18 Şubat 2010 Perşembe

Dönüm noktası



Galatasaray'ın, Atletico Madrid önünde bu akşam sergileyeceği performans birçok açıdan geleceğe yönelik olarak doğrudan etkili olacak. Bu geleceğe yönelik etkiler arasında sadece bu sezonki başarıların ötesinde Rijkaard'ın Galatasaray'daki uzun vadeli hedeflerinin gerçekleşebilirliği, kadro yapısının alabileceği şekiller, yönetimin durumu vs... gibi birçok konu var. İşin ilginç yanı Galatasaray'da Aralık ayında kura çekiminde var olan iyimser hava tam tersine dönmüş durumda. O dönemde bu maç için en çok güvenilen Kewell ve Baros ile takım için önemi oynamadığı dönemde anlaşılan Sabri oynayamayacak ve klasik bir santrfora sahip olmayan Galatasaray'ın gol yollarında sıkıntı çektiği aşikar. Öyleyse bu akşam nasıl oynamalı?
Bu sezonun başından beri Rijkaard ve ekibinin takıma getirmeye çalıştığı temel ilke hız. Ancak buradaki hızdan kasıt, oyunun yönünü değiştirebilme hızı. Bu yüzden ilk yarıda sağ kanatta Keita, sol kanatta Kewell ve santrforda Baros oynadığında Galatasaray başdöndürücü bir hızla hücum edebiliyordu. Bugün kadro yapısı biraz daha değişik fakat takıma giderek uyum sağlayan ve bu hızlı yön değiştirme futbolunu sahanın bütününü gören oyun zekasıyla en iyi biçimde uygulayabilecek Elano faktörü var.

Atletico Madrid, Barcelona karşısında savunmasını öne çıkararak oyunudar bir alana sıkıştırdı. Galatasaray'ın bu oyun yapısına birebir uyum sağlaması ve bunu yaparken de savunmayı gereğinden fazla öne çıkarmaması hele ofsayt taktiği gibi maceralardan kesinlikle kaçınması lazım. Zira stoperler görece ağır ve Atletico'nun ana hücum planı ani hızlı ataklar olduğundan Forlan ve Agüero gibi açık oyuncuların cezayı kesmesi yüksek ihtimal.

Öyleyse, orta sahada topu iyi saklamalı Galatasaray. Hücumda top alabilen bir santrfor olmadığından bu top saklama işi 2. ve 3. bölgeler arasında yapılmalı. Bu durumda akla yatkın olan fiziği biraz daha müsait olan Keita'nın santrforda Arda'nın ise sağ kanada yakın oynaması. Benim kafamdaki kadroda Giovani'nin yedek oturması lazım bu formuyla. Sol kanadın, 2010 yılı baz alındığında takımın en etkili oyuncusu olan Caner'e teslim edilmesi gerekiyor. Kısacası şöyle bir diziliş öngörüyorum:

                         Leo Franco

Emre G.     Neill              Servet           Hakan Balta

                   Sarp            M. Topal

         Arda           Elano                 Caner

                           Keita

Bu şablonda istenen oyunu kurabilmek için Mehmet Topal ve Mustafa Sarp en kritik oyuncular haline geliyorlar. Mustafa zaten sahada her şeyini veren, oyun sınırları içinde agresif ve ateşleyici bir kimlikte. Kapasitesini aşan şeyler yapmaya soyunmadığında bu tip maçlarda da her zaman faydalı. Burada önemli olan Mehmet Topal'ın 2008'deki performansını yakalaması. Onun da gösterişli oynamasına gerek yok, düz ama verimli oynasın ,pas trafiğine katkıda bulunsun yeter. Atletico Madrid'in Barcelona galibiyetinde Busquets'in sergilediği performansın tam tersine ihtiyaç var yani.

