27 Mayıs 2011 Cuma

Dibe vurulan bir dönemin ardından, taze bir başlangıç


2010-2011 sezonu tüm Galatasaraylılar için unutulmak istenen bir sezon olarak “hatırlanacak”. Hatırlanacak, çünkü unutulmaması lazım. Çünkü Galatasaraylılar olarak her hafta bir öncekinden daha fazla kızdığımız, hayal kırıklığına uğradığımız, utandığımız bir dönem yaşadık. Daha kötüsü olamaz dediğimiz her seferinde, daha kötüsü başımıza geldi.

Bütün bunların miladının 2008 sezonunda kazanılan şampiyonluk olduğunu “Hayalden Uyanış” yazımda uzun uzun anlatmıştım. Daha sonra Galatasaray’la ilgili tek bir yazı yazmışım, 15 Kasım’da Manisa maçından sonra. “Çöküş” başlığını koyduğumda herhalde ben de artık dibe vurduğumuzu ve daha kötü olamayacağını düşünecek kadar naifmişim. Aradan geçen 6 ayın her günü beni daha çok yanıltmakla geçti.

Bahsettiğim Manisa maçından sonra 9 G, 3B, 10 M almış, tek umut sayılan kupada gruptan çıkar çıkmaz elenmiş, ligin ilk 5 sırasındaki takımlardan puan alamamış (Fenerbahçe deplasmanındaki 0-0 daha önceki haftalardaydı), ligi tarihinde ilk kez eksi averajla bitirmiş, tarihinin mağlubiyet rekorunu kırmış v.s. birçok istatistik verip somut bir tablo ortaya koymak mümkün. Ama bence rakamların ifade ettiğinin ötesinde bir yıkım sözkonusu. Tüm camiaya hakim olan bir yılgınlık ve umutsuzlukla anılacak yaşanan günler.

Bütün sportif başarısızlıklara rağmen, yine de Türk Telekom Arena’nın açılışı yeni bir hava estirebilir, unuttuğumuz hevesleri hatırlatabilirdi. Bilakis, keşke açılmasaydı dedirtecek bir felakete sahne oldu 15 Ocak akşamı. O gün ve sonrasında yaşananlarla Galatasaraylılık onurunun ayaklar altına alındığına tanıklık ettik, utandık.

Bu konuyla ilgili bir şeyler yazmayı defalarca denedim, öfkeme hâkim olamamaktan korktum, erteledim. Erteledikçe öfkem soğumaktan ziyade arttı. Zaten gerekli duruşu sergileyemeyen yönetim de bu vebalin altında ezildi. Maalesef, “bari giderken olumlu bir izlenim bıraksınlar” yönündeki beklentiler de boşa çıktı. Olaylı mali kongre, mahkemeler, seçim süreci ve yeni yönetim.

Şimdi taze bir başlangıç fırsatı var Galatasaray’ın önünde. Ünal Aysal, gönlümüzdeki, hayalimizdeki başkan değil belki. Yönetiminde de benimsemeyeceğimiz, burun kıvıracağımız insanlar olabilir. Fakat şu bir gerçek ki Genel Kurul’un büyük bir teveccühüne mazhar olmuş, çok az adaya nasip olacak (totaliter başkanlar hariç) bir oy oranıyla seçilmiş bir yönetim kurulu var Galatasaray’ın başında.

Kendi adıma Ünal Aysal’ın arkaik para babası başkan tiplemesiyle Aziz Yıldırım gibi tek adam tipi arasında bir yerde kendini konumlandıracağından endişem vardı. İlk günlerinin beni haksız çıkarmasından çok memnunum. Profesyonellik ve kurumsallaşma vurgusu yapması, bir yandan başarı sözü vermekten çekinmezken bir yandan konuşmadan önce düşünen bir plan adamı izlenimi vermesi en önemlisi taraflı tarafsız herkesin sevgisini olmasa da takdirini toplayacak bir Galatasaray beyefendisi izlenimi vermesi yeterince umut vaat ediyor.

Çok zor görünse de basketbol takımının mükemmel geçirdiği sezonu şampiyonlukla taçlandırması, yeniden ayağa kalkmanın alameti olarak tüm camiaya aradığı morali kazandıracak.

