22 Ocak 2010 Cuma

Başlıyor...



Bu sene uzaklarda olduğumdan maçları sürekli seyretme imkanım yok. TRT'nin geniş özetleri ve kimi zaman GSTV'den verilen maç tekrarlarıyla yetiniyorum. İzlerken, okurken, yazarken ne kadar eleştirsek, kızsak, olmaz bu kadar desek de insan özlüyor işte birkaç haftalık arada bu heyecanı. Ziraat Türkiye Kupası falan da kesmiyor açıkçası...

Neyse, hasret bitiyor, perde açılıyor. Tüm takımlara başarılar...


Nikola Kalinic

Belki Premier League için erken bir yaşta ve belki de yanlış bir takımın yolunu tuttu. Ancak bunlar, Slaven Biliç'in onu "Hırvat futbolunun geleceği" olarak değerlendirmesini engellemiyor. Kalinic'in Hırvatistan U-17 ve U-109 takımlarında oynadığı toplam 32 maçta 27 golü olduğunu düşünürsek haksız da sayılmaz. Zaten onu daha hiç A milli olmamışken Euro 2008 kadrosuna alan da kendisiydi.

1988 doğumlu Kaliniç, gerçekten de bir santrfor için ideal bir fiziğe sahip olmasının yanında çabuk ve hareketli. Hajduk Split'teki performansı sayesinde onu keşfeden Blackburn menajeri Sam Allardyce, 6 milyon pound saymakta tereddüt etmedi.

Kalinic'in ligde şu ana kadar sürekli 11 şansı bulamadığından golü yok. Ancak son olarak dün Aston Villa'nın, Blackburn'ü 6-4 gibi uçuk bir skorla yenerek Lig Kupası finaline yükseldiği maçta takımını 2-0 öne geçiren golleri kaydetti. Premier League'e biraz daha alıştıktan sonra kalbürüstü-başaltı bir takımda kendine yer bulabilir. 

21 Ocak 2010 Perşembe

Jo Galatasaray'da



Haldun Üstünel yine işbitiriciliğini konuşturup, devre arası transferine de Premier League'den iki oyuncuyu Galatasaray'a getirerek damgasını vurdu.

Hem Neill 'ın, hem de Jo'nun, Avrupa Ligi'nde Galatasaray'ın Atletico Madrid'i geçmesi halinde karşılaşması muhtemel Everton'dan geliyor olması ilginç bir not. Jo, bilindiği gibi esasen Man City oyuncusu. Geçen yıl CSKA moskova'dan 24 milyon Euro gibi bir bonservis bedeliyle transfer eidlmişti. Burda hayal kırıklığı yarattıktan sonra geçtiğimiz sezonun ortasında geldiği Everton'da biraz biraz kendini bulmuş gibiydi. Ancak bu sezonun başından beri yine istenen performansı sergileyemedi ve "Lincolnvari" disiplinsizlikler yüzünden Moyes'un gözünden de tamamen düştü.

Neill transferi nasıl Galatasaray taraftarına Kewell'ın daha mutlu olacağını ve takımda kalacağını düşündürdüyse; Jo da Elano'nun aynı dilden konuştuğu, Avrupa'da benzer futbol ortamlarında yıldızlaştığı (Rusya ve Ukrayna) ama Man City'de aynı teknik adamla anlaşamayıp mutsuz olduğu ve kendini yeniden kanıtlamak için yeni bir futbol bilgesine (Rijkaard) güvendiği birisi. Bu bakımdan Elano'nun performansının da yükselmesini beklemek yanlış olmaz.

İki transferin de çok cüzi bir maliyetle gerçekleştirilmesi de ayrıca takdir edilesi bir başarı. Galatasaray'ın bugünkü kadrosunda, Avrupa'nın en iyi liglerinden olan La Liga'dan gelen Leo Franco ve Ligue 1'in starlarından biri olan Keita dışındaki bütün yabancıların bir en az bir sezonluk Premier Lig kariyeri var. Kim ne derse desin bu bir vizyonun göstergesidir. Bu aslında başka bir yazının konusu olabilir ama fikrimi tek cümleyle özetlemek gerekirse,  Türk kulüplerinin malesef yeterli scouting ağı ve gerekli bağlantıları olmadığı için Afrika, Güney Amerika ve Avrupa'nın ücra köşelerinde genç yıldız adayı keşfedip, parlatıp pahalıya satma modelini (Porto modeli) gerçekleştiremediğini düşünürsek; kariyeri iniş trendindeki isimleri alıp yeniden bir çıkış şansı verme modeli (Anelka, Baros) daha akla yatkın görünüyor.

