29 Nisan 2010 Perşembe

Sürpriz final: Inter-Bayern


Uzun yıllar sonra Şampiyonlar Ligi'nde sezon başında pek az kişinin tahmin edebileceği bir adı var finalin. İki takıma da özel bir sempatim yok, hatta Bayern'e genelde gıcık da sayılabilirim ama şunu kabul etmek lazım ki, çok zor yollardan geçerek, gerek hocalarının rakiplerine üstün çıkması, gerek zamanında devreye giren yıldızlar ve görev asamları, gerekse kimi maçlarda şanslarıyla olsun finalde olmayı hak ediyorlar. Ayrıca, hegemonyaya dönüşmeye başlamasından korktuğum İngiliz-İspanyol zincirinin kırılması da güzel.

Çeyrek finaller öncesinde çoğunluk ufukta Man Utd-Barcelona finalini görürken, 30 Mart tarihinde gönlümden Bayern-Inter finalinin geçtiğini ancak mantığımın başka şey söylediğini yazmıştım. Şimdi gururla ben demiştim diyemesem de, ben hisstemiştim diyebildiğim için mutluyum:)

Eşleşmelerin değelendirmesine dün gece Camp Nou'daki maçla başlarsak, %75'e yakın topa sahip olma oranı ve 60 küsur pasa karşı 555 pasla istatistiklerde rakibini ezen Barcelona, üstelik yaklaşık 70 dakika 1 kişi fazla oynamasına rağmen kilitlendi.

Bildiğiniz gibi İtalyanca "catenacio" kilit anlamına geliyor. Dün gece de sahayı kafasında 3'e bölmüş ve kendi kalesinden başlayan bölge dışındaki diğer 2 bölgeyi yok sayarak, tüm oyuncularını ilk bölgede alan bırakmamaya konsantre etmişti Mourinho. Barcelona, oyunun boyu kısaldığı için mecburen genişletme yoluna gitti ama Inter'in tatlı sert bir anlayışla ilk toplar dahil her topta kendini göstermesi bu oyun genişletmenin başarılı olması için anahtar kavram olan "hız"ın devreye girememesine yol açtı.

Maçın bitiminden bu yana yaklaşık 4 saat geçti. Internette çoğunlukla Inter ve Mourinho'yu kötüleyen, oyunu çirkinleştirmekle suçlayan yorumlar okuyorum. Açıkçası iki açıdan anlam veremiyorum buna. Birincisi, herkesin dünyanın en iyi takımı olduğu üzerinde uzlaştığı Barcelona'yı herhangi bir takımın üstüne giderek, oyuna hakim olarak, eze eze yenmesinin olanaksızlığı. Bu noktada kusura bakmayın hiç kimse Şampiyonlar Ligi finalinde oyunu güzellleştirmeyi düşünmez. Kaldı ki bu takım 8 gün önce Barcelona'ya muhteşem bir kontratak oyunuyla 3 gol atmayı başarmış, bugün de 10 kişi kalmasaydı ikinci yarıda kontratak girişimlerinde bulunma ihitmali çok yüksekti. Yani pragmatik davrandığı için Mourinho'ya kızmak yersiz.

İkinci konu da hücum futbolu fetişizmi. Bu işten para kazanmak için yapan, futbolu gerçek anlamda sevmeyip bir kazanç kapısı olarak görenler meclisten dışarı, hepimiz bu oyunun güzel oynanışını seviyoruz. Kendimize hep çok yetenekli hücum gücü yüksek yıldızları idol yapıyoruz, takımımız rakibini ezip iki tane atsa neden üçüncüyü atmadı diye hayıflanıyoruz. Ayrıca herhangi bir takımın başdöndürücü bir hızla, verimli bir pas oyunu oynaması bizi mest ediyor. Bunların hepsini bir yana, hücum futbolu fetişizmini bir yana bırakmak.  lazım. Hücum eden takım kafadan iyidir, defans yapan ise kafadan kötüdür anlayışı bence alınacak zevki de olumsuz etkiliyor, hatta gerçeklerin görülmesini engelliyor. Örneğin 2006 Dünya Kupası'nda catenacio ile ilgisi olmayan, orta sahada presle top kapmaya dayalı oyunbozan bir tempo futbolu oynayan İtalya önyargılılara kendini beğendiremedi. Bazı klişeler var çünkü. Ancak malesef Brezilya her zaman hücum futbolu, Hollanda her zaman total futbol, Almanya'da disiplinli fizik futbolu oynamıyor. Tıpkı İtalyanların her zaman catenaccio oynamadığı gibi.

