30 Kasım 2009 Pazartesi

Rekem Aslanı, Atlas'ın Aslanlarına doğru



Fas milli takımı, Norveç'in hafif mide bulandırıcı bir maçta Brezilya'yı son dakikalarda attığı golle yenmesi yüzünden 2. turun kapısından döndükleri 1998 Dünya Kupası'ndan sonraki 11 yıllık dönemde serbest düşüşe geçti. Çoğu Afrika takımının uyguladığı akla gelen ilk formül olan "tecrübeli Fransız hoca" aşı denemeleri de tutmayınca 2004 Afrika Kupası'nda final oynama istisnasını saymazsak Afrika'nın vasat altı takımlarından biri konumuna geldiler bu süreç içinde. Dünya Kupası elemelerinde Kamerun'un lider olduğu grubu galibiyet alamadan son sırada bitirdiler.Hem de Mbark Boussoufa, Adil Chihi, Marounae Chamakh, Mounir El Hamdaoui ve Youssef Hadji gibi Avrupa'nın iyi liglerinde oynayan oyuncularına rağmen.

Gelinen bu noktada, bir neşter operasyonu için Fas'taki kulüpler federasyonda yapılan bir toplantıda sorunu masaya yatırmak için bir araya geldiler. Toplantı sonrasında ameliyathaneden terini silerek çıkarken, "korkacak bir şey yok" diyen bir doktor edasındaki yetkililerin telaffuz ettikleri altyapıya önem, yapısal reformlar gibi klişe kararlar dışında kulislere düşen ilacın ismi tanıdıktı: Erik Gerets

Rekem Aslanı'nın bu teklife nasıl yaklaştığı bilinmiyor henüz ancak ismi dahi bu topraklarda bir heyecan dalgası yaratmaya yetti. 2006'daki unutulmaz şampiyonluk sonrasında çok sevildiği ancak bir sezon sonra buruk bir biçimde veda ettiği Galatasaray'ın ardından Marsilya'yı şimdi PSG'nin bir türlü çıkamadığı bir sıradanlık çukurundan yeniden elit takımlar arasına yerleştiren Gerets, şampiyonluğu son hafta kaçırmasının ardından sürpriz bir kararla Avrupa futboluna veda ederek Suudi Arabistan'a yelken açtı. Al İttihad'daki performansı da önceki takımlardan farklı bir çizgide değil. Takım 9 maç sonunda namağlup 25 puanla ligde lider.

Elimizdeki verilere bakılınca ortada potansiyeli yüksek bir takım ve yeni heyecanlara hevesle yönelen bir hocanın birlikteliği neden olmasın dedirtiyor? Kaldı ki, kariyerinde hiç milli takım çalıştırmamış olan Gerets için Afrika, bambaşka bir deneyim olacaktır. Bekleyip göreceğiz.


33. takım mı?


Dünya Kupası şansını son maçta Henry'nin meşhur golü yüzünden Fransa'ya kaptıran İrlanda'nın şok isteği: "Bizi de Dünya Kupası'na alın". FIFA Başkanı Baltter, bu talebin Çarşamba günkü toplantıda değerlendirileceğini söylemiş. Cuma günü de kura çekimi var zaten.

Böyle bir talebin kabul edilmesine ihtimal vermiyorum.Bunun en güzel tanımı haksızlığa uğrayan için duyulan sempatinin suiistimalidir. Son maçta, fahiş bir hakem kabahati yüzünden bir gol yediği için elenmek tabi ki bu yolda mücadele eden her emek sahibi için yıkımdır. Ancak iki yılı aşın süredir 6 farklı kıtada yüzlerce maç oynandı ve yüzlerce hatalı hakem kararı yüzünden kaybeden takımlar oldu. Hatanın son maçta olması mı böyle bir istek hakkını veriyor? Kaldı ki, Fransa o golü atmasa dahi İrlanda'nın gitmesi gibi bir durum sözkonusu değildi, zira maç 1-0 bitseydi penaltılara gidilecekti. Ne sonuç çıkardı kimse bilemez? Maçın tekrar edilmesi talebi, şahsen desteklemesem de bir yere kadar mantıklı geliyordu yine de. Ama şu an kabak tadı verdiniz diyorum. Zorla Fransa'yı savundurtmasınlar insana...