Ayrıca, geçen sezon UEFA'da Bordeaux'yu eleyerek daha da ileriye gitme perspektifi sunan takımın Meira'yı Mart ayında göndererek stoperde Kewell'ı oynatmaya mecbur kalması da bu yönetimin döneminde, bu sezonki nokta transferler de. İlginç bir paradoks.

Jo transferinde eleştirilebilecek en önemli nokta Avrupa Ligi'nde oynayamayacak olması. Bu da kesinlikle haklı bir eleştiri zira Baros'un sakatlığı Atletico Madrid önünde Nonda'yı santrforda tek alteratif olarak bırakacak.    Fakat öte yandan, şu aşamada daha iyi bir alternatif bulmanın zor olduğu da ortada. En ideal isim olabilecek Sercan için istenen astronomik bedeller ortada. Kariyeri inişteki Gökhan Ünal için bile 3,5 milyon Euro+Burak Yılmaz verilebiliyor. Bu durumda tek seçenek Güney Amerika'dan oyuncu transfer etmek ama bir oyuncudan bu kadr kısa vadede verim almak zorundaysanız, ilk kez Avrupa deneyimi yaşayacak birine güvenemezsiniz.

Son olarak, Jo'nun en öenml iözelliğinin hızı ve hareketliliği olduğunu, uzun boyuna karşın hava toplarında etkili olmadığını, stil olarak biraz Baros'a benzediğini ve CSKA'daki kimliğine kavuşursa takıın oyun yapısına biebir uyacak bir isim olacağını söyleyebilirim.







18 Ocak 2010 Pazartesi

Afrika Kupası 2010: İlk hafta raporu




Afrika Kupası'nda ilk hafta geride kaldı. Yarından itibaren önümüzdeki 4 gün kader maçları oynanacak gruplarda. Genel itibarıyla favorilerin zorlandığı, mücadelenin göz doldurduğu ancak oyun kalitesinin anlık parlamalar dışında vasatın biraz altında olduğu bir kupa izliyoruz. Şu ana kadar Mısır ve Fildişi Sahili çeyrek finali garantiledi.

Açılış maçını bu yorumun tamamen dışında tutuyorum tabii ki. Açılışta beklenmdik sonuçlara, sürprizlere alışmıştır her futbolsever ama Mali'nin evsahibi Angola'ya karşı 4-0'dan son 10 dakikada maçı 4-4'e getirmesi gerçekten unutulacak şey değil.

Gruplar bazında kısa bir ara değerlendirme yapmak gerekirse
A Grubu:
Turnuva öncesinde en çekişmeli geçmesini beklediğim grup bu anlamda beni şaşırtmadı. Beni şaşırtan hiç hesaba katmadığım Malawi oldu. İkinci maçta Angola karşısında onları izleyemedim ama tek atımlık barutlarını Cezayir karşısında kullanmamış iseler çok sıkı bir takım olduklarını söylemek mümkün.

Mali eğer Cezayir önünde bir beraberilk koparabilseydi son maçlara en şanslı giren takım olacaktı. Çok iyi bir orta sahaları var gibi görünse de kağıt üzerinde kopuk kopuk oynayan bşr takım görüntüsü veriyorlar. Yine de ben Malawi'yi yenebileceklerini düşünüyorum.

Cezayir şu ana kara büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Evsahibi Angola önünde beraberlik onlara yetmeyecek. Muhtemelen bir tane atıp kapanmak üzerine bir taktik geliştirecekler. Angola, gruptaki takımlari çinde hücum anlamında en iştahlı ve ne fazla varyasyona sahip olan takım. Turnuvada diğer maçlarda tribünlerin çok dolmadığı da düşünülürse ev sahibinin devam etmesinin tercihe şayan olduğu muhakkak. (kendi tercihimden bahsetmiyorum elbette)

SONUÇLAR:
Angola-Mali : 4-4          Malawi-Cezayir: 3-0
Angola-Malawi: 2-0      Mali-Cezayir: 0-1


B Grubu:
Burkina Faso'nun Fildişi Sahili'nden puan koparması iyi bir takım olduklarını değil, dirençli ve şanslı olduklarını gösteriyor sadece. Son maçta Gana'nın kendine gelmesini bekliyorum. Eğer Fildişi Sahili karşısındaki gibi oynayacaklarsa, onların da Dünya Kupası öncesinde vakit varken yeniden ne yapabileceklerini düşünmeleri gerekiyor. Çok yönlü ve kaliteli bir kadroya sahip olmalarına ve gençler turnuvalarında başarı gösteren yeni isimlerin de yavaş yavaş monte edilmesine rağmen, ilk maç beni hayal kırıklığına uğrattı. Togo saldırıya uğrayıp turunuvadan çekilmeseydi bu grupta çok şeyleri değiştirme potansiyeline sahipti aslında.

