31 Mayıs 2010 Pazartesi

Dünya Kupası'nın 33. takımı




11 Haziran-11 Temmuz arasında Dünya Kupası'nda mücadele edecek 32 takım elbette FIFA Sıralamasının ilk 32 takımı değil. Organizasyonda dünyanın her bir tarafının temsil edilmesi için böyle bir eleme sisteminin şart olduğunu tartışmak dahi abes. Ancak, sınırlı kontenjan yüzünden elemede takılıp G.Afirka'ya gidemeyenleri de anacak bir fikir cimnastiği yapmak da ayıp değil.

İşte ben de, çoğunluğu Avrupa'dan olmak üzere kupaya gidemeyen ülkelerin yıldızlarından bir 23 kişilik takım oluşturdum. Takım ruhu, motivasyon gibi kozlardan mahrum olmalarına rağmen Kupa'da mücadele etselerdi en az çeyrek finale ulaşacak bir kadro kalitesine sahip olurlardı diye düşünüyorum.Şunu koymamışsın veya bunun ne işi var takımda gibi yorumlara her zaman açık olduğumu ve ülkeler arasında denge gözetmeye özen gösterdiğimi de hatırlatmak isterim.

İşte 33. takım: (4-1-3-2)

Cech (Çek Cum.)

Corluka (Hırvatistan)
Kompany (Belçika)
Chivu (Romanya)
Zhirkov (Rusya)

Fletcher (İskoçya)

Modric (Hırvatistan)
Arshavin (Rusya)
Arda (Türkiye)

İbrahimoviç (İsveç)
Dzeko (Bosna Hersek)

Yedekler:
Akinfeev (Rusya)
Given (İrlanda)
Srna (Hırvatistan)
Chygrinsky (Ukrayna)
Bale (Galler)
Fellaini (Belçika)
Hamit (Türkiye)
Vargas (Peru)
Vucinic (Karadağ)
Baros (Çek Cum.)
Chamakh (Fas)

Share |

12 gün kala



Her yıl tekrarlanan senaryo gereği, 2010'un bahar ayları da hızla geride kaldı. Bilenler bilir çift senelerin Haziran aylarının benim için tek bir anlamı vardır. Dünya Kupası ya da Avrupa Şampiyonası. Nitekim,  11 Haziran'dan itibaren, elbette iş-güç durumları elverdiği ölçüde, yine kendimi "insan, sosyal bir hayvandır" sözünü haksız çıkaracak ölçüde bir inzivaya çekmeye hazırlanıyorum.

Son bir haftadır, yani Şampiyonlar Ligi finalinden bu yana bloga dokunmamamın esas sebebi de biraz buna bağlı aslında. Dünya Kupası öncesi tabir caizse futbol nadasına bıraktım zihnimi. Gerçi siz futbolu bıraktığınızı sansanız da futbol sizi bırakmıyor. Özellikle çok umutlandığım ve çok istediğim Euro 2016'yı Fransa'ya kaptırmamızla sonuçlanan süreci kaçıramazdım elbette. Yalan söylemeyeyim, takımlarla ilgili haberleri de takip etmeye çalıştım. Ama İngiltere-Meksika maçı dışında hazırlık maçı izlemedim mesela. Bizim millilerin ABD turnesini de özetlerden takip ettim.

Geçen hafta burada harika bir festival olması da durumu kolaylaştırdı aslında. Santana, BB King, Sting gibi isimleri ve farklı türlerden birçok Ortadoğu ve Afrikalı müzisyeni Mawazine kapsamında Rabat'ta izleme fırsatı bulduım.Keşke çekmekaset'teki dostlarım kadar birikimim olsaydı da biraz bahsedebilseydim konserlerden.