27 Kasım 2009 Cuma

5. maç gününün ardından

Şampiyonlar Ligi'nde sürprizlerin çok olduğu bir sezonun yaşanıyor olduğu herkesin malumu. Gruplardaki son maçlardan önce genel tabloya bakıldığında Platini'nin ısrarları sonucunda uygulanmaya başlanan yeni statünün heyecana farklı bir boyut kattığı aşikar. En dikkat çekici performansları gösteren sürpriz takımlardan Unirea ve Rubin Kazan zaten eski statüde de şampiyon oldukları için gruplarda mücadele edeceklerdi ama daha çok ülkeden takım katılması coğrafi çeşitliliğin yanında,farklı liglerin mayasıyla oluşan bir futbol kültürü çeşitliliği de sağladı.

Kuralar ilk çekildiğinde en zorlu 3 grupta da Fransız takımları olsa da ilk turun en büyük süksesini de onlar gerçekleştirdi. Lyon ve Bordeaux beklenenin üzerinde bir performansla çıkmayı garantilediler. Biri Liverpool'u Avrupa Ligi'ne yolladı, diğeri de üst üste Bayern ve Juventus karşısında net galibiyetler alarak"kafalar rahat" pozisyonuna geldi.

Marsilya'nın işi zor görünse de Real'i yenmeleri ihtimal dışı değil. Yine de son maçta galibiyet onları kurtarmaya yetmiyor. Ya Real, İspanya kupası'nda olduğu gibi bir tutulma akşamında fark yiyecek ya da Milan San Siro'da yenildiği Zürih'i bir kez daha sevindirecek. Marsilya yoluna Avrupa Ligi'nde devam edecek gibi görünüyor kısacası. Milan'ı en kötü halinde Velodrome'da yakalamışken 1 puan dahi alamamalarına hayli üzülüyorlardır şimdilerde.

En sıkıcı iki grup olarak nitelendirilebilecek G ve H gruplarında Arsenal ve Sevilla işi çok rahat götürdüler. G Grubu'nda Son maçlarda Dan Petrescu'nun çalıştırdığı Unirea, bu sezon sürünmesine rağmen hala Şampiyonlar Ligi şansını sürdüren Stuttgart'tan deplasmanda bir puan bile alsa gruptan çıkacak. Rangers bu sezon izlediğimiz takımlar içinde uzak ara en kötüsü gibi görünüyor. Haifa, Zürih ve APOEL'in sınırlı kapasiteyle gösterdikleri performansın yarısını gösteremediler. Puansız Debrecen dahi en azından Liverpool'dan iki maçta sadece birer gol yedi ve toplamda da 5 gol attı. (Liverpool'un gol sayısı 4)

Arsenal'in grubunda ise kafasını azıcık kaldıran takımı, diğerleri derhal paçalarından çekerek aşağı indiriyor. Standart Liege-AZ Alkmaar maçı her şeyin olabileceği maçlar türünden. Ancak bu maçın sadece bir Avrupa Ligi kapışmasına dönme ihtimali de var. Zira, Olympiakos,  Pire'deki seyircisine ve müthiş atmosfere güvenerek liderliği garantilemiş Arsenal'den kendilerini gruptan çıkarmaya yetecek puanı alma hesapları yapıyor. Standart kazanırsa, Olympiakos da yenilirse ikili averajları daha iyi olduğundan gruptan çıkmayı başaran Belçika ekibi olacak.


Şu ana kadar en rahat ve bu işi sonuna kadar götürecek gibi görünen takım Chelsea. Ancelotti, bir formül bulup işlediği sürece ona bağlı kalan bir teknik adam. Mourinho kadar karizmatik görünmese de, bu sezon başarısının Milan'ın "öz be öz evladı" olmasıyla alakası olmadığını, "winner" gibi görünmeyen bir "mülayim winner" olduğunu adım adım ispat ediyor. Takımın temel direkleri Drogba, Essien, Obi Mikel, Kalou 2010 başında Afrika Kupası'na gittikleri dönemi de az hasarla kapatırlarsa şimdiden ciddi bir final adayı olduklarını söyleyebiliriz.


25 Kasım 2009 Çarşamba

Doğaçlamayı seven grup-II


Dünkü postta her an her şey olabiliyor demiştim bu grupta ama Barcelona "yeter" dercesine bir performansla Inter'i sahadan sildi. Geçtiğimiz sezonki durdurulamayan takımın dönüşü diyebiliriz bu maç için. Hafta sonu oynanacak El Classico'yu ve bu takıma Messi'nin ekleneceğini düşünürsek bu akşam kara kara düşünmeye başlayanların başında Pellegrini geliyordur herhalde.