SONUÇLAR:
B.Faso- Fildişi S. : 0-0
Fildişi S. -Gana: 3-1

C Grubu:
Mısır'ın, "başka bir yeri bilemem ama bu Ermeydanı'nın pehlivanı benim" dediği bir grup oluyor. Şahsen Nijerya'nın daha fazla etki göstermesini beklerdim. Kartallar'da yaratıcı oyuncu sıkıntısı göze çarpıyor. Yine de Mozambik'e yenilmezlerse gruptan çıkmayı başaracakalr. Benin ile Mozambik arasındaki maçı izlemedim ama anlaşılan Benin büyük bi fırsatı tepmiş. İkisinin de gruptan çıkma şansları bir hayli azalmış durumda.

SONUÇLAR:
Benin-Mozambik: 2-2          Mısır-Nijerya: 3-1
Nijerya-Benin: 1-0               Mısır-Mozambik: 2-0

D Grubu:
Bir tunuva başlarken en keyiflisi sürprizin kim olacağını hissedip bu beklentinin gerçeğe dönüşmesini beklemektir. Gabon, bunu bana yaşattı sağolsun. Gruptan çıkmayı ve lider olup Mısır'dan kurtulmayı başarırlarsa ileri gitmeleri çok muhtemel. O durumda detaylı bir Gabon yazısı düşünüyorum. Şimdilik sadece kaleci Ovono Ebang'a hayran kaldığımı söylemeliyim, ki kendisi şu ana dek gol yemeyen tek kaleci. Fransız Alain Giresse çok disiplinli ve karakterli bir takım yaratmayı başarmış. Bu arada Ankaragüçlü (hala orada mı bilmiyorum) Meye ve Sivasporlu Zita da bu takımda.

Burada da önceden hesaba katmadığım Zambiya da iyi bir performans gösteriyor. Gabon'a methiyeler saydım az önce ama  onlar için Kamerun'dan da Tunus'tan da daha tehlikeli bir takım tipi olabilir Zambiya.

Kamerun, giderek açılacak gibi görünse de yıldızların biraz yaşlandığı, kadronun eskisi gibi olmadığı anlaşılıyor. Giderek Eto'o'ya bağımlı hale geliyorlar. Bu bağımlılık ilerleyen maçlarda sıkıntı yaratacağa benziyor. Tunus ise kendilerini Dünya Kupası biletinden eden dertten muzdarip hala. Gol noktalarında bir türlü çoğalıp zengin hücum edemiyorlar. Kamerun önünde işleri zor görünüyor.

SONUÇLAR:
Kamerun-Gabon: 0-1     Tunus-Zambiya: 1-1
Gabon-Tunus: 0-0         Zambiya-Kamerun: 2-3

Juventus'ta kara günler


Geçen hafta Torino’daki 3-0’lık mağlubiyet yalnızca Serie A’da şampiyonluğun bu sezon Milanolular arasında geçeceğini değil, aynı zamanda Juventus’taki krizin derinleşmeye namzet olduğunu da göstermişti.


Tabii bu durum geldiği günden beri tartışılan Ferrara’nın da geleceğinin karanlıklar içinde olduğunu gösteriyordu. Hafta içinde Juve, İtalya Kupası’nda Napoli’yi 3-0 yendi ama bu soluklanma, gerçek anlamdaki bir hayata dönüşten ziyade krizin üzerine konan bir buz parçası gibiydi. Buzun eridiği bugün Chievo önünde ortaya çıktı.

Juventus bu sezon transferde iki Brezilyalı Diego ve Felipe Melo’ya kamyonla para döktü. İkisi de parlak oyuncular olmasına rağmen performansları hayal kırıklığı. Rakiplerine nazaran daha iyi ve mümbit bir altyapıya sahip olmalarına rağmen buradan çıkan Marcihisio, Giovinco, De Ceglie gibi oyuncuları da gerektiği gibi kullanmayı başaramadılar. (Bu konudaki istisna Chiellini) Takımın kadrosundaki yapısal bozukluk bir türlü giderilemedi, çok pahalıya alınan Melo, Tiago, Poulsen gibi oyuncular takımın orta sahasındaki o boşluğa çare olamadı. Bir de Nedved’in gidişinden sonra, Del Piero’nun da bu sezon eski günlerinden uzak olması da eklenince kaledeki Buffon dışında taraftar ile gönül bağını kuran bir isim kalmadı. Real’in gönderdiği, 2006’da küme düşürülürken gemiyi terk eden “Balon d’Or” sahibi Cannavaro’nun gelişini de bütün bunlar çerçevesinde bence ayrı bir hataydı.