Diğer yandan, bütün takımlar kendilerinden güçlü gördüklerine karşı kapanıyorlar. Ancak tüm kapananların başarıya ulaşması mümkün mü? Buradan da defalarca övgüler yağdırdığımız Barcelona'yı son iki senedir kim durdurabildi? Geçen yıl son dakika golüyle ve biraz da hakem etkisiyle geçilen Hiddink'in Chelsea'si ve dün akşam gördüğümüz Inter'in Mourinho'su. Takımı ceza sahası çizgisine kadar çekti, bütün maç mahkum oynayıp yukarıdaki istatistiklerin ortaya çıkmasına yol açtı ama neticede bir tek gol dışında gedik vermedi. Kimse kızmasın, bu kusursuz bir savunma performansıdır ve geçen turda Barcelona'nın ve Messi'nin kusursuz hücum performansını alkışlayan ben; bu sefer de Inter'in kusursuz kilidini alkışlamak zorundayım.

Mourinho'nun maçtan sonraki sevinç gösterileri fazla abartılıydı, ama onu bazen kendi haline bırakmak lazım; delilik-dahilik arasındaki ince çizgi misali. Sonuçta Guardiola'ya üstünlük sağladığı gerçek. Guardiola'nın çıkardığı kadro ve değişikliklerri de takımın kilitlenmesinde pay sahibi oldu kanımca. Özellikle ilk maçta atılan gol de hafızalarda taptazeyken, neredeyse kendi sahasından çıkmayan Milito'yu sol bek oynatmak çok anlamsız geldi bana. Bu durum hem oyunu genişletmeye çalışan Barcelona'nın en iyi yaptığı şey olan kanattan kanada oyunu hızla değiştirme planının sekteye uğramasına yol açtı. Hem de sol çizgide atak varyasyonu olmayınca  Pedro'nun o bölgede çakılı kalmasına ve içerlere girip bu sezon sıkça gösterdiği sürpriz golcü hüviyetinin hükümsüzleşmesine sebep oldu.

Ibrahimoviç için ise sezon başında korktuğum takımın yapısın uymama durumu giderek belirginleşiyor gibi. Dün geceden sonra taraftarla barışması vakit alacaktır. Ancak o çıkarken önce Bojan sonra da Jeffren'in (ne kadar formda olsa da) girmesi hiçbir fayda sağlamadı. Bazan tecrübe basit bir artı değerden fazlasıdır. Ne yazık ki, Thierry Henry'nin bunu ispatlama şansı olamadı.

Diğer eşleşmede ise konuşulacak fazla bir şey yok aslında. Fazlasıyla tek taraflı bir yarı final ve iki maçta da rakibini ezen bir Bayern. Hat-trick yapan Oliç muhtemelen sezonun en iyi Bosman transferi. Hamit'in de Ribery'nin yerinde iyi oynayıp bir asist yapması sevindirici. Ribery maalesef finali de kaçıracak ama burdaki teselli kaynağı Hamit'in oynayacak olması. Neyse finale çok var daha...

Share |

20 Nisan 2010 Salı

Barcelona-Inter


Erken final diyenler de var, gruptaki kapışmaların rövanşı da. Star TV canlı yayında vermeyecekmiş ama şu oyunla azıcık da olsa ilgilenenlerin izlemenin bir yolunu bulacağından eminim Milano'daki kapışmayı.

Mourinho'nun Chelsea başında olduğu dönemler, Barcelona'nın da Rijkaard ile başlayan ve sürekli olarak gelişen total futbolun 21. yüzyıl versiyonunun sahneye konması ile aynı döneme rastladığından çoğu futbolsever açık veya gizli bir şekilde Mourinho'nun Barca'yı durdurmasını ister/bekler veya bundan çekinirdi. Bu yüzden bu o dönem 2 kez yaşanan Barcelona Chelsea eşleşmeleri birer ŞL klasiği olarak hafızalara kazındı.

Hafta sonu çok istememe rağmen ne Inter'in, ne de Barcelona'nın maçlarını izleyebildim. Gerçi Cuma gecesi Inter maçının son yarım saatini izleme ve Maicon'un mükemmel golünü görme şansım oldu. Inter için şüphesiz Şampiyonlar Ligi bu sezon ön planda. Tabii ki Moratti'nin, takım üstelik Barcelona'yı eleyip finale gelirse neden Serie A'yı Roma'ya kaptırdık diyecek hali yok. Rakip Juventus'un uzun süre 10 kişi oynamış olması ve bu yıl hepten kayıp bir sezon yaşamaları Inter'in galibiyetini kolaylaştımıştır ancak bu faktörlerin dahi bizi, sahaya konulan kazanma hırsını küçümseme yanılgısına düşürmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Mourinho, son olarak da FM'cilerin "mind games comment" olarak bildikleri türden bir açıklama yaparak Guardiloa'ya övgüler yağdırdı. Barcelona cephesinde ise İzlanda'daki volkan yüzünden Avrupa'da hayatın felç olmasının bir sonucu olarak yapılan Barcelona-Milano otobüs yolculuğu ve yolda izlenen "Invictus" filmi var manşetlerde. Erişilemez denen bir takım için sempatiklik katsayısını bir hayli arttıran bir durum elbette.