Neyse sonuçta bu haftadan itibaren futbol heyecanına geri dönüş yapıyorum. Tek tek bütün gruplarla ilgili düşündüklerimi, sürpriz takımları, sevdiğim ve parlayacağına inandığım oyuncuları, ilginç tesadüfleri vs. buradan paylaşmaya çalışacağım. Ayrıca "kupayı kim alır sence?" diye sorulursa, cevabım İngiltere. Bunu da  şimdiden söylemiş olayım:)
Share |

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Avrupa'nın en büyüğü Inter



2009-2010 sezonunun tartışmasız en iyisi olan takım dün gece tacını giydi. Bu "tartışmasız en iyi" yorumum, Şampiyonlar Ligi kupasını alırken kendi geldiği lig dışındaki en büyük 3 ligin bu sezonki şampiyonlarını safdışı bırakmalarından kaynaklanıyor.

Dünkü maç öncesindeki beklentiler büyük ölçüde gerçekleşti. Topa sahip olma oranı %66-34 lehine olsa da, hücumda Robben dışında alternatifsiz kalmanın ve başta Van Buyten olmak üzere çok ağır stoperlere sahip olmanın faturasını ödedi diyebiliriz bir yerde Bayern için. Mourinho'nun bu maçta yaptığı ek hamle, kağıt üzerindeki 4-3-3 sisteminde Milito'yu tamamlayan Eto'o ve Pandev'in esasında tipik birer kanat oyuncusuymuşcasına bekleriyle bir bütün halinde oynamalarıydı. Bu durum sistemi fiilen 4-4-1-1'e döndürdü ve Inter'in atakalrı ve golleri de bu 1-1 olan Sneijder ve milito'yla gerçekleşti. Pandev'in Robben'in kilitlenmesinde ve takımın hücuma çıkmasında özellikle ikili mücadelelerdeki kuvvetli görüntüsüyle ön plana çıktığını söylemek gerek.

Milito'ya ayrı bir paragraf açmak gerek. 31 yaşına kadar kariyerinde hep orta sınıf takımlarda oynamış Arjantinli santrfor bu sezonun kaderini belirleyen adam oldu. Hem 3 kupayı da getiren final maçlarındaki kritik gollere imza atan isimdi, hem de önceki turlarda Barcelona ve Chelsea'ye attığı goller farkı yaratan etkenler oldu. Şu anda Arjantin'in iştah kabartan hücum hattı için de muhtemelen Tevez ve Higuain'in önünde santrfor mevkii için ilk seçeneğe dönüştü.

Yine de bütün dünya futbol kamuoyunun üzeirnde birleştiği gibi Inter'in tek büyük gerçek starı Jose Mourinho. Üstelik yalnızca bu hissi ve imajı vermesi dahi karşı taraf üzerinde yeterince önemli bir psikolojik etki yaratırken, taktik zekasının uygulamasını her maçta oyuncularından almayı başarıyor.

Bu sezon kupayı kaçırdığı için gelecek yılı şimdide iple çeken birçok takımın olması vaat edilen heyecanı arttırıyor. Gelecek sezon, gidenden daha heyecanlı ve sürprizli olur umarım. 

Share |

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Şampiyonlar Ligi final öncesi



Dünya Kupası'nın başlamasına tam 20 gün kala, 2009-2010 sezonu müthiş bir kapanış galasıyla perde indirecek bu akşam.

Çeyrek finaller öncesinde gönlümden geçen finalin adının Bayern-Inter olduğunu söylemiş birisi olarak bu akşam çok güzel ve çekişmeli bir maç olmasını bekliyorum elbette. İki takım da belki de sezon başında ummadıkları kadar güzel bir sezon yaşadılar ve ülkelerinde hem lig hem de kupa şampiyonu oldular. Şimdi 3. kupanın peşindeler.

Inter, bu yıl "dünya standartlarının üzerinde" olduğu söylenen Barcelona ve İngiltere'de duble yapmayı başaran Chelsea maçlarında da görüldüğü gibi rakibe alan bırakmayarak çok etkili bir savunma anlayışını sahaya yansıtabilen bir takım. Bu savunmada ön plana çıkan husus, takımın geriye gömülmekten çekinmemesi ve çoğu zaman savunmanın önünde oynayan Cambiasso ve Chivu'nun ilk müdahalenin ardından bariz bir şekilde stoperlerle bütünleşik bir blo k halinde oynamaları. Tabii bu durumda ortadan Inter savunmasını delmek mümkün olmuyor.