Bugünkü noktada Ferrara’nın günleri sayılı görünüyor. Bu kadar üst düzey bir takımda tecrübesiz bir hocanın, “bizim evladımız” kontenjanından görev yapmak biraz zor zaten. Milan’da Leonardo bunun çok daha ağırını sezon başında yaşasa da bana göre şaşırtıcı biçimde krizden çıkıp, her geçen gün daha iyiye gitmeye devam ediyor. Ferrara’nın seyir defteri ise ters istikamette yazıldı, yazılıyor ve yakında bitmeye namzet görünüyor. Juve fena başlamamıştı ancak üst üste alınan mağlubiyetler, bugün takımın Şampiyonlar Ligi’nden elenmesine ve ligde Inter’in 13 puan gerisine düşmesine sebep oldu. Hatta bu hafta sonunda Roma ve Napoli’ye geçilerek ilk 4’ün dışında kaldı. Yani Juve’nin bu gidişle Şampiyonlar Ligi şansı kazanması bile zorda, puan cetvelinin aşağıdaki kesitine bakarsak.

1. Inter 46
2. Milan 40
3. Roma 35
4. Napoli 34
5. Juventus 33
6. Palermo 31

Ferrara’nın elindeki malzemeyi kullanamama, takımı yanlış tertiple sahaya sürme gibi sorunları yok, sorun işler kötüye giderken müdahale edememesinde. Bayern Münih’le oynanan son Şampiyonlar Ligi grup maçını hatırlayın. Öne geçen bir takımın moral mopmentumunu nasıl kaybettiğini ve saha içinde umutsuz ve organizasyonsuz kalarak pamuk şeker gibi dağıldığını. Aynı şekilde geçen hafta Milan önünde 1-0 mağlup iken kimseye heyecan vermeyen nafile ataklar yapan takımı.

Sorun burada ama çözüm nerede bunu bilmek mümkün değil. Çünkü devre arası kaliteli antrenör bulmak kolay değil. Juventus, Inter gibi yabancı antrenöre çok açık bir kulüp de değil. 2. ligde, Didier Deschamps yönetimindeki 2006-07 sezonu sayılmazsa, takımı en son çalıştıran yabancı antrenör 1969-70 sezonunda Arjantinli Luis Carniglia. Şu an için İtalyan hocalardan boşta olabilecek Spaletti Zenit ile, Mancini de Man Cİty ile yeni anlaştı malum. Lippi de milli takımda.

Belki de bu sezonu böyle bitirip Ferrara’ya güvenlerini tazeleme kararını sezon sonuna bırakacaklar. Burada 2 ay önce Benitez’in koltuğu sallantıda olabilir demiştim, adam yernide duruyor. Belki Ferrara’ya da uğurlu gelirim, bilemiyorum…



10 Ocak 2010 Pazar

Afrika Kupası 2010 (eğer bir anlamı kaldıysa)


Başlık birkaç gündür yazmaya fırsat bulamadığım veya üşendiğim yazıya ait. Parantez içi ise bu gecikmenin sonunda karşılaştığımız durumla. Togo takımını taşıyan otobüsün silahlı saldırıya uğraması, otobüsün şöförü dahil 3 kişinin ölmesi ve bazı oyuncuların yaralanmasıyla sonuçlanan durumdan söz ediyorum. Bu olayın ardından Togo turnuvadan haklı olarak çekilme kararı aldı. Angola güvenliğin sağlandığını ve maçların oynanmasına engel bir durumun olmadığ açıklamasını yaptı.

Anlaşılan o ki, yarın her şey normal akışında ilerleyecek, belki saygı duruşu ve siyah bant ritüelleri yerine getirilmek suretiyle kupa evsahibi Angola ile Mali'nin oynayacağı maç ile açılacak.

Aslında bu turnuvayla ilgili bambaşka beklentiler vardı. İlk kez Afrika'da düzenlenecek Dünya Kupası öncesinde o sahneye çıkacak 5 takım potansiyellerini sergileyecek, o hem beklenen büyük sürprizi kimin yapacağı fikri futbolseverlerin kafasında oturmaya başlayacaktı. Ama Togo'nun başına gelen olay hepsinin üzerine bir gölge getirip bıraktı.

Haberi ilk duyduğumda turnuvanın derhal iptal edilmesi gerektiğini düşündüm. Sonra zaman geçtikça tipik bir öfke-kalkış-zarar-oturuş döngüsünün içinde kaldığımı fark ettim. Bu "show must go on" prensibine olan bağlılığımdan ileri gelmiyor. İnsan hayatı her şeyden önemlidir, şov da durur oyun da. Ancak bu organizasyonun iptalinin, her ne kadar Güney Afrika çok daha güvenli koşullara sahip ise de,  Dünya Kupası üzerinde de kuşku doğurması ve Afrika'yı saran umudun yerini tedirginlik ve karamsarlığa bırakması sonucunu doğurabileceğini unutmamak gerek. İkinci olarak, belki de daha önemlisi bir terör saldırısının bu kadar kesin bir sonuç yaratacak kadar güçlü olduğu imajının verilmesinin terörü cesaretlendirme riski beni bu turnuvanın oynanması gerektiğine ikna etti.