Ancak saha içine dönersek bence Guardiola, "Invictus" filminden ziyade ŞL'de gruplarda Milano'da oynanan maçı ve hafta sonu oynanan Espanyol maçını izletmiştir oyuncularına. Zira (bir de La Liga'da ilk devre oynanan Valencia maçı var) bu maçların ortak özelliği Barcelona'nın bu sezon gol atamadığı maçlar olmaları. Inter'in yine o maçtakine benzer bir anlayışla mücadele edeceğini öngörmek kehanet değil fakat Inter için artı bir nokta var ki, o da takımın kontratak kalitesini arttırmış olması. Kanaatimce Avrupa'nın en hızlı atağa çıkan 2-3 takımından biri haline dönüştü Inter.

Çok zor bir fikstürden (Arsenal*2 ve Real) başta über-Messi sayesinde güle oynaya çıkan Barcelona'nın derbide aldığı beraberlik üzerinde çok fazla durmuyorum.Tahminimce onlar da Emirates'te Arsenal karşısında izlediğimiz inanılmaz baskının bir benzeriyle başlayacaklar. Iniesta'nın yokluğu önemli değil diyenlere katılmıyorum çünkü onun zekasına sahip bir oyuncu dünyada çok az bulunuyor. Inter'in bu baskıdan kurtulabilecek tek avantajı savunmadan çıkabilecek Maicon ve Lucio gibi teknik kapasitesi yüksek oyuncularının bulunması ki, Arsenal'de bu yoktu.

Oyun ilerledikçe Inter'in savunma merkezinin yavaş yavaş ileri kayacağını ve Barcelona'yı presle rahatsız etmeye çalışacaklarını tahmin ediyorum. Bütün bu hesapların işlemesi Barcelona'nın gol bulamamasına bağlı elbette.

Bir paragraf da bu eşleşmeyi daha ilginç kılan Ibrahimoviç-Eto'o karşılaşmasına ayırmak gerek. Ibra, bu gece Arsenal önünde olduğundan çok daha az pozisyon bulacak ama Inter taraftarı önünde gol atmayı çok istediğini tahmin ediyorum. Muhtemelen Guardiola onun bu isteğinin "one man show"a dönüşebilme ihtimalinin farkındadır ve onu uyarmıştır. En büyük, hatta yegane yıldızı olduğu takımdan ayrılıp, birkaç sıra gerideki bir yıldıza dönüşmek ve kendisine "tapan" bir taraftarın önüne çıkmak nasıl bir psikolojidir... Gol atarsa maçın en üzerine konuşulmaya değer hikayesi olacaktır kesin. Eto'o için ise bu sezonki performansıyla "takım oyuncusu striker" nasıl olunur sorusu üzerine çeşitlemeler sergilediği yorumunu yapabilirim. Bunun bir uzantısı olarak Barcelona maçında ona çok iş düşeceği de ortada.

Bu sezon izlediğim maçları ve takımların yapılarını aklımın süzgecinden geçirdiğimde maçın ve turun favorisi elbette Barcelona gibi görünüyor. Ama gönlümden geçtğini daha önce yazdığım Inter-Bayern finali de gerçekleşecekmiş gibi bir his de var içimde, engel olamadığım.

 Share
|


Ligue 1: Sen nereden çıktın Marsilya?

2000'lerin başından itibaren geçtiğimiz birkaç yıla uzanan Lyon hakimiyeti döneminde dahi takip etmek keyifliydi Fransa Ligi'ni. Hem izlediğim bütün maçlarda ortalamanın üzerinde bir fizik kalite ve mücadele futbolu, hem birçok genç yeteneği ilk keşfedenlerden olma heyecanı hem de takımların istikrarsızlığından kaynaklanan bilinmezlik ve çekişme bu durumu cazip kılan başlıca faktörlerdi.

Aslında ligi takip etmenin ötesinde izlemek de lazım belki fakat genelde ismi daha büyük liglere kayıyor kumandanın tuşları. Bu açıdan biraz haksızlık ediyorum sanki diye düşünmeden edemiyorum kendi adıma. Neticede, bu sezonun en unutulmaz maçı 5-5'lik Marsilya-Lyon maçı değil miydi?