Bir diğer konu da kaptırılan topların hızlı atağa dönüşmesinin engellenmesi konusu. Şu anda elde şok pres yapacak tepe noktası Hakan Şükür olan Okan-Suat-Emre yapısı yok. Arda da Elano da savunmaya yardım etseler de o tempolu presi yapamıyorlar. Bu durumda da makul ölçülerde yapılacak hız kesme amaçlı "Yugoslav faulleri"nin işe yarayabileceğini düşünüyorum.

Erken gol yenmediği sürece Atletico Madrid'in üzerine gittiğinde tehlikeler yaratabilecek potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum Galatasaray'ın, Vicente Calderon'da gol bulmak çok zor değil. Bence psikolojik faktörler de A.Madrid'in Barcelona karşısındaki oyun disiplinin aynısı sergilemesine mani olacak.

Lille Fenerbahçe maçı için de bir şeyler söylemek isterdim ama malesef bu sezon Lille'i hiç izleme fırsatım olmadı. Fransız takımlarının oyun yapısı Fnerbahçe'ye biraz ters gelebilir diye düşünmekle beraber, Fenerbahçe'nin son dönemde pas oyunu konusunda kaydadeğer bir gelişme kaydettiğini de görüyorum.



Ve Hiddink gelir...

Bu konuda uzun bir yazı yazmayı planlıyorum ancak ilk düşüncelerimi burada kısaca paylaşayım. Sadece mevcut seçenekler içinde değil ideal bir dünyada da olabilecek en iyisinin olduğu kanısındayım. Hiddink bir sistem adamı değildir, ziyadesiyle pragmatik bir hocadır ancak başarıya ulaştıramadığı milli takım da olmamıştır kariyerinde. Yani, en doğru formasyonla en akılcı şekilde süreceği bir takım izleyeceğiz sahada. Ağustos'ta resmen başlayacak olsa da Honduras maçındaki kadro seçimi ve bugün açıklanan Mayıs ayındaki ABD kampı kafasındakiler için net bir ipucu verecek. Ben doğru seçim olduğuna inanıyorum.

Bu arada özellikle yakınmak istediğim bir husus var ki o da maaş konusu. Arkadaşlar, ister kabul edin ister etmeyin bu işin piyasası budur. Adının Türkiye Futbol Milli Takımı olması, bu takımı finanse eden federasyonun özerk olduğunu yani kendine ait bir bütçesi ve gelirleri olduğunu değiştirmez. Bu para da bizim cebimizden çıkmadığına göre, nasıl bir şirketin CEO'sunun maaşını eleştirme abesle iştigalse, Milli takım teknik direktörünün maaşını da diline dolamak aynıölçüde abes hatta kanatimce ayıpıtr.

Zaten bu yüzden Fatih Terim'i eleştirebileceğimiz teknik anlamda bir çok yön varken bu maaş konusu gündemde kaldı bir de saçma sapan İngilizceyle dalga geçme mevzu.

Böylece içimi de dökmüş oldum:) 

Şampiyonlar Ligi'nde şaşkınlar gecesi


Bu gece oynanan maçların ikisini de evsahipleri kazandı. Bayern-Fiorentina'yı; Porto da Arsenal'i 2-1 mağlup ettiler. İki ayaklı maçlarda en sevdiğim skor budur, çünkü rövanş için heyecanın baki kalacağının garantisidir.

Bayern'in galibiyet serisini sürdürüp sürdüremeyeceği merakı ağır bastığından ve biraz da Ribery-Robben izlemek istediğimden Fiorentina maçını izlemeyi tercih ettim. Nitekim özellkle Robben yine harikalar yarattı ve seri tüm kupalarda 14 maça uzadı. Ama maça takımlardan çok Norveçli halem Ovrebo damgasını vurdu. Bence kötü niyetli değildi ama ziyadesiyle şaşkındı. İlk pozisyon İlker Yasin'in deyimiyle "hem penaltı hem gol". Gerçekten de niye avantaja bırkamadığını ve penaltıyı verdiyse Ribery'i indiren Kroldrup'u neden atmadığını anlayamadım. İkinci yarıdaki kırmızı kart da baya ağır bir karar gibi geldi bana. Tabii bu noktadan itibaren yardımcı hakem de komedi filmlerindeki baş şaşkının yanındaki eleman rolünü üstlenmeye başladı iyiden iyiye. 89'da Klose'nin golünün linki aşağıda. Maçtan sonra Al-Jazeera'nın pietrosu mesafeyi 2,11 olarak ölçtü. Gerçekten de ofsaytın ne olduğunu bilmeyen birinin bile "bu golde bir gariplik var" diyeceği pozisyonu nasıl atladılar bilemiyorum.