Bununla mukayese edebildiğim 1972 Münih'te yaşananlar ve 1996'da Atlanta'da bir Olimpiyat Köyü içindeki parka bomba konulması sonrasında da organizasyon devam etmişti. Şimdi Afrika Kupası (CAN) 2010'da teröre karşı durma ve güçlü bir protesto ortaya koymak için iyi bir sahne olabilir.

Maçları imkan buldukça izlemeye çalışıp, izlediklerim hakkındaki yorumlarımı da buraya yazabilmeyi umut ediyorum. İlk etapta, en büyük çekişmeyi vaat eden grubun A Grubu olduğunu düşünüyorum, Mali zayıf görünse de tanunmış yıldızları olan bir ekip ve ilk maçta ev sahibi Angola'dan puan koparabilirse çıkma şansı olabilir gruptan. Angola, ev sahibi olma avantajıyla kupanın sürpriz takımı olabilir. Bir de yıllar sonra Dünya Kupası'na katılma zaferinin sarhoşluğu süren Cezayir var.

B Grubu'nda Fildişi Sahili ve Gana, C'de Mısır ve Nijerya avantajlı. D Grubu'nda Kamerun-Tunus ilk bakışta rahat geçerler gibi görünse de Gabon'un, Dünya Kupası elemelerindeki performansına da bakınca sürpriz yapabileceğini düşünüyorum.

Afrika futbolunda kabaca bir ayrım yapılırsa iki ana akım var. Birincisi atletik, yetenekli, tempolu ve ani parlamalar yapabilen ancak istikrarsız ve organizasyonsuz olan grup. İkincisi de daha Avrupa futboluna yakın, takım oyunu oynayan ancak izleyenlere daha tekdüze bir performans sunan Kuzey Afrikalılar. Son birkaç kupada ikinci ekolün ağır bastığını gördük. Ancak, bu ekolün birinci temsilcisi olan son şampiyon Mısır'ın kadro ve oyun anlayışı itibariyle yavaş yavaş eskidiği, en son Cezayir play-off larında da görüldü.

Büyük ihtimalle, bu iki ekolün sentezini  yapmayı başaran şampiyonluğa gidecek.O yüzden çoğunluktan ayrılmaya lüzum yok ben Fildişi Sahili'ni, sadece oyuncu kadrosundan değil, Halilhodziç'in bu sentezi yakalayabileceğine inancımdan dolayı kupaya yakın görüyorum. Sürpriz adayım ise Gabon...

Galatasaray'ın cezasının indirilmesi üzerine


Bu konudaki düşüncelerimi yazıp yazmamak konusunda çok tereddüt ettim. Aslında tereddütüm daha ziyade kafamdaki düşünceleri netleştirememekten, daha doğrusu kendi kendime sürekli "Galatasaraylı olduğum için mi böyle düşünüyorum?" diye sormamdan kaynaklandı.


Bir taraftan da içim rahat, çünkü yaklaşık 2 ay önce yazdığım bu blogdaki ilk postlarımdan birinde durumun kabul edilemez olduğunu en açık dille yazmış bulunuyorum. Bu skandalın cezası doğrudan küme düşürülme olmalıydı bence. Ancak anlaşılan Federasyon belki ligin prestijini veya maddi kaygılarla seyirci ilgisini düşünerek (sonuçta futbolda Ankaraspor'u düşürmekle, basketbolda Galatasaray'ı düşürmek aynı şey değil), belki de Avrupa Kupaları'nda oynamasını dikkate alarak öyle veya böyle bu sezonu bitirmesine halel getirmeyecek şekilde "fiilen küme düşürme" cezası verdi.

Bu koşullar altında, GSGM Tahkim Kurulu'nun puan silme cezasını kaldırmasını bir garabeti düzelttiğin düşünüyorum. Zira kararda, puan silme cezasının hukuki dayanağı olmadığından bahsediliyor. Neticede, Cemal Nalga beş maç ceza aldığından ve sahtekarlık yapılarak kendisi cezasını hazırlık maçlarında çekmiş gibi gösterildiğinden ilk 5 maçta Galatasaray'ın hükmen mağlup sayılması ve dolayısıyla kaybettiği maçlarda verilen 1'er puanı dahi alamaması gayet normal. Zaten bu durum otomatikman 5 puanın da silinmesi anlamına geliyor. Ancak silinen ekstra 5 puan kime göre neye göre belirleniyor, burası sakat. Sanki kümede kalma baremi hesaplanmış da ona göre verilmiş bir karar gibi. Zaten Tahkim Kurulu da buna göre karar vemiş, itiraz sahibi Galatasaray olduğundan ve bu karar onlar için tatmin edici göründüğünden bu dosya kapanmış gibi görünüyor.

