamanı

 
 
Bursaspor maalesef dün akşam da Şampiyonlar Ligi'ndeki ilk golünü atmaya veya ilk puanını almaya muvaffak olamayarak, 4 maç sonunda beklenmedik ölçüde hayal kırıklığı yaratan bir tabloyla bizleri karşı karşıya bıraktı.
 
Bu tabloya bahane bulmak çok kolay. Kadrolar arasındaki kalite farkını yadsımak mümkün değil, ya da tecrübe veya şans faktörünü. Zaten tecrübe faktörü bir nevi fasit daire işlevi görüyor. Tecrübeniz olmadığı için kuraya 4. torbadan giriyorsunuz. Bu durumda da genelde devlerle eşleşip yine sizi üst torbalara taşıyacak puanı alamıyorsunuz. Kısacası, Bursaspor'un grupta sonuncu olması, bir açıdan çok sürpriz değil.  Fakat bunların hiçbiri durumu açıklamaya yetmiyor.  Özellikle daha önce aynı tecrübe eksikliği ve yetersiz kadrolarına rağmen can yakmayı başarmış Cluj, Anorthosis gibi örnekleri veya bugün tam kadro Barcelona'dan puan koparmayı başaran Kopenhag'ı düşündüğümüzde Türkiye Ligi şampiyonunun kayıtlara bu şekilde geçmesi çok hazin geliyor.
 
Bursaspor dün akşam biraz daha istekli, pozisyona giren, topu biraz daha iyi kullanan bir oyun ortaya koydu.  Maçın başından itibaren harika bir gösteri serigleyen seyircinin de desteğiyle işler iyiye gidecek gibiydi. Ancak Manchester United, tabir caizse kendini hiç sıkmayarak kendi yarı sahasında top çevirdi. Bu durum biraz da Bursaspor'un taktiğinin kendi içinde çelişmesinden kaynaklandı.
 
Şöyle ki, oyun içinde 4-1-4-1 ile 4-3-3 arasında değişen bir dizilişle sahaya yayılan Bursaspor'da, santrfordaki Sercan ve kanatlarda yer alan Turgay ile Volkan Man Utd defans oyuncularına çok yüksek tempoda şok pres uygularken, Man Utd bu aşamayı geçtiğinde 30 metre boyunca hiçbir dirençle karşılaşmadı. Çünkü, özellikle başta stoperlerin arasına iyice gömülen Svensson olmak üzere Ergiç ve Insua rakibi orta yuvarlağın gerisinde karşılamakla görevlendirilmişti. Halbuki, yüksek tempo ve hücum pres uyguladığınızda savunmayı da öne çıkarmak ve takımın boyunu kısaltmak zorundasınız. Bu durum savunma hattınızı belki riske atar ama ne yardan ne serden geçerim anlayışıyla bu şekilde oynadığınızda hem hücum oyuncularını boşu boşuna yormuş, hem orta saha oyuncularınız topu kazandığında forvetle bağlantılarını koparmış olduklarından pas alışverişini sağlayamamış, hem de rakibe oyunu soğutma ve tempoyu kontrol etme imkanı vermiş olursunuz.
 
Halbuki, ilk yarıda Sercan'în Van der Sar'a yaptığı baskı sonucu tecrübeli kalecinin kısa düşen vuruşunda Svensson'un dışarı giden şutunu düşündüğümüzde, (Bu pozisyon bir duran top sonrasında gerçekleşmişti) orta sahanın pres yapan hücum oyuncularına yaklaşması halinde rakibin dengesiz yakalanmasının mümkün olduğunu görmüştük.
 
Gol çok biçimsiz bir dakikada gelmeseydi, Bursaspor'un oyun anlayışını olumlu yönde geliştirebileceğini öne sürebiliriz. Nitekim, Ertuğrul Sağlam'ın maç sonu açıklamaları da bu doğrultuda olmuş. Yine de ne olursa olsun, savunma hattını çıkarmaya niyeti olmayan bir Man Utd. takımını kontrataklarla yenmek mümkün değildir. Kaldı ki, 75. dakikada 1-0 mağlupken rakip yarı alanın ortasında yapayalnız kalan ve çaresizce 30 metreden şut çektikten sonra ağzından "kimse yok ki" sözleri dökülen Sercan'ın durumunu da hiçbir taktik açıklayamaz. 
 
Son günlerin çok konuşulan ismi Sercan demişken bir parantez açalım. Yakında onunla ilgili bir yazı düşünüyorum ama birkaç maç daha bu psikoloji altında nasıl oynadığını görmem lazım. Zaten beni tanıyanlar, ne yönde bir yorumum olacağını tahmin edebilirler.
 
 Son olarak, yazının başlığını "oturup düşünmenin zamanı" şeklinde koymamın sebebini açıklayayım. Avrupa'nın en büyük 6. ligi olduğumuzu iddia ediyoruz ve ligimizin şampiyonu ve şu andaki yenilgisiz liderinin Şampiyonlar Ligi'ndeki performansı bu. Ertuğrul Sağlam ve Bursasporlu oyuncuların geçen sene yaptıkları devrimi ve sarf ettikleri emekleri asla küçümsemek istemem. Fakat oturup düşünmemiz gereken sorular var: Ne durumdayız, kendimizi mi kandırıyoruz, ne yapmalıyız....?