Klose'nin golü

Gecenin ikinci şaşkını ise Arsenal kalecisi Fabianski. Yediği ilk gol şanssızlıkla açıklanamayacak bir beceriksizlik hatta fundemental eksikliği. O gol de bu linkten izlenebilir. İkinci golde de geri pasta topu tutmasından Porto'nun çift vuruşu çabucak kullanıp golü atana kadarki 10 saniyede hala ne olduğunun farkında bile değildi.

Hakem bu golden ötürü çok tartışılacak olsa da doğru karar verdi bence. Kendisinin meşhur Fransa-İrlanda maçının hakemi İsveçli Hansson olması da bu tartışmalara ayrı bir boyut katıyor tabii. Yine de hakemlerin, önceliği oyunun akıcılığını sağlşamak olmalı, Portolular da bu akıcılığı akılcı davranarak ortaya koydular.
Hem Arsenal'in de hakemin düdüğünü beklemeden Henry ile zamanında böyle çok meşhur 1-2 frikik golü attığını biliyorum, gecenin bu saatinde hangi maç olduğu hatırıma gelmese de.. Yani çok itiraz etmesinler bence.

Arsenal ile ilgili son bir paragraf Sol Campbell'a. 2006 finalinden beri ilk kez bir ŞL maçına çıktı ve ilginçtir yine gol attı. Şu anda 37 yaşında. Türkiye'ye gelmesi sıkça konuşuluyordu vaktiyle ama medyamızın onu nasıl karşılayıp hızla yerin dibine sokacağını tahmin edebildiğimden gelmemesi hayırlı olmuş diyebilirim.
Share

17 Şubat 2010 Çarşamba

Lyon-Real Madrid: 1-0


Aslında bu maçın daha gollü geçmesini bekliyordum.Fransa Ligi'ni domine ettiği senelerde Şampiyonlar Ligi'nde bir türlü istediği noktaya gelemeyen Lyon (yarı final dahi göremediler doğru hatırlıyorsam), kendi liginde çok gerilerde kaldığı bu sezon Şampiyonlar Ligi'ndeki başarılı performansını sürdürdü.

Maçın analizi için ilk yarı sonundaki bir istatistik kilit öneme sahip kanımca: Lyon'un 1'i kaleyi bulan 10 şutuna karşılık Real'in sadece 1 şutu vardı devre arasına girerken. Daha sonra Lyon, ikinci yarının makul bir zamanında golü bulunca oyunu daha fazla forse etmemeyi uygun gördü. Gerçi buna rağmen 1-2 net fırsat yakaladılar. Real Madrid ise Barnabeu'da turu nasıl olsa geçeriz havasındaydı maç boyunca. Son dakikalarda biraz hareketlenseler de gol için yeterli olmadı.Kaleci Lloris de iki tane çok kritik top çıkardı. Ronaldo'nun kahraman olma isteği ile olmadık yerlerden şut çekme eğilim pek hayra alamet değil onu da söylemek lazım.

Lyon'dan Makoun'un attığı gol müthiş bu arada.

1-0 çok sakat bir skordur bu tip çift ayaklı maçlarda amiyane tabirle. Kendi evinizde güle oynaya 2-0 yaparsınızi, oyunu güzelce kontrol edersiniz, tempoyu ayarlarsınız sonra 90'a doğru bir golle turdan olursunuz. O yüzden Madrid'de Real'in çok dikkatli olamsı lazım, hele de Lyon'un kontratak takımı hüviyetini ve Anfield'da Liverpool'a yaptıkları düşünülürse...