Tabii bu noktada, Kaan Kural'ın normal yaptırım uygulandığı ve sahtekarlıkğın cezasız kaldığı yönündeki yorumuna da bir yerde hak veriyorum. Bir yerden de son haftalarda müthiş mücadele ederek herkesin sempatisini kazanan bir takım var, onur mücadelesi verdiği imajını sunarken, kamuoyunda bir yerlerden iteklendiği algısının oluşma riski de rahatsız edici. Ancak ne şiş yansın ne kebap mantığıyla verilen kararın tahkimi de böyle olur demem gerek.

Son olarak oyuncular hakkında da bir iki kelam etmek gerekirse, her ne olursa olsun o formayı giyen Cemal Nalga'nın cezasını normal karşılıyorum. Sonuçta, burası yıldız takım değil, yaptığın hareketin sorumluluğunu alman lazım. Tufan'ın durumu ise biraz daha farklı. Sonuçta sahtekarlığın vuku bulduğu sahada yok ve nereye kadar hadiseyi engelleyebilir, bilemeyiz. Yine de takım kaptanı olarak olaydan haberi varsa bu cezayı onun da hak ettiğini düşünüyorum.

Bundan sonra dilediğim tek şey Galatasaray'ın şu ana kadarki mücadelesini aynen sürdürmesi ve basketbol kamuyounun saygısını yeniden kazanması...


Hırs budur
















Maçı açtığımda skorun 2-2 olduğunu görünce şaşırmıştım. Başka türlüsü de mümkün değildi zaten zira Serie A'nın lideri ve şampiyonluğun yegane favorisi ile son sırada yer alan ve hafta içinde de kendi sahasında 5 yemiş bir takım karşı karşıya geliyordu. Hani bahis oymnarken verilen oran çok az olduğundan kuponunuza almaya tenezzül etmeyeceğiniz bir maçtı. Tam bunları düşündüğüm sırada Maccarone, Siena'nın 3. golünü atınca iş daha da renklendi.

Bu golden sonra Inter sadece sıradan bir yıldızlar topluluğu takımı değil isyan edn karaktere sahip bir ekip olduğunu da gösterdi. Başta sahaya girmeye bile kalkışan ama her hareketiyle, kaybedilse dahi telafisi mümkün  olan bir maçı, asla kaybetmek istemeyen biri olduğunu gösteren Mourinho ve sahadaki yansıması Sneijder.

Geçen sezonki Real Madrid kadrosu tam benim sevdiğim gibi Hollandalı doluydu. Bu sezon Galacticos II. dönemi uğruna Robben ve Sneijder'i postaladılar. Robben belki dünyanın en yetenekli 3-5 isminden birisi ama tam bir dikkat-kırılacak. Sneijder ise kendini gösterebileceği bir yer buldu neyse ki. 88. dakikada gelen golü ilaç gibiydi.

Sneijder 2. goal

Zaten maç sonrasında özeti izlediğimde de ilk goldeki 50m. pasınıve kendisinin kaydettiği diğer frikik golünü gördüm ve helal olsun dedim...

Son dakikada da Inter bir gol daha buldu ve 3 puanı aldı. Bazı maçlar şampiyonluk öykülerinde dönüm noktası olabilir. Şu an için Inter'den başkasına şans veren yok ama bu maç kaybedilseydi Milan iyice yaklaşacaktı. Anlaşılan o ki Mourinho ve Sneijder bu şampiyonluğu istiyor. Mourinho'yu bilemiyorum ama, umarım Sneijder Haziran'da Güney Afrika'da da böyle güzel şeyler istesin...

Share
|


6 Ocak 2010 Çarşamba

Yılın Sporcusu kimdir?




Çocukluğumdan hatırladığım yeni yıl ritüellerinin başında, öğlene doğru uyandığımda kaptığım gibi arka sayfasında kimin resmi olduğuna baktığım Milliyet gazetesi gelir. Kimin yılın sporcusu seçileceği o tarihlerden beri Oscar'ı hangi filmin alacağına benzer bir merak oluştmuştur bende. Son yıllarda başta internet siteleri olmak üzere, çeşitli mecralarda yapılan yılın sporcusu anketlerinin sayısı arttıkça Milliyet'in anketinin popülerliği azalmasına rağmen hala yeri başkadır.

Bir diğer prestijli anket ise bu memleket için bir nimet olduğunu düşündüğüm NTVSPOR tarafından gerçekleştirildi ve yaklaşık 40.000 katılımcının oylarıyla yılın sporcusu belirlendi.