Herkesin gözüyse elbette futbolda. Futbol takımının yaz dönemini nasıl geçireceği, yeni sezona nasıl gireceğinin de cevabı olacak. Fatih Terim seçimini çok isabetli buluyorum; düşüncelerimi etraflıca ayrı bir yazıda açıklayacağım. Sessiz ve profesyonelce bitirilen Selçuk İnan ve Elmander transferleri de yönetimin hanesine başarı olarak yazılacak. Tüm camianın beklentisi, Başkan’ın da telaffuz etmekten çekinmediği “başarı” kelimesi de futbol takımının silkinip ayağa kalkması yönünde.

Son tahlilde bir Galatasaraylı olarak futbolda başarıyı elbette istiyorum. Fakat bunun ötesinde, öncelikle herkesin Galatasaray’a gıpta ettiği günleri geri getirmelerini, Galatasaraylı olmanın saygınlığını yeniden kazandırmalarını bekliyorum. Umudum var.

30 Mart 2011 Çarşamba

Türkiye-Avusturya: 2-0 - Oyunbozan takımdan oyun kuran takıma

Euro 2012 elemelerinde kuralar ilk çekildiğinde rahatlıkla yanına 3 puan yazabileceğiniz, ama Azerbaycan'a yenilen bir takım olarak tereddüt içinde çıkmak durumunda kalınan kritik Avusturya maçı kayıpsız atlatıldı.

Uzun süredir özlediğimiz yeni yüzler, kazanma arzusu ve hırs (Volkan'ın penaltıyı kurtardıktan sonra abartılı biçimde gösterdiği üzere), kim ne derse desin Türk futbolunun tek gerçek "starı" Arda'nın sahalara dönüşü ve şık golü, milli takımı kendi insanına antipatik gösteren hakeme itiraz, gereksiz sinir vs. gibi görüntülerin sergilenmemesi gibi birçok olumlu noktanın yanı sıra zayıf bir rakibe karşı yeterli sayıda pozisyon üretilememesi, düşük tempoda fazla sayıda yan pas yapan bir oyun anlayışı, sol bekte Hakan Balta'nın düşük formuna rağmen hala birinci alternatif olması (gerçi bu maçta iyi oynadı), herkesin üzerinde konsensüs sağlayacağı etkili bir santrforumuz olmaması gibi olumsuz hususları birleştirince kamuoyunda oluşan genel kanı "kazanmak güzel ama oyun tatmin etmedi, Belçika önünde işimiz zor" şeklinde özetlenebilir.

Yukarıda saydığım olumsuz hususlar içinde belki de en dikkat çekici olanı, milli takımın tempoyu yeterince yükseltememesi ve baskı kuramamasıydı. Bunda yağmurun sahayı ağırlaştırması ve maçı kazanmak zorunda olma psikolojisinin getirdiği temkinlilik hali de etkiliydi ama esas sebep Hiddink'in idealindeki oyun anlayışının henüz emekleme sürecinde olmasıydı.

Bu son saptamayı biraz açmak gerekirse, Hiddink ilk geldiğinde onun bir "formasyon/diziliş" hocası olmadığını, ziyadesiyle pragmatist bir anlayışla kendi idealindekini yerleştirmeye çalışmak yerine, mevcut malzemeden en iyi verimi almaya öncelik verdiğini söylemiştik. Bu bağlamda, bence Hollandalı hoca eleme grubunu biraz hafife aldı ve temelini Euro 2008'de muazzam başarı gösteren oyuncuların oluşturduğu ekibin Almanya'nın ardından hiçbir sorun yaşamadan rahatlıkla ikinci olabileceğine inandı. Kaybedilen Almanya ve Azerbaycan maçından sonraki tavrı da bunu doğrular nitelikteydi. Zira, Azerbaycan maçında tabiri caizse Hiddink damdan düştü ve kendine geldi. 2014 için öngördüğü yumuşak geçişi hızlandırma kararını aldı. Türkiye'de daha çok maç izlemeye ve özellikle Avrupa'daki Türk asıllı oyuncularla daha yakından ilgilenmeye başladı, riske girip kendi takımını oluşturma stratejisiyle Aurelio, Tuncay, Halil gibi oyuncularla yollarını tamamen ayırdı. Kısacası bir Azerbaycan'dan sonra dönemine girildi.

