3 Aralık 2014 Çarşamba

Uçurumdan önce son çıkış / Kimliğini arayan takım



Galatasaray, hatırı sayılır bir süredir kimliksiz bir futbol takımı olarak sahalarda boy gösteriyor. Mücadele etmeyi unutmuş, isyan edebilme yeteneğini kaybetmiş, kabullenmeye alışmış, giderek silikleşen, silikleştikçe mevcut melekelerini yitiren, melekelerini yitirdikçe sevenlerini üzen ve karamsarlığa iten, takım olma niteliğinden dahi uzak bir futbolcu grubunu kahrolarak izliyoruz. 2014-15 sezonunun Galatasaray'ı, ruhunu arayan, "hissizleşmiş" bir hale bürünmüş vaziyette.

Oysa biz Galatasaray efsanelerinden Gündüz Kılıç'ın "Galatasaray bir his takımıdır. Renklerine aşık birbirlerini seven futbolcuların takımıdır. Galatasaray, feragat ve fedakarlıklarla çalışacak futbolcuların takımıdır. Galatasaray şımarıkları, kendini beğenmişleri, yalnız kendini düşünenleri sevmez. Kısacası Galatasaray, bir halatı hep birlikte çekenlerin, hep birlikte üzülüp, hep birlikte sevinmesini bilenlerin takımıdır."  sözlerinin sahadaki tezahürünü arıyoruz. Bazı sözler, tanımladıkları şeyi ifade etmedeki güçleriyle, söylendikleri zamanın ötesinde etkiye sahip oluyor ya,  işte biz o halatın ucundan tutmaya teşvik edecek iradeyi arıyoruz.

Bu arayışta, hiçbir ışık gösteremeyen Prandelli dönemi, maalesef Galatasaray tarihine, umutsuzluğun en baskın olduğu dönemlerden biri olarak geçecek. Bu yüzden, geçen hafta son bulan Galatasaray-Prandelli birlikteliği, "zararın neresinden dönülürse" mantığından hareketle de olsa uçurumun kıyısında düşmeden önceki son hamle olarak görülebilir.

Takımı uçurumun kıyısına getiren temel neden elbette tek başına Prandelli değil. Yapısal sorunlar ve yönetimin geleceğe dair korkular yaratan başarısızlıklarıyla bugüne gelinse de bu yazının konusu sahanın içi olarak kalsın.

Prandelli neyi yapamadı?

Mancini ile Prandelli dönemlerini asla aynı kefeye koymuyorum. Zaten Mancini'nin tam alışmış ve bir oyun düzeni oturtmuşken kalması gerektiğini savunmuştum. Prandelli için ise İtalya'da başardıklarını ve oyun felsefesini genel olarak beğenmekle birlikte, ilk günden tereddütlerim mevcuttu. Bunların en başında, İtalya dışında hiç çalışmamış olmasından da önce, şampiyonluğa oynamış hiçbir takım çalıştırmamış olması geliyordu ki, 8 Temmuz günü twitter'a da böyle yazmışım ve yorum yapmak için ışık görebileceğim bir maç beklemiştim.

Bu yorumda bahsettiğim o ilk maç hiç gelmedi. Prandelli, 16 maçta 6 galibiyetle Galatasaray’da çalışan son 10 teknik adam arasındaki en düşük yüzdeyi yakalamasından daha da vahimi, kazandığı maçlarda dahi hiçbir zaman rakibe karşı oyun üstünlüğü kuramadı. Nadiren gördüğümüz 10’ar dakikalık sekanslar dışında ne baskılı oyun ne tempo ne de belli bir hücum stratejisi vardı. Prandelli sanki her maçta bir de bunu deneyelim, ya nasip dercesine kurduğu 11’leri sahaya sürmesinin yanında oyunu okuma konusunda da yetersiz kalarak, maça etki edecek değişiklikleri yapmakta, aksayan tarafları tespit edip neşteri vurmakta da kayıtsız davrandı.
 
Sistemde değişiklik yapması, sürekli farklı şeyler denemesi bu eleştirilerin ana unsuru değil. Hatta bir şeylerin aksadığını gördüğünü kanıtlaması bakımından olumlu bir puan bile sayılabilir. Fatih Terim de hatırlarsanız 3. döneminin ilk maçında İstanbul BB'ye 3-1 kaybederken Eboue'yi 4-3-3'ün sol açığında denemiş, o sezon gümbür gümbür oynayan takımın ideal dizilişini oturtması 9. haftadaki Fenerbahçe maçını bulmuştu.
 