Bu iki anketin sonucunda Hidayet Türkoğlu, Milliyet'te az farkla ikinci olurken, NTVSPOR'da açık ara birinciliği elde etti. Dünyada yılın sporcusu olarak ise Milliyet'te Usain Bolt, NTVSPOR'da ise Messi seçildi.

Bu bilgilere ulaşmak herkes için mümkün. O yüzden daha fazla uzatmadan bu yazının esas derdine gelelim. Ben, yılın sporcusu seçiminde başta futbol ve basketbol olmak üzere takım sporlarıyla uğraşan isimlerin dikkate alınmaması taraftarıyım.

Futbolculara ya da basketbolculara bir garezim yok elbette. Dünya genelinde en popüler konumdaki sporcuları da en az diğerleri kadar efor harcıyor ve hatta çoğunlukla onlardan daha fazla seyir zevki sunuyor.
Ancak hiçbir futbolcunun veya basketbolcunun tek başına dünyaları kazanması mümkün değil. Süper yıldızların yanına onları bütünleyecek isimler gerekiyor ki takım başarıya ulaşabilsin.

Ahmet Çakar'ın vecizesinde olduğu gibi "Shaq adamsa Miami'yi tek başına şampiyon yapsın" gibi bir şeyi kastemiyorum tabii ki. Süper yıldızlar, kendilerini takımlarıyla birlikte yüceltiyorlar, onları çekip aldığınızda oynadıkları takım sıradanlaşıyor, bunların hepsi kabulüm. Yine de, Maradona her zaman 1986'daki İngiltere maçındaki gibi herkesi geçip gol atamadığından, eninde sonunda onun ara pasına hareketlenecek bir Valdano veya  Bruchaga'ya ihtiyaç duymuyor mu? Ya da başka bir açıdan şöyle soralım: 10-15 yıldır istikrarını koruyan ve her zaman için dünyanın en iyi futbolcuları arasında gösterilen Ryan Giggs'in oynadığı Galler neden bu süre zarfında bir tek uluslararası turnuvaya bile katılamadı?


Aslında bunun idrakında olan isimlerin başında pek çok insana göre 2009'un en iyisi olan Messi geliyor. Genç Arjantinli "Ballon d'Or" ödülünü takım arkadaşlarına ithaf ederken, basmakalıp bir tevazuyu değil, bir gerçekliği ortaya koyuyor. Zira geçtiğimiz yıl, tarihin en büyük performanslarından birini ortaya koyan Barcelona'da örneğin Xavi ya da Iniesta olmadan aynı başarının gelemeyeceğini en iyi kendisi biliyor.

Futbolcular ve NBA yıldızları dışındakiler belki de 2009 bir Olimpiyat Yılı olmadığı için geri planda kaldılar. Anca, kim ne derse desin benim aklıma 2009 denildiğinde Usain Bolt'un insaniyet sınırlarını zorlayan 100 ve 200 m. rekorları gelecek.



 



|




Unutulmayan maçlar

Geriye sayım listesini tamamladı, yeni yılda yazmayı bıraktı şeklinde algılanmasın, geri döndüm:)

Listeyle ilgili belirtmek istediğim başlıca husus şudur ki; 1999-2000 sezonu değerlendirmeye alınmamış, dolayısıyla Galatasaray'ın 2000 yılında UEFA Kupası'na giden yoldaki galibiyetleri unutulmayan zaferler listesinde yer almamıştır.

Aslında böylesi daha iyi oldu bir bakıma, özellikle Avrupa'daki zaferler konusunda bir çeşitliliği yakalamış oldum.

Türkiye Ligi'nden ise o sezon unutamadığım 2 maç var. Burada değinmesem gönlüm razı gelmezdi. Birincisi Ali Sami Yen'deki Johnson'un frikik golüyle 1-0'lık Fenerbahçe galibiyeti ile sonuçlanan maç. Diğeri de İnönü'de 1-1 biten Beşiktaş, Galatasaray maçı. Burada da, Halilagiç'in geri pasını Fevzi'nin ıska geçmesiyle gelen Galatasaray'ın golünü unutmak mümkün değil.







1 Ocak 2010 Cuma

Geriye sayım #1: Avrupa Kupaları'nda 2000'lerin unutulmayan 10 zaferi

1# 2000-01- Galatasaray-Real Madrid: 3-2 (3.4.2001)

Salt skora bakıldığında inanılmaz bir sonuç gibi durmuyor belki, Türk takımlarının geçmişinde çok daha görkemli zaferler var. Galatasaray’ın o sezonun başında Real Madrid’i Süper Kupa finalinde yenmişliği de var. Ancak, bir önceki sezonun Şampiyonlar Ligi şampiyonu Real Madrid’in o dönemki kadrosu “Los Galacticos”un iyice oturmuş olduğunu ve neredeyse rakipsiz hale geldiğini gözden kaçırmamak lazım.