Inter'in en büyük artısı savunmanın yanında, buraya daha önce de yazdığım gibi halihazırda dünyanın en hızlı ve etkili biçimde karşı atağa çıkan takımı olması. Burada kilit oyuncu ise Sneijder. Sahanın bütününün farkında olan ve öldürücü paslarıyla bu bahsettiğim hızlı atakları genelde başlatan isim. Bu oyun yapısına son derece uygun olan Eto'o ve harika bir sezon geçiren Milito'nun varlığı tehdidin boyutunu arttırıyor.

Bayern'in oyun anlayışı ise orta sahayı çabuk geçmek üzerine kurulu. Bugüne kadar oynadıkları bütün maçlarda tempoyu yükseltip, topu savunmadan hemen çıkararak kanatlardaki Ribery ve Robben'e verdikten sonra set hücumuna geçtiklerini gördük. Burada R&R basketboldaki point guardlar gibi takımın hücum seçeneklerini belirleyen oyuncular olurken, Van Gaal'in çok efektif biçimde kullanmayı başardığı ve bence geçtiğimiz sezonun en iyi Bosman transferi olan Oliç mütemadiyen hareket ederek rakip savunmanın dengesini bozmaya çalışıyor. Zaten Gomez veya Klose gibi kağıt üzerinde daha iyi golcü diyebileceğimiz adamaların tercih edilmemesinde de bu durumun, yani bu iki ismin nispeten kolay kontrol edilebilmesinin payı büyük.

Bu akşam Ribery'nin yerine Hamit oynayacak. Bu durum Inter'de tehdidin azaldığı algısını beraberinde getirerek bütün dikkati Robben'in üzerine çekebilir. Fakat Hamit'in de Ribery gibi fantastik çalımlar atamasa veya ani hızlanmalarla adam geçemese de önemli artıları var. Birincisi Maicon'un tehlikeli çıkışlarını önleyecek olması, ikincisi de yüksek fizik gücünün avantajıyla ikili mücadelelerden kaçmayan yapısının Inter orta sahasında yaratacağı sıkıntı.

Bayern'in iki stoperi takımın en zayıf karnını oluşturuyor. Gerek yan toplarda gerek hızlı ataklarda sıkıntı yaşamaları ve Man Utd  maçında olduğu gibi kısa zamanda kalelerinde 3 gol birden görmeleri dahi muhtemel.

Bu verilerin ışığında Bayern'in topa daha çok sahip olacağını ve kaptan Van Bommel tarafından yönlendirilecek oyunun  ortalama standartlarına göre final psikolojisinin de etkisiyle daha düşük tempoda seyretymesi muhtemel. Sağ kanatta topu alıp genelde içeriye doğru driplinglerle şut ya da öldürücü pas pozisyonu arayan Robben'in bu oyun anlayışı onu ortadaki girdaba çekmek isteyecek Inter'in işine gelecektir. O yüzden maçın gidişatına göre Robben ve Hamit'in yer değiştirmeleri mantıklı olabilir. Böylece maçın düğümünü çözecek bir Robben-Maicon düellosu izleyebiliriz.

Inter'de Mourinho'nun ne yapacağını kestirmek çok güç. Maçın genelinin yukarıdaki gibi geçeceği fikrinde olsam da, Inter'in zaman zaman bütün  yakımı ileriye çıkartıp bölüm bölüm şok pres uygulayarak ani toplar kazanmasını da bekleyebiliriz. Bu durumda Inter'in atacağı bir gol Bayern'in bütün oyun yapısını bozacaktır.

İki taktik ustasının satrançvari hamlelerini izleyecek olmak şimdiden heyecanlandırıyor beni. Son tahlilde Inter'i biraz daha avantajlı görüyorum ama her koşulda izlenmeye değer bir maç bizi bekliyor...
Share |

18 Mayıs 2010 Salı

17 Mayıs

28 yıla yaklaşan hayatımımın en mutlu günü hangisiydi sorusuna verdiğim yanıt 10 yıldır değişmedi. Benzer bir başarı ya da daha büyüğü gelse dahi uzun yıllar da değişmeyecek muhtemelen. Çünkü o başarılar geldiğinde ne ben 18 yaşımın o heyecanını yaşıyor olacağım, ne de o mutluluk ilkinin yerini tutacak.

