6 Eylül 2013 Cuma

İstanbul 2020 için sonuna kadar evet! (Bölüm 2)


                                  Fotoğraf: 2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları'na ev sahipliği yapacak şehrin açıklanmasına son üç gün kaldı!

Only three days left to select the candidate city to host the 2020 Olympic and Paralympic Games!

2020 Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nın İstanbul’da yapılmasını istiyoruz. Yapılan kamuoyu anketlerinde diğer aday kentlere nazaran halk desteğinin en yoğun olduğu kentin İstanbul olduğu görülüyor. Tüm söylemlerde “İstanbul olimpiyatı hak ediyor” vurgusunu yapıyoruz. Bunun 5. adaylığımız olduğunun altını çizerek ne kadar arzulu olduğumuzu ortaya koyuyoruz. 2020 Olimpiyatları İstanbul’a verilirse, tarihte ilk defa oyunların aynı anda iki kıta üzerinde düzenlenmesi mümkün olacak. İlk defa nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir şehir, olimpiyatla tanışacak. Görkemli tarihi, eşsiz coğrafi konumu ve güzelliği ile kıtaların birleştiği yerde, “Bridge Together” sloganıyla köprüler kurulacak.

Bütün bunların hepsi doğru ancak derinleştirilmezse, içi doldurulmazsa reklam sloganı olarak kalmaya mahkum söylemler. Yanıtlanması gereken sorular var: Olimpiyatı neden istiyoruz? Spor kültürümüz olimpiyat düzenlemeye uygun mu? Olimpiyatlar İstanbul’a ne katacak? Daha da önemlisi İstanbul, olimpiyatlara ne katacak?

Halk desteğinin bu denli yüksek olmasını Türk insanının neredeyse genetik kodlarına yerleşmiş “milli gurur” kavramı ile açıklamak ve “neden yapamayalım, en güzelini yaparız” cümlesindeki hissiyatla açıklamak mümkün. Bu söylemi ve hissiyatı elitist bir tavırla tepeden bakarak, “bizim halkımız olimpiyattan ne anlar ki” tavrıyla eleştirenler var ki onlara söyleyecek söz bulamıyorum. Zira bu isteklilik ve heyecan, Türkiye’de yapılan ve hemen hemen hepsi büyük bir başarıyla gerçekleştirilen büyük çaplı organizasyonlardaki başarımızın temelinde yatan en önemli unsur.

Olimpiyatlar İstanbul'a ne katar?

Oyunların İstanbul’a ne kazandıracağı ve sonraki kuşaklara nasıl bir miras bırakacağı da en çok üzerinde durulması gereken konulardan biri. Bu noktada, kanaatimce muazzam bir başarı öyküsü olan 2012 Londra Olimpiyatları’na dair bir referansa başvurmak ufuk açıcı olacak. Değerli dostum Çetin Cem Yılmaz’ın Britanya Spor Bakanı Hugh Robertson ile yaptığı ve http://www.yazihaneden.com/2013/09/olimpiyatlar-ve-spor-mirasi/ sitesinden okuyabileceğiniz röportajından bir alıntı yapayım:

Londra için 2012 nasıl bir miras bıraktı?

Beş temel mirastan söz edebiliriz. Ekonomik boyutu var: Ülkenize gelen iş ortaklıkları, ekstra turist sayıları gibi. Yenileme boyutu var: İstanbul’da da şehrin belli taraflarını yenileme çalışmalarınız var. Belediye başkanı bana altyapının yapılmakta olduğunu ve yapıldığını söyledi. Bizde de Stratford bölgesini yenileme durumu vardı, burası şu anda Londra’nın son 100 yıldaki en geniş şehir parkı konumunda. Üçüncü olarak, sosyal etkisinden bahsedebiliriz: Oyunları işletmek için 70,000 gönüllüyle çalıştık. Bu gönüllüler bir arada kaldılar ve ileriki etkinliklerde de gönüllü olarak çalışacaklar. Bu insanları ve toplumu başka hiçbir şeyin yapamadığı şekilde bir araya getirdi. Dördüncü konu, spor boyutu. 2012’den sonra Britanya’ya gelecek spor etkinliklerine bakacak olursanız, Olimpiyatlar olmadan bunlar gerçekleşemezdi. İnsanlar bunu yapabildiğinizi görüyorlar, tesislerinize bakıyorlar ve ülkenize gelme konusunda cesaretleniyorlar. Ve son olarak, engelliler üzerindeki etkisi var. Paralimpik Oyunları düzenledikten sonra İstanbul’da kimse engelli insanlara eskisi gibi bakmayacak. Londra’daki insanlar, metroda engellilerle karşılaştıklarında konuşuyorlar, onlara eskisinden tamamen farklı bir şekilde bakıyorlar. Ve elbette Paralimpik Oyunların düzenlenmesi için harcanan para da tüm toplu taşımayı engelli insanların kullanımına çok daha açık hale getirdi.”

Burada bahsedilen beş unsurun her birinin İstanbul için de geçerli olacağını düşünüyorum ve bu düşünce dahi bana heyecan veriyor. Tabii burada en önemlisi Paralimpik Oyunların engellilerin şehirde sosyal hayata aktif biçimde katılmaları ve engellilere yönelik algıların değişmesi yönünde yapacağı katkı. İstanbul’da bu konuda büyük bir sıkıntı olduğu, asla “engelli dostu” bir şehir sayılamayacağı aşikar. Paralimpik Oyunlar bir yandan şehir hayatına yapacağı bu katkıyla, diğer yandan engelli gençlerimizin spor yapmaya teşvik edilmeleri açısından birçok şeyi geri döndürülemez biçimde değiştirecek güce sahip.

Diğer yandan, uluslararası sistemde devlet dışı aktörlerin konumlarının giderek güçlendiği, dış politikanın kapalı kapılarının açılarak kamuoyunun eğilimlerinin dikkate alınmasının kaçınılmaz hale geldiği bir dönemde, ülkelerin kendilerini güçlü kılan klasik unsurların yanında “yumuşak güçlerini” de arttırma çabasında olduğu bir dönemi yaşıyoruz. 2012 Londra Olimpiyatları’nın sadece açılış ve kapanış törenlerinin dahi Britanya’nın yumuşak gücüne yaptığı katkıyı yadsımak mümkün görünmüyor. Aynı etkiyi, hatta belki daha fazlasını İstanbul için beklemek, hayalci bir yaklaşım olmayacaktır. 

                                     Fotoğraf: 2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları'na ev sahipliği yapacak şehrin açıklanmasına son beş gün kaldı!

Only five days left to select the candidate city to host the 2020 Olympic and Paralympic Games!


Spor kültürü

İstanbul 2020 Adaylık Komitesi Başkanı Hasan Arat, 5 Eylül tarihinde Buenos Aires’te gerçekleştirdiği basın toplantısında bir sürprizle ortaya çıkarak 25 yaşın altındaki 50 spor elçisi genci dünya kamuoyuna tanıttı ve İstanbul’un adaylığının esas unsurunun ne politik destek ne de ekonomik hedefler olduğunu, İstanbul 2020’nin en büyük kozunun bu emaneti sırtında taşıyacak genç nüfus olacağını vurguladı.

Nüfusunun yarısının 25 yaşın altında olduğu ve nüfusu istikrarlı biçimde artmakta olan Türkiye’de, genç nüfusun arzettiği bu potansiyelin, hangi alanda olursa olsun, en iyi biçimde değerlendirilmesi ülkemizin geleceği için de kilit rol oynayacak. Hal böyleyken, İstanbul’un ve Türkiye’nin esas kozunun bu genç nüfus olarak değerlendirilmesi şaşırtıcı değil. Ancak, bugüne kadar sözkonusu potansiyelin nasıl heba edildiği göz önüne alındığında, umutlu olmanın güçleştiği de bir gerçek.

Türkiye’de birçok alanda olduğu gibi sporda da uzun vadeli planlar yapılarak, net bir stratejiyle zaman içinde sonuç almaktan ziyade, motivasyon ve heyecan gibi unsurları ön plana alarak günlük başarıların hedeflendiğini kabul etmek gerek. Bu yüzden birçok başarılı sporcuyu bir yerde “sistem hatası” olarak tanımlamak mümkün. Her ne pahasına olursa olsun “kazanma” odaklı bir spor kültürünün hakim olmasının birçok ilave soruna yol açtığına da sıkça şahit oluyoruz.

2012 Londra Olimpiyatları’nın ilk günlerini hatırlayalım isterseniz. Madalya beklediğimiz haltercilerimiz, güreşçilerimiz, boksörlerimiz beklentilerin altında kaldıkları müsabakaların ardından, kendilerine uzatılan mikrofonlara son derece stresli olduklarını gizleyemeyerek, neredeyse utanç içinde “kamuoyunda özür dileme” çabasına giriştiği sahneleri göz önüne getirelim. Sonra son dönemde utanç verici boyutlara ulaşan ve İstanbul’un adaylığında en büyük dezavantajlardan birini oluşturan doping vakalarını da bu minvalde değerlendirmek mümkün. İki büyük futbol takımının “şike” nedeniyle Avrupa Kupaları’ndan men edilmeleri, yaş küçültme skandalları, spor sahalarında yaşanan şiddet vb. tüm unsurların yolu spor kültürümüzdeki temel sakatlığa çıkıyor. Kazanma odaklı olmaktan öte, “ne pahasına olursa olsun kazanma” odaklı bir anlayış hakim durumda maalesef.  