Bu yeni oyun anlayışı, 4-2-3-1 dizilişinde, top rakipteyken tüm takımın topun arkasına geçtiği ve orta sahanın beşlendiği, hücumda ise orta sahada hareketli üçgenler oluşturup bol pas yaparak, kanat oyuncularının yaratıcılıklarından yararlanarak pozisyon bulmak. Hiddink özelinde bakarsak Euro 2008'in Rusya'sının bir başka modeli. Hatırlarsanız o takım yarı finale şansla veya Euro 2004'teki Yunanistan gibi "kilit" futboluyla değil, Hollanda gibi bir takımı ezici bir oyunla yenerek erişmişti. Bu anlayışta olmazsa olmaz bazı unsurlar var:

1) Orta saha oyuncularının teknik kapasitelerinin yüksek olması,

Selçuk İnan, Nuri Şahin ve önlerinde oynayan Mehmet Ekici çok yüksek teknik kapasiteye sahip oyuncular. Şöyle düşünelim, duran topları Mehmet ekici kullandı dünkü maçta. Fakat Selçuk Süper lig'de, Nuri de Bundesliga'da kendi takımlarının duran toplarını çok etkili kullanıyorlar. Yalnız bu nokta bile kalitenin yükseldiğini kanıtlıyor. Bu üçlü birlikte oynamaya alıştıkça pas trafiğini daha "ezbere" yapmaya başladıkça daha etkili olacaklarına şüphe yok.

2) Sağ ve sol beklerin hücuma katkısı,

Bu konuda Avrupa'nın en ayrıcalıklı takımlarından biriyiz. Dün de Gökhan Gönül maç içinde çok fazla bindirme yapmasa dahi, bir pozisyonla farkını gösterdi. Milli takımın alternatifsiz birkaç isminden biri.

Aynı şeyi sol kanat için söyleyemiyoruz ne yazık ki. Bu sezon Galatasaraylıların saçını başını yolduran Hakan Balta'yla bu oyun anlayışını sürdürmek olanaksız. İsmail bu konuda Hiddink'in güvendiği bir isimdi ancak hala eksiklerini tamamlama konusunda bir adım atamadı. Aslında benim kafamda bu pozisyon için uzun zamandır Caner Erkin ismi var ama o da bu sezonki performansıyla resmen dibe vurdu. Yine yukarıda bahsettiğimiz model takıma atıfta bulunalım ve "Zhirkov'umuzu arıyoruz" diye bitirelim.

3)Atak yönünü değiştirerek rakip savunmayı zorlayacak diyagonal paslar,

Bu daha çok oyunun içinde gerçekleşen ve rakibi tabir caizse açık düşürmek için kullanılacak bir silah. Dün bunu özellikle Selçuk ve Arda birçok kere denedi. En belirgin olanında Selçuk sağda kaçan Mehmet Ekici'yi mükemmel gördü ve onun ortasında Burak'ın kafa vuruşuyla net bir pozisyon yakalamış olduk.

4) Kolay adam eksilten bir hücum oyuncusu,

Bu maddeye sığdırılamayacak kadar çok söz var onun için söylenebilecek. Ama milli takımı farklılaştırdığı, o olmadığında hücum gücümüzün yarısından fazlasını kaybettiğimiz, topu eveleyip geveleyen ve pozisyona giremeyen bir takıma dönüştüğümüz aşikâr. Arda Turan'dan bahsediyorum. Maalesef bu sistemde alternatifi yok ve bizim kurtulamadığımız linç kültürünün kurbanı etmeye devam ediyoruz onu. Umarım en başta kendi kıymetinin farkına varırı, sonrasında biz de ona hak ettiği değeri vermeye başlarız. Hiddink de açıklamalarında başrolde ona yer veriyor. Model takımımızda Euro 2008'de mükemmel oynayan, yorumcu Rıdvan Dilmen'e “Kaka'dan iyi” dedirten Arshavin'i hatırlayalım. Arda'nın zihni yapısı dışında bir eksiği olduğunu düşünmüyorum.

