25 Ocak 2012 Çarşamba

26 Ocak 2012- Türk Futbolu için "milat" veya "mevt" vakti



Ben kendimi bildim bileli bu oyunu seviyorum ve bu oyunu sevenlerin kahir çoğunluğu gibi bir takımı aşkla destekliyorum. Ancak, kazanmanın her şey olmadığını, kaybetme ihtimali olmadığında, saygı duyabileceğin rakiplerin olmadığında bu oyunun anlamsızlaşacağını bilerek; adil ve güzel bir mücadeleye tanıklık etmek için seviyorum bu oyunu.

Hayatta kendi yolumu çizerken aklımda kalan cümlelerden en anlamlılarından birinde Camus'nun dediği gibi  "Ahlaka dair öğrenilebilecek ne varsa" içinde barındıran bir oyun olduğunu öğrendikçe her geçen gün daha da çok sevdim. Bu söz esasında "ahlaksızlıkların"  futbolun ayrılmaz bir parçasını oluşturduğunu ifşa etse de pisliklere gözümü kapayarak; "eskiden her şey güzeldi" güzeldi deyip bugüne burun kıvrıldığında veya "amatör ruh"a övgüyle "endüstriyel futbol" eleştirildiğinde dahi umursamadan, iflah olmaz bir iyimserlikle sevdim.

Bu yüzden sıklıkla ortaya atılsa da şike iddialarına inanma eğiliminde olmadım hiçbir zaman. Biraz safça gelecek ama "ben dışarıdan bu kadar seviyorsam, bu işte ekmeğini yiyen bir adam bu oyuna nasıl ihanet eder diye düşündüm".

Türk futbolunda 3 Temmuz 2011 gününden bu yana yaşanan sürece de böyle bakabilirdim aslında. Keşke ilk günden beri bu iddialara inanmıyorum diyebilseydim ama şike iddialarının odağındaki ismin Aziz Yıldırım'ın "kazanmak için her türlü manipülasyona başvurabilecek biri olduğunu" daha önce defalarca ortaya koyduğunu düşününce gönül rahatlığıyla "şike yoktur" diyemedim. Ama yine de bir pislik varsa, vakit geçmeden bunun ortaya çıkacağını, futbol kamuoyunu ikna edecek net kanıtlar ortaya konacağını ve çürümüş elmaların öncelikle kendi camiaları tarafından ayıklanacağını düşündüm. Bu yüzden doğru olan, bir yargıya varmadan önce hukukun temel ilkelerinden biri olan "masumiyet karinesi"ne uygun olarak iddiaların kanıtlanmasını beklemekti.

Ancak 3 Temmuz'dan itibaren yaşananlar olayı bambaşka boyutlara taşıdı. Süreç o kadar kötü biçimde yönetildi ki, Türk futbolunun üzerinde dolaşan kara bulutlar giderek kasvetli ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir iklime taşıdı bizi. Sorumsuzca yapılan açıklamalar, sonsuz biat kültürü ile fırsatçılık sarkacında ilkesiz tutumlar, TFF yönetiminin basiretsizliği ve tutarsızlığı, maddi çıkarlar sözkonusu olduğunda ilke tanımazlıklarını ortaya koyan kulüpler, gerçeklerin ortaya çıkması için araştırma yapma misyonunu bir kenara bırakıp her iki yönde kışkırtıcılık yapan. Sanki herkes, "halkı futboldan soğutmak için" organize olmuş bir grubun üyesi gibi hareket ediyordu. Kimin neyi temsil ettiğini anlamak mümkün değildi.

Türkiye Futbol Federasyonu, bugüne kadar konuyla ilgili "hiçbir karar almama" kararının ardından, günü kurtardığı yanılsaması yaratacak ancak Türk futbolunun sonu anlamına gelecek bir gündemle, 26 Ocak 2012 günü toplanacak. Basına yansıyan haberlerden anladığım,  yasada ve ceza yönergelerinde yer alan hükümlerin bir defalığına mahsus uygulanmamasına karar verilecek. Bu tabuta son çivinin çakılması demek.

Tabuta çakılan çiviler

Bugüne kadar birkaç tweet dışında bu konuda hiç yazmadım. Ama 26 Ocak'tan önce bazı düşüncelerimi kayda geçirmek istiyorum.