İşte olimpiyatlar tam da bu noktada Türkiye’nin spor politikasını A’dan Z’ye değiştirmesi için eşsiz bir fırsat niteliğinde olacak. Bu noktada da henüz bu çarkın içinde kirlenmemiş genç sporculara eğilmek tek gerçekçi seçenek olarak öne çıkıyor.

Spor kültürüne getirilen bir diğer haklı eleştiri de futbol hatta daha da özelinde 3 büyükler odaklı bir anlayışın hakim olması. Bunu sadece basını ele alarak dahi kavramak mümkün. Gerçekten de Türkiye’de yayınlanan spor gazeteleri ile örneğin L’Equipe gazetesi karşılaştırıldığında kahrolmamak elde değil. Bunun ötesinde, yaşanan en büyük hayal kırıklığı elbette bu yıl ülkemizde düzenlenen 20 Yaş Altı Dünya Kupası’nda tarihin en az seyirci ortalamalarını yakalamamız oldu. Turnuva sonrasında doğal olarak “madem sadece futbol odaklıydık, bu maçlara neden kimse gelmedi” serzenişleri yükseldi.

Tam da bu noktada, belki fazla iyimser gelebilir ama tablonun o kadar karanlık olduğunu düşünmüyorum. Futbol seyircimizin genel profili, ülkenin hakim spor kültürünü yansıtıyor, doğru. Rakibe saygı duymayan, ne pahasına olursa olsun kazanma odaklı, şiddet eğilimli lümpen bir kültür. Tam da bu yüzden U20 Dünya Kupası’nda tribünler boş kaldı muhtemelen. Fakat Türkiye’de düzenlenen büyük organizasyonlarda,İstanbul’da veya başka bir şehirde Akdeniz Oyunları’ndan Dünya Salon Atletizm Şampiyonası’na; Erzurum Universiade’dan Dünya Basketbol Şampiyonası’na karşılaşmaların tamamen dolduğunu, Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nda  sokakların taştığını görüyoruz. Türkiye’de geniş kitleler tarafından “zengin sporu” olarak aşağılanan, Grand Slam’lerde mücadele edecek bir sporcuya hasret olduğumuz teniste dahi, İstanbul’da düzenlenen WTA turnuvasının biletleri iki yıldır günler öncesinden tükeniyor. Bu yüzden ben Justin Gatlin’i veya Sally Pearson’ı izlemek için Ataköy’e koşan, Serena Williams’tan imzalı bir tenis topu almak için birbiriyle yarışan çocuklara bakıp umutlanmayı tercih ediyorum.  


Son tahlilde, spor kültürümüzün, olimpiyat düzenlemek için yeterli düzeye sahip olmadığını öne sürerek İstanbul’un adaylığına karşı çıkmak;  AB standartlarının çok gerisinde olduğumuzun ön kabulüyle, “Bu halimizle bizi almazlar, o yüzden kendi içimizde standartlarımızı yükseltelim, sonra başvururuz” demeye benziyor. Halbuki, tıpkı AB müzakere sürecinin Türkiye’deki demokratikleşme reformlarına ciddi ölçüde katkısı olduğu gibi, olimpiyatlar da ülkemizdeki spor kültürünün gelişmesini ve bambaşka bir noktaya gelmesini sağlayacak.



                                      Fotoğraf: Bosphorus Zone - Bosphorus Stadium

Olymp-ist

“İstanbul olimpiyatları hak ediyor” sonuna kadar hemfikir olduğum bir slogan olmakla birlikte, “Olimpiyat İstanbul’a yakışacak” sloganını tercih ediyorum. İstanbul, binlerce yıllık tarihiyle; farklı uygarlıkların, imparatorlukların başkenti olarak insanlığın sahip olduğu en değerli kültürel miraslardan biri konumunda, dünyanın en müstesna şehirlerinden biri.

Hiçbir hazırlık yapılmadan, amatör bir ruhla hazırlanılan 2000 adaylığından beri, İstanbul olimpiyatı istiyor. Halkın desteği, şehrin kararlılığı bu süreçten açık alınla çıkılacağı konusundaki ümitleri arttırıyor. İlk adaylık döneminde arabalara, camlara yapıştırılan afişte vurgulanan sloganda yazılı olan “Let’s meet where the continents meet” teması, artık kabak tadı verdiği düşünülse de esasında “Bridge Together” sloganına dönüşmüş haliyle, hala İstanbul’un en büyük kozu.  Olimpizm ruhunu simgeleyen, farklı kıtaların, farklı kültürlerin, farklı renklerin buluştuğu ve 5 farklı halkadan oluşan bayrağın dalgalanması için İstanbul’dan daha uygun bir şehrin bulunmasının kolay olmadığını düşünüyorum.

Siyasi bir argüman olarak görünse de ilk kez Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bir ülkede olimpiyat düzenlenmesi düşüncesinin de kaydadeğer bir husus olduğu kanısındayım. Türkiye, bulunduğu coğrafyada laik bir demokrasi olarak bir cazibe merkezi ve birçok ülke için bir ilham kaynağı konumunda. Türkiye’nin ve İstanbul’un bu müstesna konumunun, insanlığın ortak değeri olan olimpizm ruhuyla taçlandırılmasının, bu bölgeden tüm dünyaya yayılacak olumlu siyasi ve toplumsal yansımalarının olacağını kabul etmek gerekiyor.   

İstanbul’un birçok avantajı ve eksiği olduğu gibi rakiplerinin de birçok avantajı ve eksiği var. Bu noktada, kampanya sürecinde İstanbul 2020 Adaylık Komitesi başta olmak üzere, süreçte rol oynayan herkesi, özverili çabalarının yanında olimpizm ruhuna uygun tavırları için takdir etmek gerekiyor. Tokyo Belediye Başkanı’nın buram buram İslamofobi kokan açıklamaları veya Madrid’in “Latin Amerika oyları çantada keklik, 50’den fazla oyumuz var, ilk turda işi bitiririz” ekseninde oyları manipüle etmeye yönelik basın oyunlarının benzerini bizim komitede görmedik. Rakipleri kötülemeden, İstanbul’un artılarını öne çıkarmaya çalıştılar. Eksikler karşısında kafayı kuma gömmeden, bunlarla yüzleşecek ve bunları düzeltecek iradaye sahip olduklarını gösterdiler. IOC içinde birçok farklı denge sözkonusu olduğundan sonucu kestirmek zor ama hayallerimiz başka bahara kalacak olsa bile İstanbul’un bu adaylık serüveninin saygıyı hak ettiğine inanıyorum.

Bir İstanbul sevdalısı olarak, şehrimde olimpiyat düzenlenmesi benim çocukluk hayallerimden biri. Bu yüzden, konuya biraz fazla duygusal bakıyor olabilirim. Fakat bugün olimpiyatları kendimden çok o dönemdeki hayallerimi bugün kurmakta olan çocuklar için istiyorum.

Ben Türkiye’nin birçok farklı yerinde, 7 Eylül gecesi oylamayı izleyip İstanbul’un 2020 Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nı almasının ardından heyecandan uyuyamayacak, 2020 yılında kendini o muhteşem açılış töreninde yürürken hayal edecek, bu uğurda çalışacak 12-13 yaşlarında okçular, yüzücüler, boksörler, bisikletçiler olduğunu biliyorum. Bu umuda tutunuyorum. Olimpiyatı en çok bunun için, bu çocukların tertemiz yüreklerinde filizlenecek heyecanla güçlenen omuzlarında yükselecek yeni bir spor kültürü için istiyorum. İnanıyorum… 

İstanbul 2020 için sonuna kadar evet! (1. bölüm)




7 Eylül 2013 tarihinde tüm gözler Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te olacak ve yapılacak oylamada 2020 Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nı düzenleyen şehir belirlenecek. 2000 Olimpiyatları oylamasının 1993’te yapıldığını hatırlarsak, İstanbul için 20 yıllık rüyada hedefe en yakın olunan bu 5. adaylığında,  hayallerin gerçek olup olmayacağı belli olacak.

Oylamaya çok az bir süre kalmışken, İstanbul 2020 üzerinde birkaç kelam etmek istedim. Öncelikle lafı eğip bükmeden, net bir biçimde şunu ortaya koymak lazım. İstanbul’da olimpiyat düzenlenmesine karşı olmanın, hangi sebeple olursa olsun gayet meşru ve saygıyla dikkate alınması gereken bir duruş olduğunu, olimpiyat karşıtlığının asla “hainlik” olarak görülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta önceki adaylıkların kamuoyunda hiç tartışılmadığı düşünüldüğünde, bu farkındalığı ve ilgiyi olumlu buluyorum.