Bu maçı unutulmaz kılan ise tabi ki skorun meydana gelme şekil, ilk yarıda Real Madrid gibi bir takıma karşı içeriye 2-0 mağlup girmek her şeyin sonu demekti. Bu bir grup maçı olsa strateji sakin bir oyunla 2-2’yi yakalayıp 1 puanı hedeflemek olabilirdi ama bu Şampiyonlar Ligi Çeyrek Final ilk maçıydı ve zaten yenen 2 gol yüzünden tur büyük ölçüde kaybedilmişti. O zaman sahay bir ruh koymak gerekiyordu, isyan etmek, rakibi şaşırtmak.

İkinci yarıya inanılmaz bir hızla başladı Galatasaray, rakibe top göstermedi. Hatta, hala da bu şekilde düşünüyorum, hakem Collina dahi bunaldı bu baskıdan ve düdüğünü çalarak çok da inandırıcı olmayan bir penaltıya hükmetti.

İlk gol çok ilginç bir sonuç yarattı. Real Madrid telaşlanmaya, Galatasaray coşmaya bşladı. Özellikle sağ kanattan Fatih Akyel’in sürüklediği ataklar sonucunda iki gol daha geldi ve 2000’lerin ilk 10 yılının en unutulmaz zaferine giden yolu açtı.

Unutmadan, “Gerçekleri tarih yazar, tarihi de Galatasaray” sloganı bu maçta çıkmıştı.

Goller: Ümit Davala (pen.), Hasan Şaş, Jardel / Helguera, Makelele



Geriye sayım #1: Avrupa Kupaları'nda 2000'lerin unutulmayan 10 hezimeti

1# 2007-08 Liverpool-Beşiktaş: 8-0 (3.11.2007)

Bugün baktığımızda rahatlıkla böyle bir skorun hak edilmediğini söylemek mümkün. Bazı kritik noktalarda Beşiktaş ipin ucunu elinden kaçırınca hezimet kaçınılmaz hale geldi.

Belki de bu maçtan 2 hafta önce İstanbul’da Beşiktaş’ın 2-1 galibiyetiyle sona eren maçta aramak lazım bu sonucun izlerini. Muhteşem bir taraftar desteği önünde, oyunu olması gerektiği gibi kontrol eden, tempoyu belirleme lüksünü rakibine teslim etmeyen ve fırsatları değerlendirmeyi bilerek bir çeşit “baskın galibiyet” almıştı Beşiktaş.


Grupta Anfield Road’da oynadığı 2. maça çıkan Liverpool, ilkinde Marsilya’ya yenilmiş olmasının da etkisiyle, kaybedeceği puanların gruptan çıkmasını büyük riske atacağının bilinci, ilk üç maçta yalnızca tek puan alabilmenin öfkesi ve deplasmanda yaşadığı yenilginin rövanşını alma isteğiyle çok hırslı ve hızlı başladı maça. Bu beklenmeyen bir başlangıç değildi ama nedense Beşiktaş şaşkın görünüyordu. Kazanılan hiçbir top olumlu kullanılamayıp, duvar tenisi gibi geri dönünce baskı giderek arttı ve goller gelmeye başladı.

Her şeye rağmen ilk yarı 2-0 bittikten sonra bile bu maçın hezimete dönmemesi mümkündü. Aslında, tamamen bir önceki sezon aynı sahada Galatasaray’ın karşı karşıya kaldığı duruma benziyordu yaşanan. Hatırlamak gerekirse ,ilk yarı içeriye 3-0 mağlup giren Galatasaray ikinci yarıda maçı 3-2’ye getirmiş hatta beraberlği kaçıran taraf olmuştu. Buradan da anlaşılacağı gibi ikinci yarıya yeni bir başlangıç, biraz daha ayakları yere basan bir pas oyunu ve anahtar kelime “sakinlik” gerekiyordu. Hiçbirini yapamadı Beşiktaş. Aksine geçen dakikalar paniği arttırdı ve gollerin arkası çorap söküğü gibi gelmeye başladı. Özellikle sol kanatta İbrahim Üzülmez’in savunduğu alan koridor oldu, kalede Hakan Arıkan bir-iki şanssız golün ardından tamamen oyun konsantrasyonunu kaybetti ve “akışına bıraktı”. Netice, 20 yıl önce İngilizlere karşı yaşanan felaketleri andıran 8 gollü bir mağlubiyet oldu.

Goller: Crouch (2), Benayoun (3), Gerrard, Babbel (2)