Rooney tipi çağdaş forvet


Man Utd, dün gece Milan'ı 3-2 yenerek San Siro'daki şansızlığını kırmayı başardı. Bizim payımıza düşen ise Şampiyonlar Ligi özlemini 5 golle giderdğimiz bir maç izleme şansı oldu.

Dünkü postta Milan'ın kanatlara dikkat etmesi gerektiğinden zira bu sezon Man Utd.'nin göz alıcı bir futbol oynadığı bütün maçlarda öne çıkan faktörün kanat akınları olduğunu yazmıştım. Nitekim ilk 2 gol sağ kanattan geldi. Milan adına ise Ronaldinho'nun yıldızlaşmasını bekliyordum. Beni haksız çıkarmadı, istekli ve kendine güveni üst düzeydeydi. Zaten 2 golün de yaratıcısı oldu.

Daha önceden hesaba katmadığım, daha doğrusu etkisinin bu denli kuvvetli olacağını tahmin edemediğim ise Rooney faktörüydü. Yalnızca 2 gol atmasından dolayı değil, Man Utd.'ın oyununda üstlendiği çok kritik rolle, geçmişe nazaran biraz yumuşamış görünen Milan savunması arasında ayakta kalarak ama daha da önemlisi takımını ayakta tutarak zaferin mimarı oldu.

İlk bakışta iki takımın da dizilişi 4-3-3 gibiydi. Ancak Milan forvetinde sağ kanatta oynayan Pato'nun ne pres yapma ne de geriye gelme alışkanlığı olduğundan, Ronaldinho da oyunun savunma yönünü sevmediğinden orta sahada hep eksik kaldılar. Çünkü Man Utd.'de forvetin kanatlarında yer alan Nani ve Park aslında orta saha oyuncuları gibi oynadılar. Bu durumda da Man Utd.'nin ortasındaki üçlünün etkinliği arttı. Carrick-Scholes-Fletcher istedikleri gibi paslaştılar ve tempoyu ayarladılar. Fletcher ayrıca iki asistle de maça damga vurdu.

Bu tattik tabloda Rooney'nin oynadığı rol daha belirgin biçimde ortaya çıktı. Çünkü hesapta tek kişi olan Man Utd forveti, Milan forvetindeki 3 kişiden daha yıpratıcı oldu. Özellikle rooney'nin geriye de gelerek yaığı driplingler, sürekli hareket halinde olması ve top tutarak takımı hücuma yerleştirmesi, onun bu sezon zirvelerde dolaşan performansına bir yeni başarı halkası daha ekledi.

Bu maç Serie A ile Premier League arasındaki esas farkın sertlik farkı olduğunu da bir kez daha ispatladı. Bu açıdan Inter-Chelsea eşleşmesini de merakla beklediğimi söylemeliyim.

16 Şubat 2010 Salı

Nihayet Şampiyonlar Ligi

Bu sezon başlatılan ve benim gibi birçok futbolseveri sevinçten uçurduğunu tahmin ettiğim uygulamayla başlamalıyım söze. UEFA, artık 16 takımın kaldığı eleme tunda, maçları 4 haftaya yayarak Salı ve Çarşamba akşamları yalnızca 2’şer maç oynanmasına göre yaraladı takvimi. Hiçbir maçı kaçırmadan birini canlı ve hemen ardından bir maçı banttan izlemek mümkün olacak bu durumda. Hele benim gibi Fas’ta yani maçların 19:45’te başlayacağı bir zaman dilimindeyseniz, maçlar bittiğinde saat daha anca 23:30 olmuş olacak.