Benim anlamadığım arayış içinde olan, takımı daha farklı oynatmak isteyen Prandelli'nin neden hazırlık dönemini bomboş geçirdiği? Geçen sezon Emirates Cup'ı kazanan, Malaga ve Napoli'yle oynayan takım bu sezon Süper Kupa'da Fenerbahçe maçından önceki 20 günlük kısımda güç bela bir tek hazırlık maçı yaptı ki o maç da Başkan Aysal'ın gönlünü yapmak için Belçika'nın 2. liginden bir takımla bir kasaba stadında oynandı.
 
Prandelli İtalya dışında hiç çalışmamış olduğu için, Türkiye gibi Löw, Del Bosque, Rijkaard misali nice büyük ismi yemiş bir ülkede zorlanması beklenmedik bir gelişme değildi. Fakat biz sabretmek için hiçbir bir ışık göremedik. Bugün Prandelli sistemi nedir diye sorduğumuzda tereddütsüz tanımlayabileceğimiz bir diziliş, oyun felsefesi, taktik öncelikler vs. herhangi bir biçimde onu sıradan bir teknik direktörden olumlu anlamda ayırt edecek herhangi bir özellik telaffuz edemediğimiz için, orta ve uzun vadede kalmasının herhangi bir şey kazandırmak şöyle dursun, zaten sallantıda olan takıma kimliğini tümden kaybettirme tehlikesi doğuracağını gördük.
 
Fakat bu kimlik meselesinde şüphesiz en büyük darbe, kuruluş gayesi Avrupa'da başarı olan Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde sergilediği utanç verici performans ve esasen başarısızlık karşısındaki "kayıtsızlık" oldu. Benim gözümde Prandelli, Dortmund maçının sonrasında "hedefimiz Şampiyonlar Ligi değil, 4. yıldız" dediği anda değerini yitirmiş ve uzatmaları oynamaya başlamıştı. Zira o sözler Galatasaraylıların çoğunluğuna 4'er 4'er yenen gollerden çok daha ağır gelmişti.
 
Prandelli dönemi herhalde en çok Fenerbahçe'nin 2008-09 sezonunda yaşadığı Aragones dönemine benziyor. Yine de ligde iddiasını sürdüren bir takım bıraktığı için teşekkür etmek lazım kendisine. Yanlış zamanda, kimyası bozuk bir takıma yapısal sorunları ayyuka çıkmış bir camiaya geldi, olmadı. Yolu açık olsun.

 
Yeni dönem ve Hamza Hamzaoğlu  
 
Bitirirken Hamza Hamzaoğlu için de birkaç söz etmek gerek. Skibbe’nin gönderildiği 2008-09 sezonunun ortasında, Erciyes’teki başarısının rüzgarıyla göreve gelen Bülent Korkmaz’la bazı benzerlikleri var. Hamzaoğlu’nun Akhisar’daki başarılı çizgisi, her ne kadar Galatasaray seviyesi için gösterge olmasa da umut vericiydi. En önemlisi Bülent Korkmaz’ın Erciyes’te başarısının dayandığı savunma becerisinin aksine, Akhisar’ı zaman zaman 3 santrforla sahaya çıkan, ofansif bekler kullanan ve rakip kim olursa olsun baskılı oynayan bir takım olarak hatırlıyoruz.
 
Bülent Korkmaz dönemi denince ilk hatırlanan konulardan biri de Lincoln’le rivayete göre (ki haklılık payının yüksek olduğuna inanıyorum) dönemin bazı oyuncularının kışkırtmasıyla yaşadıkları tartışma ve o dönemin 10 numarasının harcanmasına giden süreç. Bu dönemin 10 numarası ise şüphesiz kariyer bakımından da, taraftarın gönlündeki yeri bakımından da Lincoln’ün fersah fersah ötesinde. Hal böyleyken Hamzaoğlu’nun Sneijder hakkında tamamen alakasız bir ortamda yaptığı yorumların, teknik direktörlük için geçtiğinde ilk olarak akla gelmesi doğal. Bu konuda imza töreninde söyledikleri, hatta hatasını kabul etmesi olumlu adımlar. Sneijder ile bereber yükselirse kazanan Galatasaray olacaktır. 
 
Umut etmek güzel şey. Öyleyse yine bir efsanenin, Jupp Derwall'in sözüyle bitirelim: "Galatasaray'ın adının olduğu her yerde umut vardır".





Share |