- En başından itibaren devam etmekte olan dava ile TFF'nin ceza süreci birbirinden ayrılmalıydı. TFF, Etik Kurulu'nun raporuna göre ilgililerin savunmasını almalı ve ceza gerektiren bir durum varsa derhal uygulamalıydı. Zira TFF, sadece futbol sahasına ilişkin olaylar hakkında yetkili, oysa sanıklar "organize suç" başta olmak üzere birçok farklı suçtan yargılanıyorlar ve davanın ne kadar süreceği belli değil. Hüküm kesinleşse dahi temyiz aşaması var. X takımı mahkeme kararının ardından düşürdünüz ve ligi başlattınız diyelim Yargıtay kararı bozarsa ne olacak, ligler oynanırken o takımı geri mi alacaksınız? Bir örnek vermek gerekirse, Hagi 2001 yılında G.Birliği maçında hakem Erol Ersoy'a hakaret edip, üzerine yürüdüğü ve tükürdüğü için 5 maç ceza almıştı. Erol Ersoy'un açtığı hakaret davası ise ancak geçtiğimiz yıl sonuçlandı.

TFF'nin imza attığı ikinci yanlış ise Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nden men edilmesi oldu. Bu konuda TFF, ikircikli bir tutum izledi ve topu UEFA'nın üzerine atmaya çalıştı. Halbuki UEFA, tabir caizse TFF'den Fenerbahçe'ye "kefil olmasını" istemişti. Ortaya garip bir durum çıktı, Fenerbahçe'ye "UEFA'nın şerrinden korkularak" zımnen bir ceza verilmiş oldu ancak TFF kendi ligi için buna cesaret edemedi. Fenerbahçe'nin suçlu olduğuna dair yeterli kanıt yoksa, UEFA nezdinde arkasında durması; yeterli kanıt varsa da kendi liginde de yaptırım uygulaması gerekirdi. Ancak alınan karar Türkiye Ligi'nin değerini düşürmek ve  Avrupa futbol kamuoyundaki kuşkuları arttırmaktan başka bir işe yaramadı.

Tabii bu ilkesiz tutumda bütün kulüpler de TFF ile birlikte ortak sorumluluk altına girdiler. Binlerce abonenin Digiturk üyeliğini iptal etmesi üzerine yayıncı kuruluştan gelecek para musluğunun kesileceğini anlayınca paniğe kapılıp, "önce 2011-12 sezonu başladığı gibi bitecek, sezon içinde düşme olmayacak"" kararını aldırdılar. Bu karar da ayrı bir garabet yarattı. Şöyle ki, Fenerbahçe'nin 2010-11 sezonunda şike yaptığı kanıtlanırsa, 2011-12 sezonunun sonunda düşme cezası alacak. Fenerbahçe, bu sezon aslanlar gibi mücadele etti ve hak ederek şampiyon oldu diyelim.  Bu durumda ertesi sezon bir önceki yılın günahını çekecekler. Adaleti geciktirmek kimseyi tatmin etmeyecek.

Bu çerçevede alınan bir diğer skandal karar da play-off kararı oldu. Hiçbir fizibilitesi yapılmadan, maç takvimini gereksiz yere sıkıştırmak ve 10 takımı 5 ay boyunca pasif durumda tutmak pahasına, sadece olur ya "Fenerbahçe veya Beşiktaş puan silinme cezası alırsa yarıştan kopmasınlar" mantığıyla hazırlanmış bir uygulama normal sezonu anlamsızlaştırdı. Zaten günlerde konuşulan ""puan düşme cezaları play-off'tan önce uygulanacak" hükmü de bu uygulamanın ardındaki amacı açıkça göz önüne serdi.



Burada tüm kulüplerin sorumluluğu var ama süreç boyunca "mazlum" rolünü oynayan Fenerbahçe'nin ilkeli bir duruş sergilemekte gecikmesini de es geçmemek lazım. "Biz şike yapmadık, alnımız açık" tavrını ilk günden itibaren net biçimde ortaya koymak yerine, Aziz Yıldırım tutukluyken en yetkili şahıs olan Nihat Özdemir tarafından yapılan "Taraftarlarımız dekoder alsınlar" (Şampiyonlar Ligi'nden men edildikten 2 hafta kadar sonra) şeklindeki açıklamaya ne demeli? Yine aynı şahıs, "58. madde değişmeli, yoksa Türk futbolu batar" (meali: Fenerbahçe'nin olmadığı ligin yayın değeri düşer, siz de para kaybedersiniz) diyerek aba altından sopa gösterip, Aziz Yıldırım'dan tam aksi yönde bir ayar gelince çark etmedi mi? Şimdi bugün gelen, "yarım puan bile silerseniz ligden çekiliriz" açıklamalarının samimiyetine nasıl güvenilebilir?