Geçtiğimiz hafta sonu Bordeaux, Lyon ile 2-2 berabere kalarak, hem Şampiyonlar Ligi'nin rövanşını alamadı hem de galip gelememe zincirine bir halka daha ekledi ki bu durum onları 6. sıraya kadar geriletti. Oysa ki 1 ay öncesine kadar, "bu sene de Bordeaux işi götürecek", "Blanc bu işi biliyor" gibi yorumlar ekseninde Bordeaux'nun şampiyonluğu kuvvetle muhtemel görünüyordu. Eksik maçlarını aldıklarını varsayarsak 3. sırada kabul edilebilirler ancak sorun şu ki uzun süredir maç kazanamıyorlar. 21 Mart'ta Lille'i yendiklerinden beri üst üste 3 maç kaybettiler ve ilk puanlarını da geçtiğimiz hafta alabildiler.

Buna karşılık, Marsilya'da işler gayet iyi gidiyor. Deschamps'ın sistemi oturtması biraz zaman alsa da takım son haftalarda, üstelik Avrupa ligi'ndeki Benfica şokuna rağmen, çok iyi gidiyor. Üst üste 6 maç kazanarak sıralamada istikrarlı biçimde zirveye yükseldiler ve puan farkını da sessiz sedasız 5'e çıkardılar. Normal şartlar altında son 5 haftaya 5 puan farkal önde giren takım işi bitirmiştir denir ama Fransa'da erken öten horozların acı çektiğine sık şahit olunuyor.

Muhteşem bir 5 haftalık dönem bizi bekliyor. Zirvedeki 6 takını ne şekilde sıralanacağını çok merak ediyorum. En büyük yıkım herhalde Bordeaux'nun Avrupa ligi biletini dahi alamaması olacaktır.


Ezeli kıyak olur mu?

Bu sezon Beko Basketbol Ligi'ni pek takip edemedim. Açıkçası sezon başındaki skandaldan sonra hevesiin iyice kaçmasının da bunda payı büyük. Ancak Galatasaray çok farklı ve unutulmayacak bir sezon yaşatıyor taraftarlarına. Olmaz denen maçları, inanılmaz geri dönüşlerle kazandılar ve şimdi play-off'a kalma ihtimalleri var. İki maçı kazanırlarsa bu iş olabilir.

Ahkam kesmeyi seviyoruz ama işi uzmanına bırakmakta da yarar var. Olası hesapları buradan okumak mümkün.

Zurnanın zırt dediği yer ise şurası. 8. sıradaki Bornova ile Galatasaray son hafta karşılaşacaklar. Ancak Çarşamba günü Bornova evinde Fenerbahçe ile oynuyor ve kazanırlarsa son hafta oynanacak maçın hiçbir kıymeti kalmayacak. Fenerbahçe Ülker 2. sırayı garantilemiş ve bütün streslerden uzaklaşmış bir durumda. Bornova geçtiğimz hafta sonu benzer durumdaki Banvit'in psikolojisinden faydalanıp Bandırma'dan normalde alması mümkün olmayan 20 sayılık bir galibiyetle döndü.

İzmir'de bu Çarşamba Galatasaraylılar 2 saat için Fenerli olacak yani. Pazar akşamı Ali Sami Yen'de Bursa karşısında fenerlilerin Galatasaraylı olacağı gibi aynen. 

Eredivisie: Averajım +83 ama lider değilim!

Başlıktaki sözü söylediğini varsaydığımız Ajax'ın geçtiğimiz hafta maçlar oynanmadan önceki tek beklentisi, ezeli rakiplerinin Twente'ye bir çelme takmasıydı. Ancak Steve McClaren'ın öğrencileri bu beklentiyi boşa çıkararak Enschede'de Feyenoord'u 2-0 yenerek son haftaya lider girdiler ve tarih yazmaya çok yaklaştılar.

Son haftaya Ajax'ın 1 puan önünde giren Twente'nin rakibi ligin tam ortasında etliyle sütlüyle alakasız, dertsiz, tasasız NAC Breda olacak. Ajax ise NEC Nijmegen deplasmanına gidiyor.

Son yıllarda kalitesinin azaldığı herkesin malumu olan ancak buna ters orantılı olarak rekabetin arttığı ve neticede AZ'nin uzun yıllardır süregelen hegemonyayı yıkmasıyla bambaşka bir boyut kazanan Eredivisie'de son haftaya girerken tablo böyle. Ancak bu tablonun en ilginç yanı lider Twente'nin 61 gol atıp 23 gol yemesine karşılık 2. sıradaki Ajax'ın 102 gol atıp 19 gol yemesi. Ajax geçtiğimz hafta da rakibi Heracles'i 4'leyerek 100 gol barajını aştı. 100. golü atmak Siem De Jong'a nasip oldu ve kendisi 89 model bir Doğan otomobil kazandı (Turan Sofuoğlu'na sevgilerle:)

Avrupa'nın herhangi bir liginde böyle bir tabloyla karşılaşmanın mümkün olduğunu sanmıyorum. Birinci takımla ikinci arasında ikincinin lehine 45'lik bir averaj farkı var.