10 yıl geçti, hala neyi kutluyorsun diye soranlar bu yazıyı okumasın lütfen, zira bunu ancak aynı hisleri paylaşanlar anlayabilir. Az önce yine tüylerim diken diken izledim 2000 UEFA Kupası Finali'ni, her anının değerini bilerek, Galatasaraylı olmanın ayrıcalığını hissederek.

Kısa vadede önümüzdeki dönemde bu başarının tekrarlanma olasılığının az olması değil bu kupayı değerli kılan. Bu bir eşikti atlanması gereken, içeri girdikten sonra benzer başarılar elbette gelecek uzun vadede. Bugün Türk takımları için Avrupa Kupaları'nda herhangi bir rakibe 5 gol atmak da sıradan, bir İsviçre takımını elemek de. Fakat Neuchatel maçını müstesna kılan bir şey var, anlatmak istediğim his tam olarak da bu.

Çünkü tesadüfle gelmedi bu kupa. Belki de rahmetli beyaz saçlı Alman'ın 84 yılında Florya'nın kapısından girmesiyle başlayan, Mustafa Denizli'nin Avrupa'da cesur oynamayı öğretmesiyle devam eden, Feldkamp'la tempo, pres gibi kavramlara aşina olmamızın ardından Fatih Terim'le 3 sene üst üste şampiyonluk süreciyle adım adım kurulan bir yapılanmayla geldi. 11 Ağustos 1999'da Viyana'da Ercan Taner'in kulaklarımızda baki kalan Hagi, Hagi, Hagi sesleriyle başlayan ve Sami Yen'de Chelsea'den 5 yiyerek dibe vurduktan sonra akıl almaz bir sıçrama göstererek arka arkaya 11 maç yenilmeden kupaya uzanan bir takımın hikayesi...

Fatih Terim'in (şu anda nedense unuttuğumuz) taktik dehasının, kurduğu 3 bücürlü dünyanın en iyi oyunbozan orta sahasının hikayesi, Milan maçında 90'daki penaltıyı soğukkanlılıkla doğru yere göndermeyi sağlayan "Ümit"in hikayesi. Dünya Kupası sahibi bir kalecinin tecrübesinin yanında heyecanı olmadan hiçbir işe yaramayacağını gösteren "çok güzel" kalecisinin hikayesi. Hakkında ne desem az kalacak, belki de geldiği gün kupaya giden süreci başlatan "10"un hikayesi. Bologna maçında havada asılı kalan, Dortmund'da sol ayağıyla 90'ı, Leeds'te en güzel yerinden çerçeveyi gören Kral'ın hikayesi...

Her izlediğimde ağlatan o müthiş 17 Mayıs belgesel DVD'sinde yazdığı gibi: "Tek ihtimali olan insanların hikayesi"
Share |

14 Mayıs 2010 Cuma

Mehmet Topal ve Valencia

Artık geride bıraktığımız 2009-2010 sezonunda Galatasaray'ın en çok aksayan bölgesinin, özellikle son haftalarda değişmez ismi olan Mehmet Topal, kendi kariyeri için çok büyük bir adım olarak değerlendirilebilecek bir transferle Valencia'nın yolunu tuttu. Galatasaray, son yılların en iyi kadrosunu kurmasına rağmen Şampiyonlar Ligi'ne gidemezken o büyük ihtimal ilk kez 2006 Eylül'ünde Anfield'da ürkek adımlarla çıktığı büyük organizasyonda sahne alacak.

Esesında bu transfer Topal'ın yanı sıra gerek Valencia, gerek Galatasaray için karlı oldu. Valencia, gelecek vaat eden bir oyuncuyu normal bir fiyata transfer etti. Avrupa tecrübesi olan, defansif yönü özellikle top çalma özellikleriyle çok verim alabilceği bir defansif orta sahaya sahip oldular. Galatasaray ise hem tüccar mantığıyla düşünürsek 1'e aldığını 5'e sattı, hem de performansını iyileştiremeyen, taraftarın gözünden düştü düşecek ve 2008'de zirveye çıktığından beri üzerine koymak bir yana aynı seviyeyi göremeyen bir oyuncusunun önünü açtı.