Son olarak lig bir şekilde ilerliyorken, "Şike Davası"nın duruşmasının yapılacağı 14 Şubat tarihinin hemen öncesinde, TFF'nin gündemi net olarak belli olmayan Genel Kurul'u 26 Ocak tarihinde toplayacağı açıklandı. Tabii Mehmet Ali Aydınlar ve TFF yönetiminin süreç boyunca herhangi bir konuda karar alma basiretini göstermemesine alışık olduğumuzdan, bu 26 Ocak'ın "karar alma" aşamasında topu Genel Kurul'a atmak isteğinden kaynaklandığı anlaşıldı.

Hesabın doğru yapıldığı TFF ile Kulüpler Birliği ile geçen hafta yapılan toplantı sonunda anlaşıldı. Buna göre, TFF, küme düşmenin uygulanmaması, şikeye karıştığı tespit edilen kulüplerin minimum 12 puan silme cezası alması ve UEFA müsabakalarından men edilmesi öngörülüyor (anladığım kadarıyla Fenerbahçe suçlu bulunursa bu sezon ŞL'den men edilmiş olduğu için 2012-13 sezonunda Avrupa Kupları'nda oynayabileceği düşünülüyor). Böylece güzide kulüplerimiz para kaybetmeyecek çünkü şike yaptığı anlaşılsa da tüm kulüpler hiçbir şey olmamış gibi ligde oynamaya, taraftar da izlemeye devam edecek. Hukuksuzluk, futbolsevmez bir delege güruhunun ellerini indirip kaldırmasıyla vücut bulacak.

Bütün bunlar ortadayken bir de UEFA'nın TFF'nin kararına yeşil ışık yaktığı iddia ediliyor ya, en çok buna gülüyorum. Bu kadar kişinin okuduğunu anlamıyor olmasına ihtimal vermediğimden, bunun da maksatlı bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Yoksa buradan da anlaşılabileceği gibi UEFA özetle, "Tüm sorumluluk TFF'dedir. Ancak şike konusu Avrupa düzeyindeki müsabakalara doğrudan etki ederse UEFA müdahale eder" diyor. Hatırlayalım sezon başında, Başkan Aydınlar, "ligler öngörüldüğü biçimde oynanacak, ceza gerektiren bir durum varsa sezon sonunda cezalar verilecek" açıklamasını yaptıktan 2 hafta sonra Fenerbahçe apar topar Şampiyonlar Ligi'nden men edildi. Bir takımı şike yaptığı ispatlansa dahi kendi liginde oynatacaksın, ama UEFA vizesi vermediğin için UEFA da sana bir şey demeyecek. Bu tek kelimeyle "absürd" bir düşünce, unutmayalım Türkiye, UEFA'nın bir üyesi olarak bazı kurallara tabi ve bunda da "şikeye sıfır tolerans" başta geliyor.

Son olarak bir ara ortaya atılan ama çok şükür taraftar bulmayan iki hususta da düşüncelerimi söyleyeyim. "Yöneticiler ceza alsın ama kulüplere dokunulmasın" düşüncesi eşyanın tabiatına aykırı. Bürokraside de, özel sektörde de hayatın her alanında, idareci, kendisine bağlı bir grup adına yetki kullanan kişidir. Dolayısıyla, yönetici şike girişimini kendi adına değil kulüp adına yaptığından "bağımsız bir sorumluluk" sözkonusu olamaz.

İkincisi de şike ve teşvik primi suçlarının fiil ve teşebbüs olarak ikiye ayrılması. Bu konuda da söylenecek çok söz var ancak bu önerinin ne kadar anlamsız olduğunu Mehmet Demirkol yazısında çok güzel biçimde belirtmişti. Altına imzamı atacağımı belirtmekle yetineyim:

Bitirirken


Güzel bir şey olurken, "Türk futbolu için bir milat" kalıbını kullanmayı çok severiz. Ben de başlıkta milat ya da mevt derken buna atıfta bulunmak istedim. Çünkü 26 Ocak'ta anlaşılan Türk futbolunun yeniden doğuşu ile ölümü arasında bir oylama cereyan edecek.