Tablo tarihe geçecek geçmesine de bu durum Hollnada'daki takımların savunmalarının nasıl SOS verdiğini göstermesi açısından çok vahim değil mi?

12 Nisan 2010 Pazartesi

Serie A-Roma lider


Serie A'da bu hafta sonunda ortaya çıkan tabloyu "beklenen oldu" diye yorumlamak da mümkün, "büyük bir sürpriz meydana geldi" diye de... Sezona son yılların en kötü başlangıçlarından birini yaparak giren ve kaçınılmaz bir teknik direktör değilşikliği yapan Roma, demode bir oyun anlayışına sahip oldu söylenen Ranieri yönetiminde basamakları birer birer çıkarak 33. hafta sonu itibarıyla son 4 sezonun şampiyonu ve bu yılın mutlak favorisi olan Mourinho'nun geçilmez Inter'inin önünde zirveye oturdu.

Milan da bugün sezonun sürpriz dirençli takımlarından Catania karşısında 2-0 yenik duruma düştükten sonra çok kritik bir beraberlik aldı ve saman altından takibini sürdürüyor. Ancak puan ve averaj olarak önündeki takımların ikisini birden geçmesi zor ve bu açıdan 2.lik daha olası bir hedef.

Son Şampiyonlar ligi bileti için ise kıran kıran bir mücadele sürüyor. Juventus'un önündeki fikstür çok zorlu ve öünüdeki 2 takımın birden hata yapmasını bekleyecek olmasına rağmen sezonu öyle ya da böyle kurtarabilme şansını zorlayacağını düşünüyorum.

33. hafta sonundaki puan durumu ve zirvedeki üçlünün kalan fikstürü şöyle:
1.Roma 68
2.Inter 67
3. Milan 64
4. Palermo 54
5. Sampdoria 54
6.Juve 51
7.Napoli 49

Roma: Lazio (d), Sampdoria, Parma (d), Cagliari, Chievo (d),

Inter: Juventus, Atalanta, Lazio (d), Chievo, Siena (d),

Milan: Sampdoria (d), Palermo (d), Fiorentina, Genoa (d), Juventus

Milan'ın fikstürü çok zor, hem ligin üst yarısındaki takımlarla oynayacaklar hem de 3 sağlam deplasmana gidecekler. Fikstüre bakıldığında kümede kalma mücadelesi veren takımlarla oynayacağı iki deplasmana gidecek olsa da Inter hala avantajlı gibi ama Barca maçlarının onları baya yıpratacağını atlamamak lazım. Bu seride kilit takım Juventus olacak. Çok kötü bir sezonu Milano devlerinin yoluna taş koyarak noktalayabilirler ve zaten Şampiyonlar ligi şansı için bunu yapmak zorundalar. Roma ise ilk 3 maçını kazndığı takdirde bu seriden şampiyonluk çıkarmayı başarabilir.
Share
|

Gerets geliyor mu?

Krizdeki Fas futbolunun kurtuluş umudu olarak Belçikalı Erik Gerets'e başvurduğunu Kasım ayının sonunda buradan duyurmuştuk. O dönemde Atlas'ın Aslanları çok kötü bir Dünya Kupası elemeleri sürecini geride bırakmış ve "bu takımdan bir şey olmaz" görüşü hemen her kesime hakim olmuş durumdaydı. Aradan geçen 4 ayı aşkın sürede milli takım derdi unutulur gibi oldu ve ancak geçen Cuma günü Fas basınına Gerets'in teklifi kabul ettiği haberleri yansıdı.

Bu haberlerin ardından Fas futbol Federasyonu FRMF'den de herhangi bir yalanlama gelmeyince, Gerets bu sezonu Al-Hilal'in başında tamamlamasının ardından, tazminatını da halledip, bu diyarlara doğru yola çıkar diye düşündüm.

Ancak bugün itibarıyla Fas'ın muteber futbol haber sitelerinden biri olan mountakhab.net'te Gerets'in menajeri Harun Arslan'la yapılan röportajı okuyup, herhangi bir anlaşmanın olmadığını öğrenince, iyi ki ilk dururan ben olayım gazıyla haberi hemn buraya taşımamışım diye geçirdim içimden. Harun Arslan, "şu an için kesin olan tek şey hocanın Al-Hilal'in başında olduğudur diyor sözkonusu röportajda. Tabii bu bir pazarlık hamlesi de olabilir.