Olimpiyata karşı öne sürülen argümanlar özetle,  şehrin mevcut ulaşım ve çarpık kentleşme sıkıntısının olimpiyatlarla daha büyük bir keşmekeşe dönüşeceği, gerçekleştirilecek projeler için çok yüksek miktarlarda kamuya ait kaynağın harcanacağı ve bunun geri dönüşünün olmayacağı, Türkiye’de spor kültürünün olimpiyat için yeterli olmadığı ve kaynakların sporcu sayısını arttırmaya ve geniş kitlelerin spor yapmasına yönelik olarak kullanılması gerektiği, yapılacak tesislerden bazı kesimlerin haksız rant elde edeceği,  özellikle kentin kuzey bölgelerindeki ormanların tahrip edilmesiyle çevre katliamı yapılacağı görüşlerini kapsıyor.

Bütün bu görüşlerin hepsini tartışmaya değer bulmakla beraber, okuduklarımdan olimpiyat karşıtı fikirlerin genelde bir indirgemecilik eğilimine kapıldığını görüyorum. Bu indirgemecilik çeşitli tarzlarda olabiliyor. . Örneğin yapılması olimpiyatın alınmasına hiçbir şekilde bağlı olmayan Boğaz’a yapılacak 3. Köprü ve 3. Havalimanı’na karşı görüşler olimpiyat karşıtlığıyla birleştiriliyor. Kentsel dönüşüm projelerinde ortaya çıkan toplumsal sıkıntılar, TOKİ’nin eleştirilen bazı uygulamaları daha temeli bile ortada olmayan olimpiyat tesisleri için olumsuz bir önyargı aracı olarak ortaya sunuluyor.

Bunların ötesinde, herhangi bir konuda hükümete karşı bir duruşu olanlar, yalnızca İstanbul, olimpiyatları düzenleme hakkını mevcut hükümet döneminde elde edeceği için olimpiyat karşıtlığını, "muhaliflik" kimliğinin mütemmim cüzü olarak kabul ediyorlar. Böylelikle, Türkiye’de siyasi, ekonomik, sosyal birçok konuda olduğu gibi griler yok oluyor ve destekleyenler ile karşı olanlar keskin biçimde kendi aralarında kamplaşıyorlar. Halbuki unutmamak lazım; olimpiyat herhangi bir kişiye, kuruma, ideolojiye değil bir şehre/ülkeye ve oradaki tüm insanlara veriliyor. Olimpiyatlara, "hükümet bu başarıya sahip çıkıp prestij elde etmesin" diye karşı çıkmak, kimse kusura bakmasın bana biraz çocukça geliyor. 

Eğer İstanbul, olimpiyatları düzenleme hakkını elde ederse, bütün kaygıların giderilmesi için 2020’ye kadar atılacak her adımda kamuoyunun açık biçimde bilgilendirilmesi, açık ve demokratik bir tartışma ortamı içinde kent sakinlerinin görüşlerinin dikkate alınması ve bütün harcamaların şeffaf ve denetlenebilir olması şart. Bu konuda umutlu olmakta beis görmüyorum. Zira birçok farklı boyutu olmakla beraber, İstanbul halkının gerektiğinde kendi şehrine sahip çıkarak kuvvetli bir irade ortaya koyan bir halk olduğunu kanıtladığını ve bu demokratik olgunluğun, bazı kesimlerin düşündüğünün aksine, İstanbul için bir güvence ve hatta bir avantaj olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.

Umutlu olmamın ikinci sebebi de olimpiyatların genel niteliği. Olimpiyatlar, insanlığın ortak bir değeri olarak, aracı kurum olarak bu değeri taşıyan bir yapı olarak nitelendirebileceğimiz IOC tarafından düzenleyen şehirlere tevdi edilen bir emanet. Dolayısıyla, olimpiyat düzenleyen şehirler bu değerin sahibi değil, emanetçisi ve işin esas sahibinin sürekli denetimi altında. Nasıl UNESCO Dünya Kültür Mirası listesindeki herhangi bir yere en ufak bir çivi dahi çakmak mümkün değilse, olimpiyat oyunları hazırlık sürecinde de olimpizm ruhuna aykırı faaliyetlerde bulunmak mümkün değil. 

İşin ekonomik boyutuna gelince, bu İstanbul’un aynı anda en büyük avantajı ve en büyük handikabı olarak öne çıkıyor. 22 milyar Doları aşan bir yatırım taahhüdü çok etkileyici ve gerçekleştirilebilir olduğu halde, bir yandan da ulaşım ağı ve altyapı konusunda İstanbul’un rakiplerinin bir hayli gerisinde olduğunu ortaya koyuyor. Fakat burada herhangi bir hesap karışıklığını engellemek için dikkatli olmak gerek. Bu 22 milyar Doların sadece 3 milyar Dolarlık kısmı (ki tahmini rakam olup daha da azalabileceği öngörülüyor) münhasıran oyunlar için harcanacak. Geriye kalan 19 milyar Dolar zaten İstanbul’un mevcut master planında yer alan 3. havaalanı, 3. köprü ve yeni raylı sistem ağları gibi projelerin bedeli olarak hesaplanıyor. Bu projelerin maliyeti, şehir için gerekli olup olmadığı konusu olimpiyat tartışmalarının dışında ayrıca ele alınması gereken bir konu. Bu bağlamda, olimpiyatlar yüzünden torunlarımıza borçlu kalacağız söylemi gerçeği yansıtmıyor.


Çevreye ilişkin kaygılar vs. inşa edilecek tesisler

Olimpiyatların İstanbul’un dokusuna ciddi ölçüde zarar vereceğine, hatta şehrin “felaketine” sebep olacağı (Kent Hareketleri grubunun söylemi) yönünde eleştiriler sıkça dillendiriliyor. Kentsel dönüşüm konusu bugün küresel gündemde en can alıcı sosyolojik ve mimari tartışmaların odağındaki bir kavram. Şahsen kentsel dönüşüm projelerini gözü kapalı desteklemek ya da ilkesel olarak hepsine karşı durmak yerine, her projenin kendi içinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Her türlü kentsel dönüşüm projesine kategorik olarak karşı olan kesimler var elbette. Bu kesimlerce her ne kadar olimpiyatların bu süreci hızlandıracağı ve meşruiyet sağlayacağı iddia edilse de, gerek halihazırda uygulanmakta olan ve olimpiyatlarla hiçbir bağlantısı bulunmayan projelerin varlığı, gerek de “İstanbul 2020 master plan” uyarınca yapılması öngörülen tesislerin konumu, olimpiyat oyunlarını kentsel dönüşümün baş suçlusu ilan etmenin haksızlık olduğu gerçeğini değiştirmiyor gözümde.

Öte yandan, “İstanbul 2020 Master Plan” incelendiğinde ( www.istanbul2020.com.tr sitesinde detaylar bulunabilir) “çevre katliamı” boyutuna varan bazı eleştirilerin abartılı olduğunu fark etmek mümkün. Bu yüzden, kategorik olarak karşı pozisyon alıp, genellemeler yapmak yerine bölge bölge ele almak gerekirse:

-Boğaz bölgesi (Bosphorus zone)

Bu kısımda tartışmaların odağında yer alan Haydarpaşa Limanı ve çevresi yer alıyor. Olimpiyat sonrasında sökülecek olan (26) kodlu okçuluk tesisi ve (27) kodlu plaj voleybolu stadyumunun (bu bölgede ben de gerekli olmadığını düşünüyorum) dışında deniz üzerinde bulunacak (25) kodlu kürek tesisinin de herhangi bir zararı olmayacak. Anadolu Yakası’nda (28), (29) ve (34) numaralı; Avrupa Yakası’nda da (22) ve (23) numaralı tesislerin halihazırda aktif biçimde kullanıldığını, Avrupa yakasındaki  da düşündüğümüzde tartışmalar, açılış ve kapanış törenleri için inşa edilecek büyük stadyum özelinde yoğunlaşıyor.

Haydarpaşa Limanı’nın dönüşüm ihalesine, planına, ilerideki kullanım amacına karşı olmak başka şey; limanın bugünkü gibi kalmasını savunmak başka. Ben doğumumdan itibaren 24 yıl kesintisiz İstanbul’da yaşamış ve yüzlerce kez vapurla o bölgeden geçmiş biri olarak liman bölgesinin bugünkü gibi konteynerların yığılı olduğu bir bölge halinde kalmasının savunulabileceğini düşünemiyorum. Tarihi miras olarak hepimizin gözbebeği olan Haydarpaşa Garı’na dokunulması da düşünülmediğine göre halihazırda konteynerların yığılı olduğu alana dünyanın en güzel manzaralı stadyumunu yapmanın nasıl bir zararı olabilir. Kaldı ki olimpiyatlar sonrası bu stadyumun dünyanın en prestijli açıkhava konser salonlarından biri haline dönüşeceğini tahmin etmek için de kahin olmaya gerek yok. Bu durumda da Haydarpaşa’ya yapılacak olan stadyum, garı veya herhangi bir tarihi değeri ortadan kaldırmayacak, bilakis ayrı bir cazibe merkezi haline getirecek.

-Orman bölgesi (Forest zone)

Bu bölgede yapılacak tesisler için, İstanbul’un zaten nadir kalan ormanlık bölgelerinden birinin tahribata uğrayacağını üzülerek kabul etmek zorundayım. Fakat yine bu tahribat konusundaki eleştirilerin de abartılı olduğu bir gerçek.