Maalesef bizim sevgilimiz Türk futbolu yeterince kirlendi. Kendi kendini temizlemesine izin verin. Oyun devam ederken kuralları değiştirmeyin. Bırakın suçlananlar kendilerini savunsun. Kamu vicdanında aklansınlar ya da suçlu iseler cezalarını çeksinler. Küme düşmek camiaları küçültmez. Ülke futbolunu da öldürmez. Juventus örneğini hatırlayın. Daha çok para kazanmak uğruna bu oyunu sevenlere ihanet etmeyin.

Bu blogun 30-40 civarında okuyucusu var ve muhtemelen hiçbir delegeye ulaşamayacağım. Olsun, bulutlara yazmış olayım. Yeter ki, bugün doğan çocukların da ilerde aşkla bağlanabilecekleri takımlarının maçlarına aynı hevesle babalarının elinden tutup gidebilsinler...


Share |

3 Ocak 2012 Salı

Yeni Yıl




Büyük bir çoğunluğumuz takvimdeki değişikliklere haddinden fazla önem atfediyoruz belki. Ben de istisna değilim elbette. Bir yıl bitip yenisi başlarken en büyük hazırlığımız yeni kararlar almak oluyor. Birçoğunu uygulayamadığımız bu kararlar, eğer hayal kurarken haddinden fazla iyimser veya hedef koyarken haddinden fazla iddialı olmuşşak, hayalkırıklıklarına veya sırtlarda ağır yüklere dönüşebiliyor.

Yeni yıl kararlarının bir çoğu hayatı düzene koymaya dair. Yakın çevrem için konuşursam, hepimiz şartlarını oluşturmakta çok az payımızın olabildiği bir düzene ait olmak durumundayız zaten. Ama bu bile kesmiyor, kendi hayatımızın iplerini elimize almak istiyoruz. Zaman bize yetmiyormuş gibi zamanı daha iyi kullanmaya karar veriyoruz. Hayatın kısa olduğunu bildiğimizden bir saniyeyi dahi boşa harcamak istemiyoruz.

Karnı aç olan biri süpermarkete girdiğinde, reyonlardaki her şeyi canı çeker ve arabaya doldurur da eve geldiğinde aldıkları anlamsız ve gereksiz görünür ya, yeni yıla bu iştahla giriyoruz işte. Sonra zaman her seferindeki gibi galip geliyor, düzen bize ağırlığını hissettiriyor, bezginlik ve esasında hiçbir şeyin değişmediği hissi hakim oluyor ve biz yine yaşayıp gidiyoruz günlük hır gür içinde.

Geçen yılbaşında evim başka bir şehirdeydi, şimdi başka bir şehirde, sonunda döneceğim ev başka bir şehirde ve nihayetinde esas memleketim diyebildiğim "arkamdan gelen" şehir ise bunların üçünden de farklı bir yer. Ama buna alıştım, şikayetçi değilim. Sevdiklerinden uzak olmak zor olsa da değişimden, yenilikten korkmadım hiç.

Geçen yılbaşında ne karar aldığımı hatırlamıyorum. Bundan hiçbir kararımı uygulayamadığım sonucunu çıkarmak da mümkün elbette. Bu sebeple, 2012 için de aldığım somut bir kararım yok. Sadece rahat ve kaygısız olabileceğim anların giderek azalmakta olduğunu fark ediyorum. 2012 içinde "30" yaşımı dolduracak olmam da böyle düşünmemi sağlıyor olabilir ama bu yıl çok rahat olmak istiyorum.

Nedense blog yazılarına bu kadar uzun ara verdikten, hatta 2011 yılında neredeyse hiç dokunmadıktan sonra böyle kişisel bir yazıyla başlamak istedim. Fark ettim ki ne zaman aklıma bloga uzun süredir bir şey yazmadığımı düşünsem, kendi kendime sudan bahaneler uyduruyorum. Halbuki kimsenin umurunda değil benim yazdıklarım. Geriye dönüp baktığımda, kendi izlerime bakmak için zamanda bıraktığım kırıntılar buraya yazılan sözcükler.

Madem bu yıl rahat olmak istiyorum dedim, daha çok iz bırakmalıyım kendim için. Bu yüzden kimseye naz yapmaya gerek yok, başlıyorum işte.

Share |