Yarınki maçlara dönecek olursak, Inter-Chelsea eşleşmesinden sonra en göz alıcı eşleşme olan Milan-Man Utd. gecenin yıldızı kuşkusuz. Milan son dönemde biraz formdan düşmüş gibi görünse de ŞL’de her zaman Man Utd.’a üstünlük sağlamış bir takım ve bunun bir psikolojik avantaj sağladığı aşikar. Maçla ilgili tüm basının ilk iki notu, Beckham’ın kendisini yetiştiren kulübe karşı oynayacak olması ve Man Utd.’ın ŞL’de San Siro’da Milan’a karşı bugüne kadar gol dahi atamamış olması.

Bu sezon Man Utd., post-Ronaldo dönemi sancılarını halen çekiyor kanımca. İlginç olan, normal bir seyrin başta bocalamak ve sonra giderek yeni döneme alışmak şeklinde gelişmesi gerekirken; United’ın iyice istikrarsız bir takıma dönüşmüş olması. Rooney’nin bu sezonki üstün formu bir yana, kanat ataklarını etkili yapabildikleri bütün maçlarda başarılı oldular. Arsenal maçında Nani’nin performansını ve galibiyete ne kadar kolay gittiklerini hatırlayalım. Ama aynı şekilde, kanatlar işlemediğinde de, üretemeyen kısır bir takıma dönüştükleri muhakkak.

Milan bu sezon Leonardo ile yenilenirken halen savunmasını oturtamamış olmanın sıkıntısını yaşıyor. Man. Utd. karşsıında yukarıda belirttiğim sebeplerden ötürü kanatlarda oynayacak isimlerin (son maçta Abate ve Favalli oynadı) azami ölçüde dikkatli olması gerekiyor.

Bence maçın kilit oyuncusu ise Milan’ın 80 numarası. Son dönemdeki çıkışına rağmen milli takıma alınmayan Ronaldinho için, Serie A’nın da giderek şampiyon Inter ve diğerlerinin sıkıcı mücadelesi olarak algılanmaya başladığı göz önüne alındığında, kendini kanıtlama çabası için en uygun sahne. Biraz da ona güvenerek Milan’ın ilk maçta daha ağır bastığını düşünüyorum ama örneğin 2-1’lik bir mağlubiyet bile Man Utd. için avantajı Old Trafford’a taşımak demek olur.

Gecenin diğer maçında ise çok formda olan Real Madrid’in, karşısında beklediğinden daha dirençli bir Lyon bulacağını tahmin ediyorum. Real kadrosunun zaten gol bulmakta sıkıntı çekeceği düşünülmüyordu sene başında, ancak sıkıntı çekebileceği düşünülen oyunu tutma konusunda da giderek aşama kaydediyorlar. Ronaldo’nun çok formda ve istekli olması da ayrı bir avantaj elbette. Lyon için de dirençli derken kastettiğim, savunmaya kapanmaları değil orta alanda sakin ve etkili bir pas oyunu oynayabilmeleri ve hızlı forvetlerini savunma arkasına sarkıtabilmeleri elbette. Turu geçmek için Real tabii ki favori ama bunun zevkli bir eşleşme izleyeceğimizi engellemeyeceğini düşünüyorum.
Share
|

Atletico Madrid- Barcelona maçının düşündürdükleri


Atletico Madrid- Barcelona maçları her zaman için seyir zevki vat eden ve bol gollü geçmeye namzet maçlar olmuştur bizim kuşağın futbol hafızasında. Özellikle Kral Kupası’nda oynanan ve 5-4 Barcelona’nın kazandığı 12 Mart 1997 tarihindeki maç bu anıların şahikasıdır ve muhtemelen 1990’ların en iyi maçları listesinin en üst sıralarından birinde yer bulur. Daha sonraki zamanda da kâh Barcelona gelir 5–6 atmış, kâh Atletico olmadık zamanda Barça’ya çelme takmıştır.


Dün gece ikinci ihtimal vuku buldu. Maçtan önce Barcelona’nın yamalı bohça tipi bir savunma kurgusuyla çıkacağından hareketle, Atletico’nun da savunmasının dengesiz olduğu verisi göz önüne alınarak bol gollü bir mücadele bekleniyordu. Atletico Madrid’in tek yapabileceği oyunu sıkıştırmaktı. Bunu nasıl başardıklarına birazdan değinmek üzere Barcelona’nın neyi yapamadığından başlayalım.