Bu bölgede en çok eleştirdiğim proje (30) kodlu atış poligonu. Toplumun geneline faydası olmayan, başka bir bölgeye de yapılması düşünülebilecek bir tesis olduğu kanısındayım. Belgrad Ormanları (31) kodlu bisiklet parkı (dağ bisikleti vs. için) ve (32) kodlu kano için yapılacak tesisler maliyetleri az ve olimpiyat sonrası kullanılabilecek projeler. (33) kodlu TT Arena da halihazırda kullanılıyor zaten. Burada bir orman katliamından ziyade, ormanlık alanda yapılacak tesislerin doğaya en az zarar verecek şekilde tasarlanması, bu tesislerin etrafında herhangi bir ilave yapılaşmaya izin verilmemesi hususunun esasen gündemde tutulması gerektiğini düşünüyorum. Ormanlık alanda hiçbir tesis yapılmaması mümkün olabilir miydi bilemiyorum ama tüm adaylık projesini çöpe atmayı gerektirecek kadar büyük bir sıkıntı olmadığı açık.

-Olimpik şehir bölgesi (Olympic city zone)

Bu bölgedeki tesisler, başta Olimpiyat Köyü olmak üzere oyunların kalbini temsil edecek. Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nun 2001 yılında faaliyete geçmesinden bu yana hemen herkes tarafından yerin dibine batırıldığını, çoğu haklı sebeplerle (toplu ulaşım olmaması vs.) eleştirildiğini hepimiz biliyoruz. Bu bölgede inşa edilecek yeni tesislerle birlikte, Olimpiyat Köyü’nün de oyunlar sonrası toplu konut olarak kullanılacağını düşündüğümüzde, şu an şehrin sapa bir muhiti olan bölgenin bir cazibe merkezine dönüşeceğini tahmin etmek mümkün.

Burada da sapla samanı birbirinden ayırmak, bölgede mevcut gecekondu mahallelerine uygulanacak kentsel dönüşüm projeleri ve bölgenin değerlendirilmesinden mütevellit gerçekleştirilecek yeni inşaatlar hususunda kimsenin haksız yere mağdur edilmemesini ve yine kimsenin haksız rant elde etmemesini sağlamak için gerekli mücadeleyi vermekle, yapılacak tesislere karşı durup, Olimpiyat Stadı eleştirisini bir stres topu gibi her fırsatta tekrarlamaya devam etmek, “dağın başına stad yapıldı, yolu bile yok” söylemini yıllarca sürdürmek başka şeyler. Kısacası, yapılacak olan o tesislerde yetişecek sporcuları hiç hesaba katmasak dahi, o bölgenin ihya olması ve bu sürecin en uygun biçimde yürütülmesi için olimpiyat çok önemli bir fırsat olacak.

Olimpiyat köyü ve civarındaki tesislerin yanı sıra bu bölgede Esenler civarında inşa edilecek binicilik sahası, basketbol salonu ve golf sahası master plan’da yer alıyor.

Olimpiyat adaylığına karşı çıkanların özellikle Atina ve Pekin örneklerinden yola çıkarak, oyunlar sonrası tesislerin atıl kalarak “beyaz fil” haline geleceği yönündeki endişelerinin de bu aşamada gündeme getirilmesini çok anlamlı bulmuyorum. Bu konu, ülkedeki spor kültürünün gelişimiyle ele alınması gereken bir tartışma olması bir yana, esasen olimpiyat oyunlarından bağımsız olarak bu görüş, nasıl olsa atıl kalacak diye hiç tesis yapmama düşüncesini de zımnen içinde barındırıyor.

-Kıyı bölgesi (coastal zone)

Atatürk Havalimanı’na yakınlığının getirdiği avantajla, master plan’daki en önemli bölgelerden birini kıyı bölgesi oluşturuyor. Bu bölgede, halihazırda mevcut (15),  (16) ve (17) kodlu Sinan Erdem Spor Salonu ve çevresindeki tesislerin zaten olimpiyat için tasarlandığını biliyoruz. (18) kodlu Ataköy Marina da yat yarışları için biçilmiş kaftan.

Kıyı bölgesinde esas tartışma mevcut (19) kodlu Abdi İpekçi Spor Salonu’nun yakınlarında, tarihi surların bulunduğu “Golden Gate” olarak belirtilen bölgede inşa edilecek, yol bisikleti ve yürüyüş yarışlarının yapılacağı (20) kodlu “Golden Gate Park” ve (21) kodlu “Golden Gate Marina” üzerinde kopuyor. Her iki tesisin de geçici nitelikte olması ve oyunlar sonrası kaldırılacak olmalarını bir yana bıraktığımızda, buradaki eleştirileri de anlamakta güçlük çektiğimi söylemeliyim.

Tarihi İstanbul surlarının korunmasıyla, hiçbir çalışma yapmayıp, olduğu gibi bırakılması kastediliyorsa bilemem. Fakat, en son örneğini Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nda gördüğümüz gibi, İstanbul’da yapılacak herhangi bir organizasyonda bilinen tarihi 2.700 yıla dayanan şehrin, bu derinliğini atlamak sahip olduğumuz bu engin mirasa ihanet olur gibi geliyor.  Şehir merkezinden kilometrelerce uzakta, bir uydu olimpiyat kentine sıkıştırılacak olimpiyatların İstanbul’da düzenlenmesinin hiçbir anlamı olmaz. Bu yüzden tarihi dokuya zarar vermeyecek biçimde, surların eşsiz atmosferinden faydalanma ve bu görsel ziyafeti tüm dünyayla paylaşma fikrini kesinlikle destekliyorum.  

Yazının ikinci kısmında da İstanbul’da olimpiyatın İstanbul’a, Türkiye’ye, insanımıza, spor kültürümüze ve bizatihi oyunların kendisine ve olimpizm ruhuna neler katacağını; olimpiyatların İstanbul’a ne kadar yakışacağını anlatmaya çalışacağım.


28 Ağustos 2013 Çarşamba

Fatih Terim Milli Takım'da: Tehlike anında camı kırınız


                                          



Fatih Terim, 3. kez Türkiye A Milli Futbol Takımı'nın başında. Ancak bu kez öncekilerden farklı olarak, dünyada fazla tercih edilmeyen, Türkiye'de de 1987'de kısa bir dönem Mustafa Denizli örneği dışında denenmemiş bir yapı içinde, aynı anda Galatasaray'ın da teknik direktörü olmayı sürdürecek.

Konu milli takım ve Fatih Terim olunca, üstelik böyle farklı bir model ortaya konmuşken, bu anlaşmanın Türk futbol kamuoyunun gündemine bomba gibi düşmesi doğal. Ne var ki, Türkiye'de siyasi, ekonomik, popüler kültürle ilgili tüm gündemlerde olduğu gibi, bu konu da fazla tartışılmadan, lig ve Avrupa Kupaları maçları, CAS Davası'ndan beklenen sonuç, transfer sezonunun son dönemi gibi sıcak haberlerin arkasında, belki bir sonraki kriz anına kadar nadasa bırakıldı. Tam da bu sebepten ötürü, konuyu daha geniş biçimde değerlendirebilmek için yazacağım şeyleri zihnimde kurmaya çalışırken, imzadan henüz 1 hafta dahi geçmemiş bile olsa,  bu yazı çoktan gecikmiş yaftası yemeye mahkum oldu.

Fatih Terim'in kişiliği, kariyeri ve görevde başarılı olma şansından TFF ve başındaki Yıldırım Demirören'in temsil ettiklerine; milli takımın son yıllardaki hızlı gerileyişinden Türk futbolunun yapısal bozukluklarına, Galatasaray ile TFF arasındaki gerilimden süreç içinde Galatasaray yönetiminin tutumuna kadar hepsi birbiriyle bağlantılı ancak çok farklı açılardan ele alınması gereken bir konuyla karşı karşıyayız. Bu yüzden görüşlerimi dört başlık halinde özetlemeye çalışmam en iyisi olacak. 

"Milli takım=Milli görev" denklemi?

Başlarken bazı noktaları net biçimde ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum. Bugün küresel futbol endüstrisinin  rakamlarla ifade etmekte zorlanacağımız ekonomik büyüklüğü göz önüne alındığında ulusal takımların konumunu, milli takım=milli görev denkleminde yeniden değerlendirmek gerekiyor. 

Fatih Terim'in milli takımda görev yaptığı 2. döneminde en çok konuşulan husus aldığı maaştı. Bu konuda yapılan sayısız polemik karşısında, sesimi duyurabildiğim herkese dilimin döndüğü kadarıyla, futbol milli takımının bir kamu kuruluşu olmadığını, hocanın maaşının bizim vergilerimizle ödenmediğini, TFF'nin özerk bir kuruluş olduğunu, kendine ait gelir kaynakları ve sponsorlarının bulunduğunu, dolayısıyla herhangi bir holdingin CEO'sunun maaşı bizi ne kadar ilgilendiriyorsa, milli takım hocasının maaşının da o kadar ilgilendirdiğini anlatmaya çalışıyordum.   Bu tartışmada elbette hocanın her konuşmasında milli duyguları öne çıkarmasının da payı vardı. Nitekim Hiddink döneminde maaş konusu bu kadar yoğun tartışılmadı.