Önünü açtı dememin sebebi Mehmet Topal'ın potansiyeline ve kalitesine güveniyor olmam. Son 2 sezonda yaşadığı düşüşün Galatasaray'ın genel düşüşüne paralel olduğunu ve takımın oyun yapısının "ön libero" ya çok fazla yük bindirmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.

La Liga gibi teknik kapasitesi yüksek oyuncuların bulunduğu bir lige orta sahada oynayan bir oyuncunun yalnızca kesici olması yetmez. Topal'ın ilk senesinde uzaktan olur olmadık şutlar çektiğini, riskli ara paslar ve ters diyagonal paslar denediğini, zaman zaman da bunda başarılı olduğunu görüyoruz. Ama malesef ligimizde risk aldığınızda ve hata yaptığınızda karşılaştığınız tepki o kadar ağır oluyor ki bir daha risk almamayı tercih ediyor ve Maldonadolaşıyorsunuz.

 Mehmet Topal'ın önünde şimdi çok kritik bir dönemeç var. Kendini geliştirerek, stilini benzettiğim Partick Viera'ya benzer bir oyuncuya dönüşmesi en büyük arzum. Günümüz futbolunda hücuma yönelik oyuncular 18-19 yaşlarında büyük yıldız olarak lanse edilirken onun mevkisindeki oyuncuların olgununun makbul olması bu yöndeki inancımı kuvvetlendiriyor. Önünde La Liga'da çok başarılı olmuş bir Nihat (lig itibarıyla) ve Galatasaray'da aynı şekilde taraftardan tepki almaya başlamışken 30'undan sonra efsaneleşen bir Tugay (mevki itibarıyla) örneği var. Başarılar diliyorum.

Bu arada 2008 yılında Galatasaray'ın Şampiyonluğunu getiren iskelet dağılıyor. Herkesin konuştuğu üzere Servet de ayrılacak büyük olasılıkla sezon sonunda. Arda da giderse eğer, bu 3 oyuncu üzerine Galatasaray'ın 6-7 yıllık geleceği inşa edilir düşüncesi daha taptazeyken rafa kalkmış olacak. Takımın yeni bir kimliğe ihtiyacı var demek ki. Umarım Rijkaard, gelişmiş bir oyun anlauyışının yanında böyle bir kimlik de getirmeyi başarır ya da bunun için çaba sarfeder.
Share |

İlk şampiyon Atletico Madrid


Dün oynanan UEFA Europa League finaliyle ilgili birçok şey zaten yazıldı çizildi görüldü. Esasen, maçtan önce çoğunluğun düşündüğü minvalde gerçekleşti final ve sonuçta kadro kalitesiyle ve özellikle de hücum hattıyla ağır basan Atletico uzatmada da olsa finali alıp götürdü.

Tabi Anfield'da uzatmalarda "final gidiyor artık" denirken sahneye çıktıktan sonra dün de uzatma devresinde golünü çok şık bir vuruşla atan Forlan'ı konuşuyor herkes. Villareal'e geldiğinden beri kariyerinde hep belli bir düzeyin üstünde olan Uruguaytlı golcü bunları hak ediyor elbette, Ali Sami Yen'de son dakikada Galatasaray'a ve Vicente Calderon'da Liverpool'a attığı golleri de sayınca kupayı getiren isim olduğunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bahsetiğim bu iki maçın bir başka özelliği de Atletico'nun Avrupa Ligi'nde oynadığı 9 maç arasında normal sürede galip kapatmayı başardığı başka maç olmamsı. Tamam, yarı final ilk maçından başka mağlubiyetleri de yok ama garip geliyo yine de insana galibiyetsiz kupa.

