18 Şubat 2013 Pazartesi

Baros'un ardından




Galatasaray’ın son yıllardaki en önemli maçına çıkmasından 2 gün önce, herkesin Akhisar maçındaki harikulade başlangıcından sonra Didier Drogba’yı konuştuğu bir ortamda Milan Baros da nereden çıktı diyebilirsiniz. Fark etmez, bu da benim formasını giydiği 4 sene boyunca terinin son damlasına kadar Galatasaray için savaştığına şahit olduğum, bu takımın çıkardığı son gol kralı apoletini hala taşıyan ve bugün sessiz sedasız ülkesinin Banik Ostrava takımına giden bir isme vedam (vefam) olsun.

Milan Baros, Ağustos 2008’de geldiği Galatasaray’dan 116 resmi maçta 61 gol (ligde 93 maç/48 gol, Türkiye Kupası’nda 6 maç/1 gol, Avrupa Kupaları’nda 17 maç/12 gol) atarak, kulüp tarihinin en golcü 13. oyuncusu ve 2008-2009 sezonu Süper Lig Gol Kralı unvanlarıyla ayrılıyor. Elbette ne bu istatistikler, ne de bıraktığı izler onun bir efsane olarak anılmasına yetecek. Ancak bazı durumlarda fazla agresif bir görüntü sergilese de sonuna kadar mücadele eden, aynı Harry Kewell gibi belki yanlış zamanda geldiği için 8 golle katkıda bulunduğu ve Kadıköy’deki final maçının son düdüğünde sahada olduğu 2012 “diriliş” şampiyonluğu dışında fazla bir şey kazanamadan, hoş bir seda bırakarak sarı kırmızıya veda edecek.

Efsane mertebesine erişemediği yorumunu, belki de yanlış zamanda geldiği yorumuyla birlikte zikredince, bu iki durum arasındaki bağlantıyı kurmak için biraz filmi geriye sarmak gerekiyor. Baros, Ağustos 2008’de transfer edildiğinde Galatasaray, son şampiyon sıfatıyla Şampiyonlar Ligi’ne girmek için Steaua Bükreş ile mücadele ediyordu. Listeler çoktan bildirildiği için Baros’un oynayamadığı bu maçlar sonucunda Galatasaray 2-2 ve 0-1’lik skorlarla elenerek Şampiyonlar Ligi hasretini uzatıyor ve UEFA Kupası’nın yolunu tutuyordu.

Skibbe’nin Galatasaray’ının UEFA Kupası’ndaki performansına, özellikle grupta Benfica ve Hertha deplasmanlarında oynanan müthiş futbola ve en önemlisi Barış-Ayhan gibi vasat altı bir orta saha ikilisinin önünde mükemmel bir uyum yakalayıp bilhassa "turuncu forma" ile leziz resitaller sunan Lincoln-Kewell-Arda-Baros dörtlüsüne bakıldığında, Baros 10 gün önce transfer edilip ön elemeye yetiştirilse ve Şampiyonlar Ligi’ne katılabilse kader çok farklı yazılabilirdi diye düşünüyor insan. Mamafih, o sezondan itibaren, yine büyük paralar harcansa da tepetaklak giden bir takımda tek bir Şampiyonlar Ligi maçına çıkamadan 4,5 yıllık kariyerini bitiriyor Baros.

 Belki de dönüm noktası Rijkaard’ın ilk sezonunda Ekim 2009’da Kadıköy’de 3-1 kaybedilen ve ayağının kırıldığı maçtı Baros için. Bir daha asla eskisi gibi olamadı. O sakatlıktan sonraki dönüşünde yaşadığı üst üste talihsizlikler bir yandan onu kırılgan ve sakatlığa açık bir oyuncuya dönüştürürken, bir yandan da agresif ve gereksiz kart gören bir karaktere büründürdü.