Oyunculara gelince, elbette milli takımda forma giymek için para alınmıyor, ancak özellikle uluslararası turnuvaların günümüz koşullarında bir futbolcu için en önemli vitrin olduğunu unutmamak lazım. Bugün bir oyuncu milli takımda başarılı olduğu sürece "piyasasını" arttırabiliyor, daha iyi takımlara transfer olma şansı artıyor. Dünya Kupaları, Avrupa Şampiyonaları, genç yaş gruplarının katıldığı turnuvalar bir nevi futbol endüstrisinin fuarları gibi işlev görüyor. Bunun ötesinde, Türkiye'de hangi spor dalında olursa olsun, milli duygular dendiğinde mangalda kül bırakmayan sporcularımızın, yarıştıkları diğer ülke sporcularının ortalamasının üzerinde prim ve ödül aldıklarını, "cip tartışması", canlı yayında "maddi-manevi" çağrıları gibi örneklerin başka diyarlarda dışında pek yaşanmadığını da vurgulamak gerek.

Bu bahsi bağlamak gerekirse, bugünün koşullarında milli takım teknik direktörlüğü vatani bir görev olarak telakki edilmek zorunda olunan bir makam değildir, dolayısıyla profesyonel bir teknik adam kendi kariyer planlamasının içinde bu teklifi gayet rahat reddedebilir ve bunun için hiç kimse tarafından yargılanmaması gerekir. "Aslolan Galatasaray, var olan milli takım" gibi söylemler içi boş popülizmdir.

Yeter Yıldırım Demirören yönetimindeki TFF ve Galatasaray

Türk futbolu maalesef uzun zamandır, belki de Hasan Doğan'ın vefatından beri çok kötü biçimde yönetiliyor. Bu sürecin içinde 3 Temmuz gibi büyük bir depremin yaşanması, belki tüm yapının yeniden ele alınıp temizlenmesi ve beyaz bir sayfa açılması için fırsat olabilecekken, daha önce de defalarca yazdığım gibi kısa vadeli ekonomik ve popülist kaygılarla günü kurtaralım düşüncesiyle Türk futbolunun karanlık günlere doğru hızla yol almasını beraberinde getirdi. Bu dönemde, Beşiktaş'ta arasında yıllar boyunca temizlenmesi güç bir enkaz bırakan Yıldırım Demirören, dönemi "idare etme" misyonuyla TFF'nin başına getirildi.

Yıldırım Demirören'in hakkını yemeyelim bir konuda çok başarılı oldu ve ülkenin tüm stadyumlarını kendisine karşı birleştirdi. Sadece İnönü'de söylenen "yeter Yıldırım Demirören" tezahüratı, Türkiye'nin her yerinde aynı coşkuyla söylenir oldu. Demirören'in "idare etme misyonu" esasında Fenerbahçe ve Beşiktaş'ı 3 Temmuz sürecinden en az  zararla kurtarma çabasıydı. Nitekim şike davasında verilen/verilmeyen cezalar bu çabanın açık göstergesiydi. Bu konuda henüz CAS kararı belli olmadan bir şey söylemek erken ama bu çabanın da uluslararası standartlara toslayacağı tahmin edilebilir.

Yıldırım Demirören'in bu gayretkeşliği ve bunu en azından görünürde gizleyebilecek kadar diplomatik davranma becerisinden uzak oluşu Galatasaray camiasının kendisiyle olan mesafesinin açılmasını beraberinde getirdi. Görevi boyunca 4 kupa kazanan Galatasaray'a karşı, sadece kupa seremonilerindeki tutumu dahi bu tepki dalgasını büyüttü. Son olarak yabancı sınırlaması konusunda yaşanan tartışma (ki burada Galatasaray yönetiminin harekete geçmekte geciktiği için hatalı olduğunu düşünüyorum) ipleri iyice gerdi. Tam da bu dönemde gelen Fatih Terim açılımı Galatasaraylı taraftarların genelinde büyük bir soru işareti yarattı. Hatta bunun işlerin yolunda gittiği Galatasaray'ın ilerleyişine ket vurmak için, TFF tarafından planlanan bir operasyon olduğu fikri bile Galatasaraylı taraftarlar arasında bir hayli rağbet gördü.

Bu verilerle düşünüldüğünde, Galatasaray yönetiminin Fatih Terim'in yolunu bu kadar rahat açması ve tabir caizse Yıldırım Demirören yönetimine bir can simidi uzatmasının Galatasaray camiasında bir nebze şaşkınlık ve burukluk yarattığı görülüyor. Hatırı sayılır bir çoğunluk, Ünal Aysal'ın, "hocamızı bırakmıyoruz" resti çekmesini tercih edebilirdi. Fakat, 3 gün süren Terim-Demirören-Aysal müzakere üçgeninde en kazançlı çıkan isim olduğunu düşündüğüm Ünal Aysal pragmatik bir karar verdi.

Ünal Aysal, Fatih Terim ve Galatasaray

Galatasaray son dönemlerin en kötü sezonunu yaşadıktan sonra gelen Ünal Aysal&Fatih Terim birlikteliği yerine başka bir formül olsaydı, 2 yıl içinde böyle bir dirilişin gerçekleşmesi ve tahmin edilenin ötesinde başarılar elde edilmesi mümkün olamazdı. Aysal ve Terim çok farklı hayat görüşlerine, liderlik tarzlarına ve metodlarına sahip gibi görünseler de ikisinin de ortak hedeflere kilitlenme becerisi Galatasaray'a özlediği günleri yaşatmalarını sağladı.

Galatasaray yönetimi içinde veya "derin Galatasaray"da Fatih Terim'i istemeyen, hatta çirkin biçimde arkasından kuyusunu kazmaya çalışan bir grup olduğu biliniyor. Ünal Aysal, kimseyi karşısına almadan hep doğru zamanda doğru müdahaleleri yapmayı bildi. Ne hocasını "yedirdi" ne de bu grupla çetin bir mücadeleye girişti. Bilakis yine pragmatik bir taktikle, hocanın üzerindeki baskıyı bir tür manivela olarak kullanmasını sağladı.

Fatih Terim, Galatasaray'a geldiği ilk dönemde çok ağır eleştirilerle (kent krosu vs. deniyordu) karşı karşıyaydı ve aslında tüm gücünü öfkesini bu eleştirilerden alıyor, basiretli davranmayı bilen Faruk Süren yönetiminin de desteğiyle elde ettiği her şeyi "savaşarak" alıyordu. Terim, 2. döneminde ise UEFA Kupası'nı almış, Milan gibi bir devi çalıştırmış bir konumda, Lucescu gibi takımı şampiyon yapan bir hocanın yerine getirilmesi dahi bayram gibi algılanan bir konjonktürde göreve gelmişti. O dönemde egosu artık kimseyle savaşmayı gerektirmeyecek kadar yükseklerdeydi. Bu yüzden yanlış kararlar aldı, hatalarını kabullenmek yerine ısrarcı oldu ve krizleri yönetemedi. Galatasaray'da 2. Terim döneminin başarısızlıkla kapanmasının temel sebebi buydu. Terim'in son dönemde bu kadar başarılı olmasını ise kendini yeniden uluslararası planda kabul ettirme yönündeki motivasyonunun Aysal yönetiminin Avrupa vizyonu ile birleşerek yarattığı sinerjinin yanı sıra, yine camia içinde kendini istemeyen odaklarla "savaşma" enerjisinin olumlu yöne kanalize edilmesine bağlayabiliriz. Tabii burada daha olgunlaşmış olmakla beraber, Fatih Terim'in en temel niteliklerinden biri olan özgüvenini güçlendirme yönünde çok zorlu bir sınama olan "Galatasaray'ı bu durumdan ancak ben kurtarırım" düşüncesinin de yattığını unutmamak lazım.

Terim, milli takım teklifini de muhtemelen aynı pencereden, "Türk futbolunu bu durumdan ancak ben kurtarırım" düşüncesiyle kabul etti. Ancak görüşme sürecinde, sezon sonunda Galatasaray'dan ayrılıp milli takımda devam etmesi teklifinin, kendisini istemeyen odakları rahatlatacağını da görüp  resti çekti ve "Galatasaray beni bırakmadan ben Galatasaray'ı bırakmam" diyerek topu Ünal Aysal'ın üzerine attı. Ünal Aysal da bu topu ustalıkla göğsünde yumuşattı ve milli takım için hocaya izni verdi. Burada şüphesiz TFF ile ilişkileri bir nebze olsun düzeltme arzusunun yanında, hocanın karşı karşıya kalacağı bu yeni "sınamanın", ona ayrı bir enerji vereceğini ve bunun Galatasaray'a olumlu yansıyacağını hesapladı. Poker tadında cereyan eden bu müzakerelerde, hamlesini ustalığını konuşturarak yaptı ve Fatih Terim'e Mayıs 2014'e kadar izin verdiklerini, TFF'ye bu modeli "teklif ettiklerini" ve Terim'le uzun yıllar çalışmak istediklerini ilan etti. Bu hamleyle zaten çaresiz durumdaki TFF'yi 4 yıllık sözleşme teklifinden vazgeçmek zorunda bırakıp, "patron benim" mesajı vermekle kalmadı, Terim'in geleceğiyle ilgili kararı da kendisinin vereceğini göstermiş oldu. Son durumda, Terim Mayıs 2014'te milli takımla devam etmek isterse, yaptığı açıklamaya ters düşerek Galatasaray'ı kendisi bırakmak durumunda olacak artık. Kısacası, Ünal Aysal, bağırıp çağırmadan, kimseyle polemiğe girmeden, tereyağından kıl çeker gibi süreci ustalıkla yönetmiş ve tüm tarafları kendi formülüne getirmiş oldu.