Fulham ise herkesin alkışını kazanarak, peri masalına gerçekçi bir sonla veda etti. Fulham örneği hem Avrupa'da başarılı olmak isteyen Küçük ve Orta Büyüklüklteki Kulüpler (KOBİ'den esinlenerek KOBK olsun bunlar da)  hem de sınırsız ve sonunu düşünmeden harcama yapan Portsmouth gibi Premier Lig takımları için fevkalade bir model. Süper yıldızları yok, orta karar tecrübeli oyuncular ve onlardan maksimum verim almayı bilen bir hoca var. Herkesin rol dağılımı belli, kimse ucuz kahraman olmaya, kendini büyük takımlara pazarlamaya çalışmıyor. Zaten bu nedenle "takım olamayan" Juventus gibi marka takımları da, takım içi denge sorunu yaşayan Hamburg gibi takımları da, Lucescu gibi bir taktik dehasının son şampiyon Shaktar'ını da bu sayede eleyebildiler.

Final maçı beklendiği gibi geçti. Fulham ilk yarıda yediği gole hemen cevap vermeyi başaramamış olsa, ikinci yarıda farkın da açılabileceğini düşünüyordum, zira Fulham'ın Atletico üzerinde baskı kurabilecek bir yapısı yoktu. Özellkle 4'lü savunmanın önünde oynayan Etuhu iyice stoperlerin arasına gömülmüş; kanatlardaki Duff ve Davies de Simao ve Reyes'e göz kulak olmaktan hücuma destek veremez durumdaydılar.

İkinci yarıda iki taraf da kupaya az vakit kaldığının bilincinde olarak rölantide oynadılar. Aynı anlayış 4-5 dakikalık çeşitli karşılıklı parlamalar dışında uzatma devresinde de sürdü.

Benim gözümde finalin yıldızı Forlan'dan ziyade Agüero'dur. Özellikle son golde herhangi bir futbolcunun 116. dakikada depar atmaya tenezzül etmeyeceği bir topa koşup, yetişip, düzeltip, çalım atıp, akıllıca bir asist yapmasının yanı sıra bütün maç boyunca sergilediği istekli görüntü ve topu her ayağına aldığında ben yıldızım diyen bir hava yaymasıyla çok beğendim kendisini. Bir oyuncunun kendine değil, takımına oynayarak kendisini nasıl parlatabileceğinin canlı örneği oldu. İlk goldeki hatası dışında Ujfalusi'yi de çok beğendim, sürekli atak yapma ve rakibi zorlama arzusundan ötürü.

Sonuç olarak, geçen senelerdeki saçma format terk edilince bu sene yeni bir çehreye bürünen Kupa 2'nin formatı tutmuştur diyebiliriz. Bu kupanın en büyük özelliği gruptan çıkan ve ŞL'den gelen 32 takım kaldığında aralarından herkesin çeşitli faktörlerbirleştiğinde kupayı alabilecek seviyede olması. Bu da beklenmedik sonuçları ve çok ilginç eşleşmeleri beraberinde getiriyor.

Galatasaray'ı eleyen takım kupayı aldığı için içim buruk ama tebrikler ne diyelim:)
Share |

4 Mayıs 2010 Salı

Platini'nin gözünden Fransız futbolu


Michel Platini'nin, Fransız futbolunun "kült" ismi olduğunu bilmek için Fransız futbolunun her anını yakından takip etmek şart değil. Aslında, UEFA'nın 1 numaralı isminin Fransa futbolu üzerine ilginç yorumlarını içeren bu söyleşi Le Monde'da geçen Perşembe yayımlandı ve ben aradan geçen süre içinde yazıyı çevirip buraya koymayı düşündüğümden bu kadar gecikti. Neticede yazıyı çeviremedim ama koymadan da edemedim ve aşağıya kopyaladım.