Fatih Terim, belki onun için bir şanstı ama geçen sezon istediği gibi gitmedi. Neticede, ne kadar iyi bir golcü olursa olsun, hiçbir zaman Falcao tarzı “her pozisyonda gol şansı var” bir adam olamadığından, eski fizik kalitesinde olmayınca kaçınılmaz olarak gözden düştü ve uzatmaların oynandığı bu sezonun ortasında ayrılık kapıyı çaldı.



Efsane olmasa da hoş bir seda

Efsane bahsini biraz daha açmakta fayda var sanıyorum. Biraz daha derinlere inerek, belki bazı kulüplerin alışkanlıklarını irdelemek gerek. Bu anlamda benim futbol izlediğim son 20-25 yılı kapsayacak şekilde bir Galatasaray Fenerbahçe karşılaştırması yaparsak, Galatasaray’ın efsane kalecileri Simoviç-Taffarel-Mondragon hep yabancı oyuncularken, Fenerbahçe’de Engin-Rüştü-Volkan şeklinde süregelen bir yerli kaleci alışkanlığı vardır. Forvetler için ise hep tersi olmuştur. Galatasaray’ı Tanju Çolak sonrası, Türk futbolunun en kariyerli ismi Hakan Şükür başta olmak üzere Arif Erdem, Ümit Karan, Necati Ateş, Burak Yılmaz gibi isimler sürüklerken, Fenerbahçe’de Aykut Kocaman (ve Tanju Çolak) sonrası iniş ve çıkışlarıyla hiçbir zaman tam olarak güvenilemeyen Semih Şentürk dışında hiçbir yerli santrfor barınamamıştır.

Buradan yola çıkarak, zamanının en büyük transferi Roman Kosecki’den bu yana Didier Drogba’ya kadar Galatasaray forması giyen yabancı forvetleri şöyle bir hatırlarsak dediğimi daha iyi anlatabilirim sanıyorum:

Dominique Iorfa, Torsten Gütschow, Dean Saunders, Adrian Knup, Adrian Ilie, Marcio, Mario Jardel, Radu Niculescu, Robert Spehar, Mbo Mpenza, Christian, Ali Lukunku, Shabani Nonda, Milan Baros, Jo, Bogdan Stancu ve Johan Elmander. (Aralarda unuttuğum isimler olabilir)

Çeşitli sebeplerle erken veda ettiğimiz Mario Jardel dışında dominant bir golcü performansı gösteren yok. Çok faydalı olan ve hoş anılarla hatırladığımız Adrian Ilie ve Shabani Nonda ile geçtiğimiz sezon yüreğini ortaya koyan güzel adam Johan Elmander bir yana bu listede gönül rahatlığıyla “işte bu adam Galatasaray’ın santrforu” diyebileceğimiz tek kişi Milan Baros.

Demek istediğim, yabancı bir forvetin Galatasaray’da efsane olması çok zor, tıpkı Hagi sonrası gelen tüm 10 numaralar gibi. Drogba’nın bu denli heyecan uyandırmasının bir nedeni de bu belki… Bu kulüp tarihi boyunca daha iyisini getirmemiş ki…

 Milan Baros’u siz nasıl hatırlarsınız bilmem ama ben onu en çok kâbus gibi geçen 2010-11 sezonunun başında, Rijkaard daha takımın başındayken, İstanbul’da tüm takımın döküldüğü Karpaty maçındaki hırsı ve attığı 2 gol, bu maçtan birkaç hafta sonra yine Rijkaard’ın açıkça sabote edildiği Ali Sami Yen’deki 4-2’lik Ankaragücü maçında sahada isyan eden tek kişi olmasıyla hatırlayacağım. Kewell'la birlikte turuncu formanın en çok yakıştığı adam, Galatasaray'dan aldığı ne varsa,  karşılığını vermiş olarak gidiyor. Kulaklarda hoş bir seda bırakarak…. “Milan Baros, Milan Baros, oleey, oleeey, oleey”


Share |