Tehlike anında camı kırınız

Milli takımın Dünya Kupası şansının mucizelere bağlı olduğunu kabul etmek gerek. Hatta Türkiye'nin o en kritik Romanya maçından da önce Macaristan, Romanya'yı deplasmanda yenerse diğer maçlar tamamen formalite için oynanacak. Durum böyle olduğu halde, Terim'le uzun vadeli bir planlama için de şartlar sağlanamamışken, neden böyle bir adım atıldığını sorgulamak lazım.

Buna benzer bir senaryo Terim'in milli takımın başına 2. kez geçtiği dönemde de yaşanmış. Fatih Hoca, 2006 DK elemelerinde Ersun Yanal'dan devraldığı takımla son 3 maçta 2'si deplasmanda kazanarak topladığı 7 puanla takımı play-off'a sokmuş, sonrasında da hatırlamak istemediğimiz İsviçre eşleşmesi yaşanmıştı (O maçı Türk futbolu için bir utanç vesilesi olarak gördüğümü burada zikretmeme gerek yok, ancak tüm sorumluluğun Terim'e yüklenmesini de büyük haksızlık olarak görüyorum). Şimdi yine benzer bir durumda, bu kez daha büyük bir mucize bekleniyor.

Yukarıda Türk futbolunun kötü yönetildiğinden söz etmiştim. Bunun en belirgin örneği maalesef milli takım yapılanmasında yaşanıyor. Eleme süreci bittiğinde bu konuda çok daha kapsamlı bir değerlendirme yazmak iyi olacak aslında. Bu değerlendirmede bolca özeleştiriye de yer vermem gerekiyor zira Hiddink hamlesini de Abdullah Avcı hamlesini de başarılı bulmuştum ama yanıldığım anlaşılıyor.

Bugün yapılan şey de Demirören yönetiminin durumu idare etme ve günü kurtarma amacıyla güçlü bir figürü kendilerinin önüne koyarak eleştirilerin etkisini hafifletme, olur da mucizevi bir başarı gelirse de buna ortak olma çabasından ibaret gibi görünüyor. İşler kötüye gittiğinde camı kırıp sarılabileceğiniz Terim veya Denizli formülü sadece birkaç kez işleyebilir. Milli takım yapılanmasında uzun soluklu stratejilere gidilmedikçe, 70 milyon yerine 3 milyon (Almanya) içinden yetişmiş oyuncuları kapma yarışı içinde bulunan Alman altyapısı almış oyuncuya Mesut Özil muamelesi yapıldıkça, alt yaş grubu hocalıklarına sıradaki eski büyük takım futbolcusu varsa emanetçi olarak getirildikçe, alt yaş grubu hocalığı Süper Lig'den gelen alelade bir teklif karşısında bile terk edilebilir görüldükçe çok kıymetli jenerasyonlar Dünya Kupası görmeden harcanmaya devam edecektir.

Fatih Terim, bugünkü görev tanımı içine başarılı olacaktır. Hatta 4 maçta 12 puan alabileceğine de yürekten inanıyorum. Fakat böyle bir yapılanma olabilir mi? Fatih Terim'in sözleşmesi Mayıs'a kadar, olur da takımı Dünya Kupası'na götürürse orada olacak mı belli değil. İmza attığı gün yardımcısı bile belli değil. Seçilen kişi Hamza Hamzaoğlu umut veren bir isim olsa da o da bir koltuğa iki karpuz sığdırmak zorunda olacak.

Görünen o ki, zaten zor olan Dünya Kupası şansı tamamen yitirildiğinde, "elimizden geleni yaptık ama olmadı" denilecek; Terim Galatasaray'da devam ederken yeni bir sayfa adına o an müsait olan bir hoca getirilecek
 ve bu kez Euro2016 için, bagajımızda bütün yapısal problemleri taşıyarak, umuda yolculuk başlayacak.

Özetle Fatih Terim'in bu koşullarda olabileceği kadar başarılı olacağına inanıyorum ama bunun Türk futboluna ne gibi bir katkısı olacağı konusunda ciddi şüphelerim var. Kolonları çürümekte olan bir binanın sıvasını yenilemeye çalışıyormuşuz gibi geliyor. Üstelik nüfusun yarısından fazlasının futbolla yatıp kalktığı bir ülkede, komplo teorilerinin, oyun dışı unsurların ve seviyesiz polemiklerin futbol üzerindeki konuşmaların ekserisini kapladığı bir ortamda, Terim'in aynı anda Galatasaray'ı da çalıştıracak olmasının da ciddi bir sabır ve sinir testi olacağı görünüyor. Bu yüzden bir yanım keşke hoca bu işe hiç soyunmasaydı diyor. Bu sistemin Galatasaray'a  zarar verip vermeyeceğini ise zaman gösterecek.
 








Savaşçı forvet Elmander


                                       


Galatasaray’a gelişi de gidişi de sessiz sedasız oldu onun. Ünal Aysal yönetiminin göreve gelir gelmez, Fatih Terim’le dahi anlaşmadan önce, Mayıs 2011’de Bosman kuralından faydalanarak yaptığı ilk transferdi.  

Bir santrfor için göz alıcı gol istatistiklerine sahip değildi. Feyenoord ve Brondby’nin ardından, Premier Lig’de ve Ligue 1’de iddiasız takımlar olan Bolton ve Toulouse’da forma giymiş; Galatasaray öncesi kariyerinde hep sezon başına 10 gol civarında dolaşmıştı.  Gerek bu istatistikler, gerek Fatih Terim tarafından getirilmemiş bir isim olması (hatta istenmediği de söyleniyordu) Galatasaray taraftarının ondan beklentilerini düşük tutmasına yol açmıştı.

Elmander, Galatasaray’daki ilk sezonunda hepsi ligde olmak üzere (Süper Lig+Play-off) 36 maçta 12 gol atarak istikrarını sürdürdü. Fakat onu farklı kılan attığı gollerle yaptığı katkının çok ötesindeydi. Yukarıda değindiğim düşük beklentilerin hepsini boşa çıkaracak şekilde söke söke formayı aldı ve terlettiği her maçta hakkını verdi. Galatasaray’ın tarihinin en kötü sezonlarından birini yaşadığı 2010-11’in üzerine gelen bu diriliş senesinde, takımın ihtiyacı olan ruhu ortaya koyan, savaşan oyuncuların başında gelerek şampiyonlukta büyük pay sahibi oldu. Her ne kadar sezon bittiğinde Selçuk, Melo, Muslera, Ujfalusi, Semih ve hatta Necati ondan fazla övgüye mazhar olsa da, “savaşçı forvet” kimliğiyle takımın vazgeçilmez bir parçası olarak taraftarların gözünde ayrı bir yer edindi.

2012-13 sezonunda, iki sezon öncesinin enkazından sağlam bir bina dikmeyi başaran Fatih Terim’in Galatasaray’ı, Ünal Aysal yönetiminin vizyonuna da uygun olarak Avrupa’da başarılı olabilmek hedefiyle bu sağlam binayı lüks elemanlarla tefriş etme yoluna gidecekti. Hücum hattına yapılan Burak Yılmaz ve Umut Bulut takviyelerine rağmen, özellikle hücum presteki başarısı ve yüksek temposuyla takımın vazgeçilmez parçalarından biri olmayı başarmıştı Elmander. Fakat 2. yarıda Drogba’nın takıma katılması ve Elmander’in sakatlık problemleri onu takımda 4. sırada düşünülen santrfor konumuna itti. Galatasaray’ın kabuk değiştirerek ısıran bir takımdan teknik kapasiteye dayanan bir takıma evrilmesi Elmander’in rolünü önemsizleştirdi. Elmander sezonu sonuncusu 18. haftada olmak üzere ligde sadece 4 gol atarak kapattı.

Bu yıl da 6+0+4 sistemi olmasaydı, örnek alınacak profesyonelliği ile ihtiyaç halinde görev almak üzere takımda kalabilirdi. Eğer böyle olsaydı eminim birçok maçta ekstra katkı sağlayacaktı. Fakat şimdi oyun karakterine uygun bir lige yine orta sıralar için mücadele edecek bir takım olan Norwich City’e gitti.

Yıllar sonra Elmander’in Galatasaray karnesine bakıldığında, salt rakamlar göz önüne alınırsa, iki sezonda toplam 61 resmi maçta 17 gol 10 asist gibi gibi bir santrfor için vasat bir tabloyla karşı karşıya kalınacak. Halbuki Galatasaray için Elmander’in değeri kağıt üzerinde anlaşılabilecek bir şeyden fazlasıydı. Özellikle ilk sezonunda sahaya koyduğu yürek, azimli mücadelesi ve takım oyununa yatkınlığı ile hatırlanmasını diliyorum.