Esasen çok farklı tespitler içeren, dobra bir söyleşi olmuş. "Fransız kulüpleri de milli takım da hayal görmesin!" başlığını taşıyan söyleşide bir husus özellikle altının çizilmesini hak ediyor. Röportajı yapan kişi Lyon Başkanı Aulas'ın, İzlanda'daki volkan olayının ardından Münih'teki Bayern maçının ertelenmemesinden dolayı UEFA'yı suçladığını ve elenmelerini buna bağladığını söylüyor. Barcelona'dan asla böyle bir yakınma gelmediğini, Lyon'un yolculuğunun sadece 5-6 saat sürdüğünü ve aynı dönemde 35 saat yolculuk yapan Fransa Hentbol Milli Takımı'nın ağlamadığını söyleyen Platini'nin ayarı şahane: "Gerland'da da otelden otobüs yolculuğu yapmak zor geldiği için mi 3-0 yenildiler?"

Bir an için düşünün... Bu ülkede Şenes Erzik'e nasıl sallanıyordu zamanında. Ah o da Ali ŞEn'e böyle bir cevap verebilseydi keşke:)

La sévère défaite de Lyon (3-0) face au Bayern Munich, mardi 27 avril, en demi-finale de la Ligue des champions le confirme, le titre européen reste hors de portée des clubs français. Le patron de l'Union des associations européennes de football (UEFA), Michel Platini, estime que les raisons ne sont pas seulement financières.



A l'exception de l'Olympique de Marseille, en 1993, aucun club français n'a remporté la Ligue des champions. Qu'est-ce qui leur manque ?


C'est une longue histoire. En soixante ans, seulement quatre équipes françaises sont allées en finale, Reims, Saint-Etienne, l'OM et Monaco, contre vingt ou trente clubs italiens. Le football français a des dizaines d'années de retard, même s'il commence à les combler un peu. C'est un problème aussi vieux que le football européen.


Après la demi-finale aller perdue à Munich (1-0), le président de l'OL, Jean-Michel Aulas, vous a reproché d'avoir commis "une grosse erreur" en ne reportant pas le match alors que le trafic aérien était paralysé par l'éruption volcanique en Islande…


Si je ne fais que des grosses erreurs comme ça dans ma vie, je serai très heureux. Il faut dire que j'ai passé beaucoup, beaucoup de temps en bus quand j'étais footballeur. Faire un peu de bus, ça fait du bien, ça soude une équipe ! Je n'ai pas entendu le Barça se plaindre. Si les Lyonnais ont perdu à Gerland, ça veut dire qu'ils ont fait un long voyage entre l'hôtel et le stade? J'ai entendu dire qu'il y avait dix heures de bus . J'ai regardé sur Mappy : il y avait cinq ou six heures. Ce n'est tout de même pas de ma faute s'il y a eu une éruption. Avec la grippe A, on avait pris des mesures pour jouer tous les matches. Ce n'est pas comme en championnat, avec la Coupe d'Europe, on ne peut pas reporter les matches. La finale est dans deux semaines, il fallait bien jouer les demi-finales. Les handballeurs français étaient en Islande. Ils ont fait 35 heures de bus [après avoir rejoint la Norvège en avion]. Je ne les ai pas entendus pleurer. Vous me direz que ce sont des handballeurs, pas des présidents de club. Mais les joueurs, on ne les a pas entendus se plaindre. Aulas, on le connaît.


Les clubs français se plaignent d'être défavorisés dans la compétition économique et de ne pas pouvoir retenir leurs meilleurs joueurs…


Si les joueurs partent de France, ce n'est pas seulement pour des raisons d'argent. Moi, quand j'étais à Saint-Etienne, je n'ai rien gagné. A la Juve, j'ai tout gagné. Aujourd'hui, l'histoire du football européen de club n'est pas en France. L'histoire de l'équipe nationale, en revanche, redevient une histoire française: elle a commencé en 1984 avec l'Euro et a abouti aux victoires de 1998 et 2000. Le football de club n'est pas fondé sur la nationalité mais sur le droit du travail et la libre circulation des joueurs. Les footballeurs vont là où il y a du travail. Et pour des motivations pas seulement pécuniaires mais aussi culturelles. Ce n'est pas la même chose de jouer au Real qu'à Guingamp, ou à Manchester qu'à Nancy. L'histoire de ces clubs fait rêver.


Les équipes françaises affirment aussi qu'elles sont handicapées par l'absence de stades dignes de ce nom.