- Kanat beklerinin, bilhassa da Alves’in yokluğu Barcelona’nın hücum seçeneklerini kısıtladı. Aslında Guardiola bunu önceden öngörmüş olacak ki hücum yönü ağır basan Jeffren ile başladı sağ bekte ancak ne o ne de Maxwell gerekli bindirmeleri yapamadı.

- Atletico Madrid’in presi karşısında savunmadan topla çıkmaktaki beceriksizlik, Barcelona’nın yine çok sayıda pas yapmasına rağmen oyun merkezini ileri taşımasını engelledi. Busquets dünkü maçta inisiyatif almayan ve köprü vazifesi görerek takımı ileri taşımayı başaramayan sıradan bir ön libero performansını aşamadı.

- Messi’nin alışılmışın dışında etkisiz kalması da mağlubiyetin en önemli gerekçelerinden biri oldu. Kimin yazdığını hatırlamıyorum ama yürekten katıldığım bir analizde, Messi’nin topla buluştuğu bölge rakip kaleye yakın olduğunda, yani Messi orta sahaya gelip top almak zorunda kalmadığında performansının en üst seviyede olduğu belirtiliyordu. Dün de Atletico, Messi’yi kalabalık içinde boğarak geriye gelmeye zorladı.

Atletico Madrid’in kadrosu ilk bakışta 4-2-4 sistemi gibi dizilen ve çok cesur bir tertip izlenimi veriyor. Quique Sanchez Flores çok akıllıca bir taktikle maçtan önce, yapması gerekenleri belirlemiş. Takımın mesafesini kısaltmak, alan daraltmak, etkili bir pres (ama deli danalar gibi koşturmadan akıllıca bir alan paylaşımıyla) ve hızlı kontrataklar.

Tabii ki Barcelona’ya karşı bütün takımlar alan daraltıyor ya da daraltmaya çalışıyor. Ancak, Atletico’nun başarısı alan daraltırken, çoğu takımın düştüğü durum gibi kendi sahasına hapsolmadan bunu yapabilmekteydi. Oyun merkezini ilerde kurdular. Özellikle Tiago ve Asunçao, defansın önünde oynayan oyuncuların top kazanma becerileri ile kazandıkları topları kullanma becerilerinin eşit önemde olduğunu ortaya koyar gibiydiler. Sağda Reyes, solda Simao güçlerini boşa harcamadan savunma yaptılar ve zaten pek de meyilli olmayan Jeffren ve Maxwell’in çıkışlarını engellediler. Özellikle Reyes çok istekli ve Sevilla’daki günlerini anımsan bir görüntü içindeydi; ilk goldeki hareketleri ayakta alkışlancak cinstendi. Simao da halen günümüz futbolunda frikik için topun başına geçtiğinde “gol olur” diyenleri çoğunlukla haklı çıkarabilecek nadir oyunculardan biri.

Neticede ise ortak kanı Barcelona’nın, maç sonu istatistiklerinde topa sahip olma konusunda baskınlığı görünmesine rağmen Barcelona gibi oynayamadığı idi. 2009-2010’da, bu durumda kaldıkları Rubin Kazan maçından sonraki ikinci maçtı dün akşamki. Barcelona adına takımın akışkanlığı için oyunun yönünü hızla değiştirilmesi ve bunu yaparken kanat beklerinin öldürücü bindirmelerinin ne kadar önemli olduğu görünmüş oldu. Atletico Madrid açısından da birçok şey görüldü ama onları Çarşamba akşamı yazacağım Galatasaray maç öncesi yazısı için saklıyorum.
Share
|

7 Şubat 2010 Pazar

Euro 2012 kuraları


Vaktiyle Dünya Kupası kuraları çekilmeden önce, bu işten ayrı bir zevk aldığımı yazmıştım. Bugün Euro 2012 Eleme Grubu kuraları çekiliyor. Torbalar şöyle:

1. Torba: İspanya, Almanya, Hollanda, İtalya, İngiltere, Hırvatistan, Rusya, Fransa, Portekiz


2. Torba: Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, İsveç, İsviçre, Sırbistan, TÜRKİYE, Danimarka, Slovakya, Romanya

3. Torba: İsrail, Bulgaristan, Finlandiya, İrlanda Cumhuriyeti, Norveç, İskoçya, Bosna-Hersek, Kuzey İrlanda, Avusturya

4. Torba: Slovenya, Letonya, Macaristan, Litvanya, Belarus, Belçika, Galler, Makedonya, Kıbrıs Rum Kesimi

5. Torba: Karadağ, Arnavutluk, Estonya, Gürcistan, Moldova, İzlanda, Ermenistan, Kazakistan, Liechtenstein

6. Torba: Azerbaycan, Lüksemburg, Malta, Faroe Adaları, Andora, San Marino


Henüz teknik direktörümüz belli olmasa da, fikri takip gereği Türkiye için gönlümden geçen grubu yazıvereyim şuraya.

Fransa (nedense onları geçebiliriz gibi bir his var içimde)
Bulgaristan (ismi tehlikeli gibi ama ciddi krizdeler)
Letonya (çek bir),
Kazakistan (güzel anılarımız var),
Andorra (onlarla hiç oynamadık merak ediyorum)


Louis van Gaal iftiharla sunar!

Bugün Bayern Münih deplasmanda Wolfsburg'u Robben, Van Buyten ve Ribery'nin golleriyle 3-1 yendi ve 22 Kasım 2009'da Bayer Leverkusen'le 1-1 berabere kaldığından bu yana Bundesliga'da oynadığı üst üste 7. maçı da kazanarak, liderle puanlarını eşitlemeyi başardı. Bu maçın ayrı bir anlamı da geçen sezon bu stadda sefilleri oynayarak 5 yemiş olmaları ve Grafite'nin unutulmayan golünde de görüldüğü üzere oyun olarak aşağılanmış olmalarıydı. İntikamı en çarpıcı şekilde aldılar.

Sezon başındaki iddiam devam ediyor. Robben ve Ribery'nin bir arada oynadığı bir takım halihazırda dünya üzerindeki her takımın başına bela olabilecek güçtedir. Bu takımı Şampiyonlar Ligi'nin favorilerinden ilan edemememizin iki temel sebebi var. Birincisi bu 2R'nin kendi emsalleri arasında sakatlığa en müsait iki oyuncu olduğundan birlikte %100 verimle oynayabilecekleri maç sayısının iki elin parmaklarını geçememesi. Bir diğeri de takımın savunma ve daha da belirgin olarak Kahn sonrası kaleci problemi.

Bu sezona iyi bir başlangıç yapılamadı ve futbol ilahları Van Gaal'in kellesine göz koydular. Ama zaman bir kez daha artık "kurt hoca" sınıfına alabileceğimiz Hollandalıyı haklı çıkardı. Gerçi şunu da anlamak lazım, dünyanın en iyi hocası da olsa bir takımla kimyanız uyuşmayabilir. Ancak, Van Gaal'in kimyası da giderek uyuşuyor takımla.

Özellikle Kasım ayında CL'deki Juventus önğnde alınan 4-1'lik galibiyet dönüm noktası oldu. İlginçtir Juve de tam bu maçın sonrasında tepetaklak düşüşe geçti.

Bugün sahaya çıkan takıma bakalım: Butt-Lahm, Van Buyten, Demichelis, Badstuber- Robben, van Bommel, Schwiensteiger, Müller- Gomez ve Oliç.