Bitirirken Elmander’in derbileri sevdiğini, Fenerbahçe’ye de Beşiktaş’a karşı da çok iyi performanslar ortaya koyduğunu ve toplamda Fenerbahçe’ye 2, Beşiktaş’a da 3 gol attığını hatırlatalım. Mükemmel oynadığı ilk Fenerbahçe maçının videosunu, kalitesi yeterince iyi olmasa da, aşağıya ekledim. O maçta attığı gol ve kaçırdıkları onun tüm oyun karakterini yansıtıyor aslında.   Sahanın her yerinde görünen, sürekli golü arayan ve inatçı takibi sonucunda kaptığı topu, yaptığı kötü vuruşa rağmen ağlarla buluşturan adam. Johan Elmander. Her şey için teşekkürler!








20 Mayıs 2013 Pazartesi

Amsterdam'da bir final



2012-13 sezonu UEFA Avrupa Ligi Finali'nin Amsterdam'da, yani bana 160 km. mesafede olduğunu öğrendiğim andan itibaren büyük bir aksilik olmazsa orada olacağımı düşünüyordum. Fakat Ocak ayında genel satışta bilet çıkmadı, sonra çeşitli sebeplerden ben de üzerine düşmedim ve bilet bulmak için ısrarcı olmadım. Geçen haftaya kadar gidemeyeceğimi düşünüyordum ama bir arkadaşımda fazla bilet olunca, bu şansı kaçırmadım elbette.

İstanbul'da 2005'te Şampiyonlar Ligi ve 2009'da UEFA Kupası finallerini izledikten sonra, başka bir şehirde böyle bir final atmosferinin nasıl olacağını merak ediyordum açıkçası. Amsterdam'daki finalde iyice anladım ki, stadyum ve şehir atmosferin oluşmasında bir hayli geri planda kalıyor, esas olan taraftarın coşkusu.

Türkiye'deki tribün kültürü hakkında deneyimlerimden iyi kötü bir fikrim var, ancak, farklı stadlarda maç seyredince taraftarları birbiriyle kıyaslamak mümkün olabiliyor. Chelsea ve Benfica taraftarları hakkında maç öncesinde edindiğim "yeterince coşkulu değiller" yönündeki kanaatim, maçtan sonra iyice sağlamlaştı. Belki geceyarısından sonra Amsterdam'da sabahlara kadar partiler olmuştur ama maç sonundaki hava en ileri ifadeyle "ciddi bir rakibimizden 3 puanı alıp eve dönüyoruz" şeklinde özetlenebilir. Burada bir rezerv koyalım tabii, Benfica taraftarlarının kupayı kazanınca nasıl bir tepki vereceklerini öğrenemedik.

Bir Galatasaraylı olarak bunu söylemek garip ama bu ay başına kadar çok muhtemel olduğu için söylüyorum, oradaki takımlardan biri Fenerbahçe olsaydı, atmosfer bambaşka olur, ortalık yer yerinden oynar, tarafsız gözler de kuşkusuz daha fazla eğlenirdi. 



Benfica taraftarının açılış seremonisi esnasındaki koreografisi onlar adına en güzel görüntüydü

Atmosfer bahsini kapatıp maça geçecek olursak, futbol kalitesi açısından finalden duyulan beklentilerin bir ölçüde karşılandığını söyleyebiliriz. Rafa Benitez ve Jorge Jesus'un sahaya çıkarttıkları 11'lerden ve taktik anlayışlarından, oyunun sonuna kadar bir satranç havasında geçeceği ve ufak hataların belirleyici rol oynayacağı  tahmin edilebilirdi. 

Ancak oyunun başlangıcı, hatta ilk yarının son 5 dakikası hariç tamamı bu "denge" beklentisinin aksine Benfica'nın üstünlüğünde geçti. Benfica orta sahasını oluşturan Matiç tatlı sert oyunuyla birçok Chelsea atağını  başlamadan bitirirken, onunla birlikte orta üçlüyü oluşturan Rodrigo ve Perez (ki bence maçın yıldızıydı) müthiş dinamizmleriyle orta saha üstünlüğünü Benfica'nın rahatlıkla ele geçirmesini sağladılar. Bu ikili, hücumda Cardozo'nun üstün fiziğiyle tüm Chelsea savunmasını sırtında taşımasının da avantajıyla, kanatlardaki  Salvio ve Gaitan ile birlikte sürekli hareket eden, savunmanın dengesini bozan, kazanılan toplarla hızla Chelsea ceza sahası önüne kadar gelmelerini sağlayan, kontrolü zor "cıva gibi" bir hücum gücü oluşturdular.

Chelsea bu durum karşısında top tutamayan, ileride Torres'le bağlantı kuramayan, kanatlardaki Oscar ve Ramirez'i oyuna dahil edemeyen etkisiz bir görüntü verdi. Benitez döneminde orta sahaya "terfi eden" David Luiz ve kaptan Lampard da hızlı tempoya ayak uyduramadılar.

Bu dönemde Benfica'nın gol bulmasını engelleyen tek şey yine Benfica'nın kendisiydi. Yukarıda değindiğim gibi kale önüne kadar başarıyla geldikleri halde sürekli bir ekstra pas arayışı yüzünden, birçok müsait pozisyonu heba ettiler. Bu girişimler karşısında Chelsea ise, Oscar ve Lampard'ın iki şutuyla, bu tür final maçlarında her an gol bulabilecek kalite ve tecrübeye sahip olduğunu rakibine hatırlatmakla yetindi. 

İkinci yarıda Chelsea'de herhangi bir oyuncu değişikliği veya oyun anlayışında bir farklılık olmasa da Benitez'in tempoyu kontrol etmeye, topa daha çok hakim olmaya ve takımın boyunu kısaltmaya yönelik tavsiyelerinin olduğu anlaşıldı. Bu dakikalarda Benfica da ilk yarıdaki  temposunu ortaya koyamadı. Tam bu anda, artık biraz da eleştirmek keyifli geldiği için eleştirildiğini düşündüğüm golcü Torres, Euro 2008 finalini hatırlatan hız, dayanıklılık ve doğru karar unsurlarından müteşekkil bir gol attı.  


Maçın esas kırılma anı ise 66. dakikada geldi. Jorge Jesus, bu kupanın da elinden gitmesini engellemek için riskli bir hamle yaptı ve sol bekini ve orta sahadan bir oyuncusunu çıkartarak iki kanat oyuncusu aldı. Bu değişikliklerden sonra Gaitan sol beke geçerken sistem 4-2-3-1'e benzer bir hale döndü. Oyunun ilerleyen dakikalarında Benfica'nın baskısını arttırmasını ve Chelsea'nin bunu kırmak için karşı hamleler yapmasını bekliyorken, 2 dakika içinde bambaşka bir senaryo gerçekleşti ve Benfica sürpriz bir penaltı sonucu Cardozo ile eşitliği yakaladı. 

Bu dakikadan sonra Benfica'nın değişikliklerinin de etkisiyle Chelsea'nin oyuna daha hakim olduğunu, daha iyi pas yaptığını gördük. 78. dakikada Garay'ın sakatlığıyla Benfica oyunu değiştirecek başka bir hamle yapma fırsatını da kaybetmiş oldu. Maçın bir başka kritik anında 81. dakikada Cardozo'nun şutunu Cech mükemmel bir refleksle çıkardı. Lampard'ın UEFA Avrupa Ligi'nde sezonun en güzel golü olabilecek vuruşu da 85. dakikada direk engeline takılınca bütün stadyum maçın uzatmalara gideceğine inanmaya başlamıştı. Ta ki, 90+3'te Mata'nın tüm savunmayı aşarak süzülen kornerinde Ivanoviç'in uzak direğe gönderdiği kafa vuruşuna kadar. 
Chelsea oyuncuları Ivanoviç'in golünün sevincini taraftarlarla bütünleşerek kutladılar.

Benfica'da arka direkte kim vardı hatırlamıyorum ama mevkisini boşaltmak için acele etmesi çok pahalıya mal oldu. Maçın uzatmaya gitmesini tercih ederdim açıkçası. Maç boyunca hiç oyuncu değiştirmeyen Benitez'in nasıl hamleler yapacağını merak ediyordum. Bir de Benfica gerçekten böyle dramatik bir sonu hak etmemişti.

Maç öncesinde hala kendimi hangi takıma daha yakın hissettiğime karar verebilmiş değildim. Sonunda Benfica için üzüldüğümü söyleyebilirim. Bence tüm Avrupa'da sezonun en bahtsız takımı olabilirler. Çok uzun süre devam eden muazzam bir yenilgisiz serinin ardından çok yakın oldukları Porteki Ligi'ni kendi evlerinde Porto'ya son dakika golüyle yenilerek kaybetmelerine ve Jorge Jesus'un yıkılışına çok üzülmüştüm. (Neyi kastettiğim görüntü çok net olmasa da aşağıdaki videodan anlaşılabilir.) Bu maçta da çok istedikleri UEFA Avrupa Ligi, yine dramatik bir sonla ellerinden kayıp gitti.