Gelişmeleri merakla takip ediyorum. Keşke kabul etse... Başarılı olacağına inanmamın yanı sıra bunun kendi kariyeri için bir milli takım farklı bir "challenge" olacağını düşünüyorum.
Share
|

11 Nisan 2010 Pazar

Real Madrid-Barcelona: 0-2


Real Madrid ve özellikle de hocası Manuel Pellegrini'nin çok şanssız olduğunu düşünüyorum. La Liga bazında düşünüce son yılların en başarılı performansını sergilemelerine rağmen karşılarında belki de tarihte eşi benzeri olmayan bir takım var.

Bu gece Barcelona, eğer hala kaldıysa tabii, kafalarda olabilecek bütün soru işaretlerini ortadan kaldırdı. Öyle ki, istedikleri zaman herhangi bir maçı kazanmamaları mümkün değil, artık bu çok açık.

Goller Messi ve Pedro'dan ama bu maçın kahramanı %100 Xavi'dir. İki golün asistini mükemmel ara paslarıyla yapmasının yanı sıra oyunun ilk dakikasından son dakikasına kadar diğer bütün oyuncuları katlayacak bir oyun zekası ortaya koydu. "Takımın beyni" kilişesini gerçeğe dönüştürmeye bu kadar yaklaşan bir performans çok az görülmüştür.

Barcelona aslında ilk yarıda bizim alıştığımız üstünlük kurma halinden uzak, hatta tedirgindi. Real Madrid daha istekli olan taraf gibi görünüyor, savunmasını ileri çıkarıp tempo yapmaya çalışıyordu. Barcelona da belki de deplasmanda olduğundan biraz çekinen bir anlayışla beklenmedik bir kadro ve dizilişle çıktı sahaya. Alves'in forvet hattının sağında görev yapması hem onun için, hem de izleyenler için yadırgatıcıydı. Çünkü Dani Alves, Uğur Meleke'nin de zamanında söylediği gibi, hücum kapasitesi olağanüstü bir bek, ancak hücum oyuncusu olarak oynadığınıda sadece iyi bir oyuncuya dönüşüyor. nitekim, 2. yarıda gerçek yerine döndüğünde özellikle zaten oyundan düşmeye teşne olan Ronaldo'yu iyice bezdirmeyi başardı.Bence ikinci yarıdaki performansıyla o da maçın en iyilerinden biriydi.

Tabii burada Guardiola'nın hakkını yememek lazım, Puyol'un hızından savunmanın kanatlarında faydalanmak Ronaldo'nun hızını kesmek adına akılcı bir hamleydi. İkinci yarıda da onu sol beke çekerek, geçtiğimiz sezonun başındaki düzene döndü ve Barcelona ikinci yarıda oyunu tamamen kontrol etti.

Real Madrid'de bugün oyun düzeninin işlememesinin birinci sebebi Kaka'nın yokluğunda  Ronaldo'nun yanında topa hakim olup pas alışverişi yapabilecek yegane oyuncu olan Van der Vaart'ın son haftalardaki en kötü oyunu sergilemesi, ikincisi ise Gago ve Marcelo'nun fazlasıyla defansif kaldığı orta sahanın Ronaldo ve Higuain'e bir türlü yaklaşamamasıydı. Bunun sonucunda Real çok az pozisyon bulabildi ve özellikle yukarıda da söylediğim gibi 2. yarıda yavaş yavaş sahadan silindi. Higuain de bu sezonki genel çizgisini altında kalınca ve ani patlamalarını bu maçta sergileyemeyince Real'in gol bulması iyice uzak bir ihtimale dönüştü.

Aslında bu kadar uzun konuşmaya gerek bile yok. Barcelona orta sahası, üstelik Iniesta'ya ihtiyaç bile duymadan Real orta sahasını ezdi geçti ve ortaya bu sonuç çıktı.

8 Nisan 2010 Perşembe

R&R veya Louis van Gaal

Salı akşamı futbol oyununun geleceğini adım adım yeniden tanımlayan bir takım ve her izlendiğinde "dünyanın en iyisi kim?" sorusunu bir daha sordurtmamaya kararlı olan Messi sayesinde doyumsuz bir futbol zevki yaşadık. Ancak yaşanacak zevkin bitmediğine, ne mutlu ki Man Utd-Bayern maçında bir kez daha tanıklık ettik.


Şampiyonlar ligi’nde 2009/10 sezonu başladığında büyük bir çoğunluğun tahmin edemeyeceği bir tablo var ortada. Üstelik çok zor gruplardan çıkan ve her aşamada sürpriz gerçekleştiren Bayern ve Lyon’dan birisinin adının finalde yazılı olacağı kesinleşti. Hem de Bayern 2001’de kupayı aldığından beri, Lyon ise tarihinde ilk kez yarı finale çıkmayı başarmışken. 2004’te Monaco’nun başarısından bu yana ilk kez bir Fransız takımı yarı finalde, Alman takımları da 2002'de Leverkusen'in yaptığından beri bunu ilk kez başarıyor.