Ribery de tam sağlıklı olduğunda muhtemelen Oliç'in yerine ilk 11'deki yerini alacak. Bu takıma baktığımızda göze çarpan iki temel öge var. İlki, Van Gaal'in belki de en başarılı olduğu takıml özdeşlecek tipteki genç oyuncuları monte etmekteki başarısı: Badstuber ve Müller artık hiç yadırganan isimler değiler. İkincisi ise Van Buyten, van Bommel ve Gomes'den oluşan takımın omurgası, yani dikey hattın istikrarı ve özellkile ilk ikisinin form grafiğinin uzun yıllardır olmadığı ölüçüde yüksek olması. Bunu da Hollandalı hocaya borçlu olduklarını söylemek yanlış olmaz.

Wolfsburg ise hayal kırıklığı yaratmaya devam ediyor. Şampiyon kadronun yıldızlarını ellerinde tutmayı başardıkları halde nasıl bu duruma düştüklerine anlam vermek zor. Magath gidince böyle oldu demek akla ilk gelen yanıt ancak daha önemlisi Magath sonrası yapılan tercih. Armin Veh artık takımın başında yok ama bu saha içinde yardımlaşamayan, kimyası bozulmuş takım onun takımı. Geçen sene arkalarında Misimoviç'le çılgınlar gibi gol atan Dzeko-Grafite ikilisiyle göz kamaştırıcı bir hücum futbolu oynayan ekip bu sezon sıradan bir takım görüntüsü veriyor.

Yine Bayern'e dönersek, gülümsetici bir hususla yazıyı kapatalım. Haftaiçi birçok yerde Robben'in şortunun altına giydiği içlik polemik konusu olmuştu. Robben çözümü kırımız don ile bulmuş.

Sinemada kollektif futbol

İzlemekte biraz geç kaldığım doğru ama malesef Rabat'ta doğru dürüst sinemaya gitme imkanımız olmuyor. Hele böyle yüksek gişeyi hedeflemeyen tarzda filmler, buranın kıyısından dahi geçmiyor. Neyse ki, sonunda Avrupa Filmleri haftası kapsamında izleme şansı buldum Ken Loach'un "Looking for Eric" filmini.

Kabaca hikayesini anlatırsak, film "loser" olarak tanımlanabilecek bir konumdaki 50'li yaşlarında bir karakterin, idolü olan Eric Cantona'yı bir hayali arkadaş olarak yaratıp, yeniden ayağa kalkmanın ve formanın "yakalarını havaya kaldırmanın" reçetesini öğrenmesi üzerine kurulu. Hikayeyle ilgili daha fazla detaya inmek istemem, çünkü henüz görmemiş olanların bir şekilde izlemesini tavsiye ediyorum hararetle.

Filmin futbolla ilişkisi üzerine birkaç kelam etmek gerekirse, bunun klasik bir futbol filmi olmadığının altını çizmek lazım. Yönetmen, futbolun hayata benzerliklerini ana hikayeyi gölgelemeyecek biçimde yansıtmış. Arada, Manchester United'lı taraftarlar arasında geçen ve kulübün Malcolm Glazer'ın eline geçmesiyle ilgili sürece dair bir atışmayı içeren unutulmaz bir endüstriyel futbol tartışması da Loach'un bu oyuna nasıl baktığının bir ipucunu veriyor adeta.

Yılın sporcusu seçimleri ile ilgili yazıda anlatmaya çalıştığım ama şimdi okuyunca beni de tatmin etmeyen şeyi anlatıyor bu film esasında. Futbolda tek başına hiçbir şey değilsin, arkadaşlarınla birlikte hareket etmen gerekiyor. Bunu da filmin bence en hoş ve akılda kalıcı sahnesinde görüyoruz

Baş karakter Eric, hayali arkadaşı Cantona'ya futbol oynadığı dönemlerdeki unutamadığı anı soruyor. Cantona'nın attığı golleri sıralıyor tek tek. Hiçbiri değil" diyor Cantona, "unutamadığım an Irwin'e verdiğim pastı." Bunun üzerine Eric,  "Peki ya Irwin o golü atamasaydı?" diye sorduğunda, Cantona'nın gülerek takım arkadaşlarına güve konusunda verdiği ders için bile izlenir bu film.