Chelsea takımını genel olarak sevmesem de çok saygı duyduğum Lampard, Cech, Ivanovic gibi oyuncular ve Benitez gibi eldeki malzemeden başarılı bir sonuç elde etme becerisine güvendiğim bir hocaları var. Chelsea'nin 2012'de Şampiyonlar Ligi'nin ardından bu sezon da Avrupa Ligi'ni kazanması, belki taraftarlarının tüm maç boyu bıkmadan söyledikleri "We know what we are/Champions of Europe" tezahüratındaki iddiayı doğruluyor. Ancak son iki sezona bakıldığında, "Avrupa'daki en iyi takım" olmak şöyle dursun, "en iyi 5 takımdan biri" dahi olmadığını düşünüyorum Chelsea'nin. Belki onlara Avrupa'nın en pragmatik takımı demek doğru olabilir. Son 6 yılda, sezon içinde antrenör değişiklikleri yaptıkları 3 seferde de Avrupa'da final oynayıp, 2'sinde kupayı kazanmaları, futbolda istikrarın esas olduğunu savunanları sinirden köpürtecek bir veri olarak tarihe geçti bile.


Kaptan Lampard kupayı taraftarlarının olduğu bölüme götürüyor

Kişisel açıdan bakarsam, kaçırmış olsaydım üzüleceğim, keyifli bir maç seyretmiş oldum. 4 yılda bir final kuralını bozmamış oldum ama umarım önümüzdeki dönemde daha sık bu tür finalleri izleme şansım olur.  



Safe Trip Home








24 Nisan 2013 Çarşamba

Unvan maçı


   

 
 
Şampiyonlar Ligi yarı final ilk maçında Bayern Münih’in, Barcelona’yı ezici bir üstünlükle 4-0 yenmesinin ardından, birçok çevrede “Kral Öldü, Yaşasın Kral” nidaları yükseldi. Maçtan önce twitter’da bu maçı bokstaki unvan maçlarına benzettiğimi yazmıştım. Yine boks jargonuyla konuşursak Barcelona nakavt oldu ve “dünya futbolunun en üst standardı” olarak nitelendirilebilecek unvanını kaybetti.
 
Gerçekten de Avrupa futbolunun tartışmasız en iyi takımı olduğunu ispatlamış, dünyanın en iyi oyuncusuna sahip, iskeleti aynı zamanda Dünya Kupası’nı alan ve 2 kez Avrupa Şampiyonu olan İspanya’nın temelini oluşturan, hatta zaman zaman başka bir zamanın veya başka bir gezegenin futbolunu oynadığı iddia edilen Barcelona’yı uzun bir süredir Allianz Arena’daki kadar çaresiz ve etkisiz görmemiştik.
 
Burada üzerinde durulması gereken yalnızca Barcelona veya Bayern değil, temsil ettikleri ve sahaya koydukları futbol felsefesi. Zaten bir devrin kapandığını ifade ederken de bunu kast ediyorum. Bayern Münih henüz Şampiyonlar Ligi’ni kazanmadı, hatta henüz finale bile yükselmedi. Fakat bugüne kadar kimsenin yapamadığını yapıp, Barcelona’nın devrilmez oyununu fizik güç üstünlüğü ve hıza dayanan bir hücum futboluyla yendi. Maçın başından sonuna kadar her anında üstünlüğünü rakibe hissettirerek, bir yandan caydırıcı bir yandan ısırgan ve akıllı oynayarak kazandılar. Bugüne kadar Barcelona’yı geçmek için rakibin silahlarını durdurmaya odaklanan kusursuz bir savunma futbolu gerektiğine kani olmuştuk. Real Madrid ise Mourinho faktörüyle, saha dışı faktörleri de işin içine katarak, her maçı kendi dinamiğinde ele alıp kapsamlı bir analiz sonucu inşa edilen taktiklerle, o gün için kazanmanın pragmatik formülünü zaman zaman bulsa da, hiçbir zaman oyun anlayışı açısından Barcelona dönemini sekteye uğratamamıştı.
 
Barcelona’nın bu sezon içinde Messi’ye fazla bağımlı hale geldiği; kendi oyun felsefesinin rakibi yıldıran avantajlarına rağmen, zaman zaman bu oyun yapısından kaynaklı “tempoyu arttıramama” gibi sıkıntıların yaşandığı ve en önemlisi rakip kim olursa olsun Barcelona’nın kolay gol yiyen bir takıma dönüştüğü düşünülürse “perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğu” yorumunu yapmak çok yanlış olmaz. Hatta Barcelona’nın, “top hakimiyetine dayalı sürekli kısa pas” futbolunun zirvesini 2 yıl önce gördüğünü, o tarihten itibaren bir nevi duraklama döneminde olduğu dahi söylenebilir.
 
Barcelona’nın dün de her zamanki gibi topa daha çok sahip olan taraf olsa da neredeyse hiç gol pozisyonu üretememesini nasıl açıklamak gerek? Messi’nin sakatlığının etkisini bir yana bırakırsak Bayern’in neler yaptığına odaklanmak bu soruya da biraz netlik kazandıracaktır.
 

Maçın iki kahramanı
 
Bayern nasıl başardı?
 
Bayern belki de Bundesliga’yı çok önceden garantilemenin verdiği rahatlıkla tüm konsantrasyonunu Şampiyonlar Ligi’ne çevirmiş, Arsenal ve Juventus’u ezici üstünlük kurarak elerken favorilerden biri olduğunu ispatlamıştı. Barcelona’yı geçmek için elbete bu performansın üstüne çıkmak gerekiyordu ve bunu şöyle başardılar:
 
  • Barcelona’yı durdurmak için önde basacaklarını düşünüyordum ancak belki de çok etkili pres gücüne sahip Mandzukiç yerine Gomez’in oynaması nedeniyle, beklediğimin aksine tüm takım kendi ceza sahası ön çizgisi ile orta çizgi arasındaki bölümde kümelenerek Barcelona’nın pas trafik alanını tıkadı.
  • Kanatlarda Robben ve Ribery arkalarında oynayan Lahm ve Alaba ile mükemmel bir savunma dayanışması gösterek Barcelona’yı ortadaki gayya kuyusuna itti. Pedro ve Alexis tamamen silindiler.
  • Ortadaki bu yoğun trafikte Schweinsteiger ve Martinez fizik üstünlükleriyle Xavi-Iniesta’nın oyunlarını bozdular. Müller ise tarihin en başarılı “defansif forvet” performanslarından birini sergiledi.
  • Pas trafiği bozulunca, Messi kendisini rekorlara koşturan, sahanın 20-30 metrelik kısmında topla buluşup sonuca gittiği düzenin dışına çıkarak, geriye gelmek ve yine aynı girdabın içinde kaybolmak zorunda kaldı.
  • Bu düzenin hücum tarafında ise Bayern ilk dakikadan itibaren oyunu Barcelona ceza sahası yakınlarında oynamak istediğini gösterdi. Maçın başından sonuna dek bekler Lahm ve Alaba dahil topyekün bir hücum tehdidi oluşturdular. Bir yandan kazandıkları toplarda Robben ve Ribery’nin üstün dripling yetenekleri hızlı ve dikine çıkarken, set hücumlarda ise sürekli hareket halinde olan Müller’in savunmanın dengesini bozması sayesinde, her seferinde boşluklar buldular.
 
Bayern geçen yıl da buna benzer bir anlayışı sahaya koyarak yarı finalde Real Madrid’i geçmeyi başarmıştı. Bu yıl takına yaptıkları Dante, Martinez ve dün oynamasa da Mandzukiç takviyeleriyle bir üst seviyeye çıktılar. Bundesliga’da sürekli bol gollü galibiyetler alırken, zor maçlarda ve deplasmanlarda kalelerini kapamayı bildiler.
 
Maçı bu maddeler üzerinden okuyunca şu sonuca varmak mümkün. Bayern, Barcelona’nın çare üretmesine izin vermedi. Aklıma zamanında Rıdvan Dilmen’in Rijkaard için yaptığı ve çok eleştirilen “B planı yok” eleştirisi geldi. Bunu “bir uzun boylu forvet sok, top şişir hiç olmazsa” bağlamında söylemiyorum. Barcelona kendisine klasik oyununu oynatmamayı başaran bir rakibe karşı alternatif üretemiyor. Eğer o rakip dünkü Bayern gibi bir takım ise de 4’lük oluyor.
 
Zaten yazının başından beri dünkü maçın bir dönemin kapanışı olduğunu ifade etmemin sebebi de bu. Bayern başka bir oyunun mümkün olabileceğini, kimi zaman iyice monotonlaşan pas futbolunun tahtının sallandığını gösterdi. Bundan sonra hızı güçle birleştirebilen hücum takımları dünya futboluna damga vuracak.
 
Başlarken boksa gönderme yapmıştım bitirirken de basketbola bir referans olsun. Bayern dün, 1990’ların Efes Pilsen’inin müthiş “zone” savunması ile Phil Jackson’ın Chicago Bulls’un “motion offense”ini futbol sahasında birleştiren bir performans ortaya koydu dün akşam. Bundan sonra futbolun referans çıtası böyle bir noktaya konmuştur artık.