Dignes de quoi? Ils sont plus beaux que les stades à Malte, en Suisse ou en Autriche ! Les présidents de club veulent toujours plus de recettes. Il y a une surenchère avec les droits télé et maintenant les paris. Car celui qui a le plus d'argent peut acheter les meilleurs joueurs. Notre rôle est de réguler tout ça et de faire en sorte qu'on ne fasse pas n'importe quoi. J'ai été confronté à ce problème avec des propriétaires américains de clubs anglais. Ils nous disent: "On est en déficit, il faut changer les règles du football pour avoir plus de recettes." On ne peut pas continuer comme ça. La situation financière de certains clubs est inquiétante. C'est pour ça que nous voulons imposer le fair-play financier. Aujourd'hui, toute la famille du foot est d'accord pour nous suivre. Nous l'appliquerons dès la saison 2012-2013. Le principe est simple: ne pas dépenser plus d'argent qu'on n'en génère. Et nous mettrons en place des sanctions disciplinaires.


Une nouvelle affaire, de mœurs cette fois, frappe l'équipe de France. Les footballeurs sont-ils encore des modèles ?


Ils devraient l'être. On ne juge pas les footballeurs sur la façon dont ils se tiennent à table, mais sur la façon dont ils jouent au football ; même si on aimerait qu'ils se tiennent bien à table aussi. Quand on est gamin, on rêve d'être footballeur. C'est pourquoi les joueurs devraient avoir un comportement exemplaire, et les clubs les y aider. Car on ne peut pas aller se vendre pour des contrats publicitaires sans avoir des devoirs moraux vis-à-vis de la jeunesse.


Ce n'est pas ce genre d'affaire qui va restaurer la côte de popularité des Bleus, qui sont sifflés à chacune de leur sortie en France. Comment expliquez-vous cette rupture avec le public ?


Le public attend d'avoir une belle équipe. La France a vécu des grands moments ces dix dernières années avec une équipe qui gagnait, avec de bons joueurs, une grande génération. Aujourd'hui, ils sont peut-être un peu moins bons. Mais au lieu de les affliger davantage, il faut les aider à être meilleurs. Le public conditionne les joueurs. La France a rarement bien joué, ces derniers temps, c'est vrai, mais peut-être qu'elle se révélera à la Coupe du monde.


Vous pensez sincèrement que les Bleus peuvent faire bonne figure au Mondial ?


C'est une autre aventure, la Coupe du monde. Ça n'a rien à voir avec les qualifications. On repart à zéro. Je me souviens qu'en 2000 les Bleus se sont qualifiés grâce à une contre-performance de la Russie et ensuite ils ont été champions d'Europe. Les joueurs vont être bien, ils vont se préparer. Et tous les joueurs qui n'ont pas été bons dans l'année, qui se sont reposés, c'est bien connu, ils seront bons pendant la Coupe du monde. Vu le nombre de joueurs qui se sont reposés durant l'année, l'équipe de France va être très forte au Mondial ! L'équipe de France est une bonne équipe mais ce n'est pas la meilleure du monde. Maintenant, il faut qu'elle fasse un peu rêver ses supporteurs.


"Laurent Blanc serait un très bon choix"


Pour Michel Platini, la Fédération française de football (FFF) a eu raison de décider de nommer le successeur de Raymond Domenech à la tête des Bleus avant le Mondial. "C'est bien que la transition se passe en douceur. Ça ne perturbera ni les joueurs ni Raymond. Au contraire, les joueurs voudront faire bonne impression auprès du nouveau sélectionneur ! Mais ça dépendra aussi du sélectionneur qui va être choisi", estime le patron de l'UEFA.


Le nom de Laurent Blanc, l'entraîneur de Bordeaux, revient régulièrement. "Laurent Blanc, ce serait un très bon choix. Mais c'est le conseil fédéral qui choisira, pas moi, estime Michel Platini. Celui qui aura de très bons joueurs sera un très bon sélectionneur. Le métier de sélectionneur n'est pas facile. Il appartient à toute la France, il doit gagner les matches et il ne peut pas travailler avec les joueurs sauf en Coupe du monde où il est avec eux pendant un mois."
Share |