Çeyrek final kuraları çekildiğinde, Chelsea’nin de elenmesinin ardından finalin adı Man Utd-Barcelona olarak tescillendi diyenler yanıldı. Bu yanılgıyı ortaya çıkaran ise 1999 finalinin intikamını alan Bayern Münih oldu. İki takım arasındaki 180 dakikaya bakarsak Man Ud’ın hem daha iyi bir takım olduğunu hem de turu daha fazla hak eden takım olduğunu söylemek mümkün olsa da, Bayern’in eksik taraflarını başa baş bir mücadele ve ondan ziyade oyun disiplini ve “kararlılık” sayesinde nasıl kapattığının hakkını vermek gerek.

Robben ve Ribery’si olan bir takım herkesi yenebilir ama böyle bir defans ve kaleciyle herkese yenilebilir de demiştim. Fiorentina ve Man Utd eşleşmeleri bu fikrimi doğruladı. Şimdi defansif anlamda Ronaldo-Kaka-Higuain üçlüsüne mükemmel biçimde direnerek 2 maçta sadece 1 gol yemeyi başarmış, kalecisi Lloris’in istim üzerinde olduğu (Bordeaux maçının son dakikalarında Wendel’in kafasını nasıl çıkardığını tekrar tekrar izlemek lazım) ve bu sezon 10 maçta kalesinde sadece 6 gol görmüş Lyon’a karşı bu hücum gücünü göstermeye çalışacak. Lyon’un da ligi domine ettiği ve kadrosunda Malouda, Essien, Diarra gibi oyuncular barındırdığısezonlarda Avrupa’da gösteremediği başarıyı şimdi göstermesi de ayrıca ilginç bir nokta.

Maça dönecek olursak, en çok hoşuma giden taraf ilk 10 dakikada gelen iki golün ardından Man Utd’ın asla tempoyu düşürmemesi oldu. Orta sahanın tempoyu arttırması ve etkili bir pres konusunda halen dünyanın en iyi takımı olduklarını düşünüyorum. İlk yarıda Bayern’in üzerine kabus gibi çöktüler. Kanatlardaki Rafael ve Evra Robben’in ve Ribery’nin adam kovalamadaki yersizliklerinden ve Bayern’in bekleri Lahm ve Badstuber’in, Nani ve Valencia’yı çok geride karşılamak zorunda olmalarından dolayı çok geniş hareket alanları buldular. İlk yarı tamamen Man Utd’ın kontrolünde giderken skor da 3-0’a dönünce her şeyin bekleneden kısa vee kolay olduğu algısı oturmaya başlar gibi oldu zihinlerde.

Bu algıyı yıkan biraz da Carrick’in hatasından yararlanan Oliç oldu. Gol hem Bayern için FM/CM tabiriyle bir “lifeline” olarak 2. yarıya umutlu çıkmalarını sağladı, hem de Man Utd’ın, ister istemez daha temkinli ve daha az forse eden bir oyun anlayışı benimsemesine yol açtı.

İlk yarıda hiç etkili olamayan Ribery, ikinci yarının başlangıcıyla birlikte oyuna yavaş yavaş ağırlığını koymaya başladı.Önce kendisine yapılan faulü belirgin biçimde hakemin gözüne sokarak, Rafael’in çocukça bir hatayla 2. sarı kartını almasını sağladı. Sonra da 10 kişi kaldıktan sonra geriye kapanan Man Utd karşsında orta sahada hareket edebildiği alanın 30-40 m.’ye çıkmasıyla driplingleriyle takımı rahatlattı. En sonunda da akıllı bir korner kullanarak golün hazırlayıcısı oldu.

İkinci yarıdaki Bayern baskısında göz önüne alınması gereken faktörlerin başında sabır ve şuur geliyor. Paniğe kapılmadan, topları şişirmeden ama kısır bir taktikle de değil araştırmacı bir anlayışla baskı kurdu Bayern. Elbette Man Utd. 10 kişi kalmasaydı ve Rooney çıktıktan sonra ileride top tutabilecek birisi olsaydı böyle bir duruma düşmezdi. Ancak van Gal sanki bir senaryoyu icra edercesine kusursuz oynattı takımını.