5) Sürekli hareket halinde olan, orta sahayla pas alışverişi yapabilecek, dikine kaleye gidebilecek bir forvet

Zurnanın zırt dediği yer burası. Hakan Şükür'ün varlığı Türk futbolu için bulunmaz bir şanstı. Şimdi literatüre "Hakan Şükür tipi çağdaş forvet" tanımını sokmuş bir nesil olarak her forvette onu arıyoruz. Gol atsın, pres yapsın, kafa vursun, top indirsin, duvar olsun verkaç yapsın, yorulmasın... Hakan Şükür bunların hepsini yapıyordu ama artık elimizde ondan olmadığına göre bu sisteme en iyi uyacak adamı bulmalıyız. Ayrıca, çağdaş forvetin tanımının da değiştiğini, hem kuvvetli, hem süratli hem de dripling becerisi yüksek santrforların (Drogba) ön planda olduğu bir dönemdeyiz. Semih bu kriterlerin ancak birkaçına uyuyor. Geniş alanda tek forvet olarak başarılı olur mu şüpheli. Burak da gayretli, kuvvetli ancak pas alışverişinde sıkıntı var. Bu durumda sistem için en ideal aday güneş gibi parlayan Cenk Tosun. Oynadıkça olgunlaşacak ve Hiddink'in ideal 11'indeki yerini alacak. Bu arada, her şeye rağmen Mevlüt Erdinç'in de iyi bir alternatif olarak denenebileceği kanısındayım.

Bu maddelere yenileri eklenebilir elbette. Hiddink'in maçtan sonraki "Hala öğrenme sürecindeyiz. İlk yarım saati beğendim" şeklindeki açıklamalarında "Arda çok özel bir oyuncu" ifadesi (4. madde) ve Cenk Tosun'un nasıl işler yapacağını merak ettiğini belirtmesi (5. madde) bu konuda yeterli ipucunu veriyor. Açıklamaların satır aralarında en dikkat çeken ise "Daha kontrollü olmalıyız" şeklindeki cümle.

Buradan hareketle artık milli takımın nasıl bir yolda ilerleyeceğini anlamak mümkün. Bugünü bir emekleme olarak kabul edersek, takım üç ay sonraki Belçika maçında yürüyecek, olası bir ikincilik ve play-off aşamasında ise koşacak duruma gelmek zorunda.

Türk futbolunda temel bir ayrım noktasına geliyoruz. Milli takımın yeni yeni başarıya ulaşmaya başladığı 1990'ların ikinci yarısından itibaren, potansiyeli fark edip daha iyisini yapabileceğimize inandığımızdan, "ne eksik?" sorusuna verilen klişe cevapların başında "bizim bir ekolümüz yok" ifadesi geliyordu. Buna kafa oyran yorumculardan benim hatırladığım Mehmet Demirkol, son derece haklı sebeplerle bizim ekolümüzü "oynatmamaya dayalı kaos futbolu" olarak tanımlamıştı. Bu tanım çoğunluk tarafından benimsendi. Euro 2008'den sonra Uğur meleke'nin sık sık atıfta bulunduğu gibi "otobüse binmeden maçı kaybetmiş sayılmayan" "comeback kings" karakteri buna eklendi.

Esasen ligimizde de kaos futbolu oynanıyor. Ligi hafife alarak buraya gelen ünlü teknik direktörlerin ve futbolcuların sertlikten yakınmalarının temel sebebi bu. Bursaspor geçen yıl temelde bu oyunla şampiyon oldu. Ancak sıkıntı bu yılki Avrupa kupalarında Türk takımlarının sergilediği rezalet performansla ortaya çıktı. Kaos futbolu bugünün dünyasında konvertibl değil. Yani salt oynatmamak yetersiz. Burada fizik gücünün yüksek olmasının yetmediği, ortalam üstü kalite ve oyun disiplinini harmanlayabilen takımların büyük yıldızlara sahip olmasalar bile başarıya ulaşabildikleri bir çağ yaşıyoruz. Buna da verilebilecek en iyi örnek Ukrayna takımları Shaktar ve Dinamo Kiev.

Futbol anlayışları sonsuz bir döngü gibi. "Teknik kapasite yetmez fizik gücü ayırt edici özellik" noktasından, herkesin koşmasının şart olduğu tekniğin ve en önemlisi hızın farklılık yarattığı bir çağa geldik. Daha önceleri yani büyük turnuvalara katılmanın hayal olduğu dönemlerdeki başka bir klişe de "teknik kapasitemiz yüksek ama disiplinimiz yetersiz" ifadesiydi. Şimdi, belki de ilk kez teknik kapasitesini, olgun bir oyun anlayışı ve çağdaş bir sistemle birleştirmeye çalışan bir takım var karşımızda. Bu saygıdeğer çaba için Hiddink'e destek olmamız gerektiğini düşünüyorum.

13 Ocak 2011 Perşembe

2011'in 11 genç yeteneği

 
 
 
İspanya'nın ünlü Marca gazetesinin internet sitesinde 2011 yılına damgasını vuracak 11 genç oyuncudan bahsedilmiş. 1989 ve üzeri doğumluları kapsayan seçkide bugüne kadar belli bir tanınmışlık seviyesinde olan oyunculardan ziyade (Ör: Eden Hazard) potansiyeli bilinen ancak patlama yapması beklenen türde oyunculara yer verilmiş. Listenin en ilgi çekici yanı, benim de çok beğenmeme ve halihazırda milli takım için de ilk alternatif durumunda olmasına rağmen bir türlü beklenen düzeye çıkamayan İsmail Köybaşı'nın da içinde bulunması. İspanyolca bilenler haberi orijinal sayfadan okuyabilirler. Oyunculara geçersek:
 
Romelu Lukaku (Anderlecht): Kongo asıllı Belçikalı şimdiden milli takımda yer bulmaya ve Avrupa transfer piyasasında adını duyurmaya başladı. 1993 doğumlu yani henüz 18'ini bile doldurmamış. Anderlecht kariyerinde 73 maçta 36 golü var.  Lukaku, bir santrfor için ideal olan güçlü fiziği ve boyunun yanı sıra sürat ve kuvveti birleştiriyor. En üst düzeyde oynamak için birkaç senesi var ama her şey iyi igderse yeni bir Drogba olma potansiyelini taşıdığını düşünüyorum. Zamana ve doğru kararlara ihtiyacı var. Drogba'nın da 2003-2004 sezonunda yani 25-26 yaşlarında şimdiki kimliğine yani dğnya çapında bir stara dönüştüğünü hatırda tutmak gerek.
 
Mario Götze (Dortmund): 1992 doğumlu bu genç orta saha oyuncusunun Dortmund'un bu sezonki çıkışında ve amansız performansında çok büyük payı var. Evet, orta sahada kumanda Nuir'de ama Götze'nin varlığı, saha içindeki mücadelesi ve hareketliliği takımın özellikle tempoyu ayarlamasına ve oyunu rakip sahaya yıkmasına yardımcı oluyor. 17 Kasım 2010'daki İsveç maçında da ilk kez Almanya formasını giydi. Dortmund'un başarısına paralel olarak onun da önü açık. 
 
Alex Chamberlain (Southampton): Hakkındaki bilgilerim 1993 doğumlu olduğu, orta sahada oynadığı ve eski İngiliz milli oyuncu Mark Chamberlain'in oğlu olduğundan ibaret. Fakat bu listede olduğuna göre yakın zamanda radarımıza girmesi kaçınılmaz. En azından FM'de bir transfer edip denemek lazım. 
 
Alvaro Morata (Real Madrid): Barcelona'yla rekabetinde geri kalmasının en büyük sebebinin Casillas'tan başka bir altyapı oyuncusunun kadroda düzenli yer bulamaması olduğu söylenen Real'in bu eksiğini kapatmak için umut bağladığı 1992 doğumlu santrforun tarzının Morientes'i andırdığı söyleniyor. Genç milli takımlardaki gol ortalamaları üst seviyede. Şu andaki kıran kırana rekabet ortamında A takımda oynaması zor ama Higuain'in sakatlığını telafi etmek için bir santfor transfer edilmezse bu sezon sürpriz şanslar bulabilir.
 