Hollandalı teknik adam yavaş yavaş dünya futbol sahnesine 2. büyük dönüşünü yapmaya hazırlanıyor. Devre arasında yaptığı Müler-Gomez değişikliği sadece forveti ikileyip vasat oynayan bir oyuncuyu çıkarmaktan ibaret değildi. Olic gibi ekstra dayanıklı ve mücadeleci bir forvetin yanına, stoperleri sabit tutarak takımın ilerde kalmasını sağlayacak yapılı bir santrfor ekleyerek Man Utd. defansını 2. yarıda oyuna katkısını sıfırlamayı başardı.

Robben’in başlıca hayranlarından biriyim, bunun bu blogda da çeşitli postlarımda dile getirdim zaten. Tek bir oyuncuya güzelleme yapmanın da bir sınırı olduğundan bu yazıda ona ayrı bir yer yok. Ama yine de “o ne goldü?” demek hakkım.

Yarı finalleri heyecanla bekliyorum. Gönlümden Bayern-Inter finali geçiyor demiştim ancak Messi böyle oynadığı sürece Mourinho ne yaparsa yapsın çaresi olmayacak gibi. Yine de bekleyip görmek lazım.


Share
|

6 Nisan 2010 Salı

8 numaralı forma karizması-I



Forma numaralarının 1-99 arasında değişmesi futbolun küresel bir endüstriye dönüşme sürecinde önemli bir basamak. Dev kulüplerin gelirlerinde en önemli paylardan birini forma satış gelirleri aldığından, bir numaranın kariyeri boyunca bir oyuncuyla özdeşleşmesi daha isabetli bir satış stratejisi olarak görülüyor. Hatta bu numaralar, oyuncuların şahsi gelirlerini arttırmalarında da önemli bir unsur, Anelka-39 örneğinde gördüğümüz gibi.



Aslında bu adet yokken de hemen her oyuncunun özdeşleştirildiği bir forma numarası vardı. Zaten 1’den 11’e sıralanan numaralar genelde belli bir mevkiyi temsil ettiğinden, 10 numaralı süper yıldızlar, 9 numara giyen fırsatçı santrforlar, 7 numaralı şık sağ açıklar ve 11 numaralı süratli sol açıklar ön plana çıkıyorlardı.

8 numaranın durumu ise biraz daha farklı hatta ayrıksı bile denebilir. Benim futbol aşkına tutulduğum ilkokul yıllarımı hatırladığımda 8 numara dendiğinde aklıma iki isim gelirdi: Cevat Prekazi ve Rıdvan Dilmen. (Onların yanı sıra üçüncü olarak da bana futbolu sevdiren Hollanda’nın, Milan’da da buluşan müthiş üçlüsünün şu anda İstanbul’da ikamet edenini de saymak mümkün).


Bu ikili, 1980’lerin sonuna özellikle de 1988-1989 sezonuna damga vurdular. O yıl, Galatasaray Avrupa’da hayallerin ötesine geçerken, Prekazi yalnızca Monaco maçında attığı golle değil, tekrar tekrar izlenip Galatasaray’ın “unutulmayan maçlar” DVD’sindeki yorumlarıyla da birleştirildiğinde iyice anlaşılan saha içindeki akil adam ve gizli lider rolüyle hafızalarda unutulmaz bir yer bırakırken; Türk futbolunun yetiştirdiği belki de en “özel” futbolcu olan (en yeteneklisi ya da en kariyerlisi olmadığı açık ama bugüne kadar onun stilinde başka hiçbir futbolcuyu izlemediğimiz de ortada; bu yüzden bu kelimeyi tercih ettim) Rıdvan, Fenerbahçe’yi 103 gollü tarihi bir rekora koşturan lig serüveninde takımı uçuran isim olmuştu.

Bence bu iki oyuncuyu tanımlayabilmek için kullanılabilecek kavram, oyun zekası ve bu zekanın maçın herhangi bir dakikasında aniden parlamasıyla ortaya çıkan “eksantriklik” olabilir. Çünkü ikisi de akla gelmeyecek hareketleri doğru zamanda yapmayı bildiklerinden, rakibi şaşırtmak mümkün oluyordu. Yoksa hakikaten Köln’de o mesafeden vurmak akıllı bir adamın değil, eksantrik bir adamın işi. İlginç olan aynı dönemde ezeli rakip Beşiktaş’ın 8 numarası kaptan Rıza’nın ise tam terinse olabildiğince “düz” bir oyuncu olmasıydı. Tabii hakkını yememek lazım “atom karınca” uzun vadede bir takım için daha güvenilir ve iniş çıkışları olmayan istikrar abidesi bir futbolcuydu.

8 numara karizmasının 80’lerin sonunda bir çocuğun beyninde bıraktığı izler böyleydi. Yaklaşık 20 yıllık bir atlamayla 8 numara bugün benim için ne ifade ediyor, 2. kısımda da ona değineceğim.