Jack Wilshere (Arsenal): Sadece Arsene Wenger'in değil, Lampard-Gerrard sonrası dönemi yavaş yavaş düşünmeye başlayan İngiliz futbolunun da gözbebeği. Ancak hala beklenen çıkışı yapamadı. Tabi bunda forma için rakiplerinin çok olması ve fizik gücünün hala Premier Lig için yeterli seviyeye ulaşmamasının etkisi var. 2011'de patlama yapabilecekler listesinde olması bence de son derece isabetli.
 
Coutinho (Inter): Inter'in yıllardır umut bağladığı 1992 doğumlu kanat oyuncusu nihayet bu sezon aradığı şansları buldu hatta Brezilya milli takımında da ilk maçına çıktı ancak ona bu şansı tanıyan Benitez'in döneminin kabus gibi geçmesinden o da nasibini aldı. Çok yetenekli ancak şu ana kadar beklenen parıltıyı gösteremedi. Serie A'da ne kadar heyecan ve rekabet artsa da bazı şeyler sabit kalıyor; sertlik gibi. Ne diyelim, buna alışıp alışamayacağı sorusunun cevabı aynı zamanda kariyerinin ne yönde ilerleyeceğinin de göstergesi olacak.
 
Marc Bartra (Barcelona): 1991 doğumlu stoper La Masia'nın son "prodigy"lerinden. Şu ana kadar kendisini pek izleme imkanım olmadığı için yorum yapamıyorum fakat yakın bir gelecekte A takımda Pique-Puyol ikilisinin yedeği olarak kendini sağlamlaştırmasının dahi yeterince büyük bir adım olacağını düşünüyorum.
 
Neymar (Santos): 1992 doğumlu forvet yıllardır konuşulan ve Avrupa'ya gelmek için gün sayan bir isim. Attığı müthiş gollerin videolarından tanınnıyor esasen, ayrıca muazzam istatistikleri var ama son dönemde Brezilyalı oyuncularla ilgili duyulan tereddütün artması onun transferini geciktiriyor. Santos ona 30 Milyon Euro fiyat biçmiş durumda. Umarım kendini hemen büyük bir kulübe atma sevdasında değildir. Bu tür oyuncular için La Liga'nın başaltı takımları veya Porto gibi takımlar uygun bir başlangıç noktası bence.   
 
Yannis Tafer (Fransa): FM'cilerin uzun zamandır iyi bildiği 1991 doğumlu Fransız forvetin aslında çoktan bir çıkış yapması bekleniyordu. Şu ana kadar beklentileri karşılayamadı. 2011 onun elit bir forvet olup olamayacağının cevabını verecek.
 
Emmanuel Mayuka (Young Boys): 1990 doğumlu Zambiyalı golcü birçok Afrikalı oyuncu gibi Tel Aviv güzergahından sona Avrupa kulüplerinin göz önünde olacağı doğru bir ara istasyon olan İsviçre'ye geldi. Kendisini çok fazla izleme imkanım yoktu. Sezon başındaki Fenerbahçe maçlarında da kenarda oturmuş, sadece ilk maçta 7 dakaika oynamış zaten. Hatta ne yalan söyleyim Young Boys'un forvetindeki adam olarak hatırlıyorum, ismini Marca sayesinde anımsadım. Ama izlediğim kadarıyla çok süratli ve kontratak futboluna yatkın bir isim.  
 
İsmail Köybaşı (Beşiktaş): Bu listedeki en yaşlı oyuncu olmasının tek bir anlamı var. Hala potansiyelini tam olarak gösterememesine rağmen ona yönelik inanç devam ediyor. Muazzam bir hücuma katılma yeteneği ve temposu var. Ona güvenen Schuster ve Hiddink gibi hocalar büyük şans. 2011'i çok iyi değerlendirmezse gelece yıl onu başka bir listede değerlendirmek zorunda kalabiliriz.