İlginç eşleşmelerin yaşandığı, Eto'o'nun Camp Nou çimlerine döndüğü maçta özellikle Henry'nin santrfor olarak Inter savunmasını pozisyon bilgisi sayesinde bir hayli zor duruma soktuğunu söylemek mümkün. Ama bana göre maçın esas kahramanı Dani Alves. Brezilya milli takımında forma savaşı verdiği Maicon karşı kanatta güç bela ayakta kalabilirken, Alves Inter'in solunu dağıttı.

Yine de Mourinho'nun kaybettiği fazla bir şey yok. Diğer maçın 0-0 bitmesi Rubin Kazan için kötü oldu. Şimdi, Milano'da beraberlik(2-2 ve daha gollü olmadığı sürece) Inter'i Rubin Kazan'ın üzerinde tutmaya yetiyor. İşin ilginç tarafı Dinamo Kiev Barcelona'yı yenmeyi başarabilirse gerçekleşecek. Zor görünüyor ama son maçlar yine büyük heyecana gebe.

Liverpool nereye?



Unutulmayacak 2005 finalinde Atatürk Olimpiyat Stadı'nda olma ayrıcalığını yaşayan biri olarak öyle hissediyorum ki bugün bir devrin kapanmasına tanıklık ettik. 25 Mayıs 2005'te "tapılacak adam" konumundaki Benitez, Liverpool'u gruptan çıkaramadı.

İngiltere'de "Premier League" döneminde şampiyonluk elde edemese de Avrupa'da her daim ses getiren performanslar sergileyerek en büyük olma iddiasını savunabilen Liverpool, bu sezon başından beri tökezleye tökezleye yolun sonuna geldi. Ligde şampiyonluk şansının üzeri daha şimdiden çizilmişti zaten, artık Şampiyonlar Ligi de yok.

Yine de "Liverpool nereye?" sorusunu "Avrupa Ligi'ne" şekilnde cevaplamak ve hatta bu kupanın en büyük favorisi olduğunu söylemek pekala mümkün. Ancak, Liverpool'un ciddi anlamda kadro sıkıntısı olduğu görülüyor. 2-3 yıl önce "rotasyon" kavramını abartmakla eleşitirilen, hatta bu kavramı popüler futbol literatürüne taşıyanların öncüsü olarak dahi düşünülebilecek Benitez artık rotasyon yapacak oyuncu bulamaz hale geldi. Takım şu an sadece Torres ve Gerrard'ın ayağına bakar durumda. Örneğin Alonso'nun yerini dolduracak transfer dahi yapıalmadı. Sezon başındaki kaydadeğer isabetli iki transfer Glen Johnson ve sakatlıktan yeni yeni kurtulan Aquilani de kaliteyi arttırmaya yetmedi.

Neticede Şampiyonlar Ligi'nde 5 maçta 4 gol atabilen, ligde ise ilk 4'e girmeme riski taşıyan bir takım durumunda Liverpool. Bir an önce toparlanmalarını dilesem de Benitez'in koltuğunun ciddi biçimde sallanmakta olduğu aşikar.

24 Kasım 2009 Salı

Sol bekin yalnızlığı

Geçtiğimiz hafta sonu oynanan Tottenham-Wigan maçı hakkında yazılmayan şey kalmayacak muhtemelen. Akıllardan çıkmayacağı kesin de, benzer bir skorla karşılaşılana dek, tarihi fark dendiğinde referans maçı bu karşılaşma olacak.

Bir Premier League takımı nasıl 9 gol yer? Bu tip durumlarda en talihsiz olarak düşünülen kişi kuşkusuz kaleci olur. Zaten "yalnız adam" olmakla maruf kaleci, gol yedikçe dakikaları sayarak mümkünse bir anda ortadan kaybolmanın yolunu arar. Liverpool'da ilk çıkış yaptığı senelerdeki "gelecek vaadi" karşılıksız çıkan Kirkland'da bu şanssızlığı yaşadı.

Bazen böyle maçların yalnız adamı sadece kaleciler olmaz elbette. Bütün takımın yerin dibine girmek istemesi bir yana, ne yaparsa yapsın olamayanlar da vardır. Karşı takımın maden bulduğu, koridor yaptığı yerler. Özetlerde dikkatimi çekti, flyingdutchman'de okuyunca da tamamen uyandım. Corluka-Lennon ikilisi madara etmişler resmen İsveç milli takımının sol beki Edman'ı. Edman'ın 3 sezon önceden Tottenham'da oynamış olması ilginç bir tesadüf tabi. Beşiktaş'ın Liverpool maçında da İbrahim Üzülmez yaşamıştı benzerini. Yossi Benayoun, Messi-Ronaldo karışımı bir übermensch gibi görünmüştü o maçta.

Diyeceğim o ki, üzülme Edman kardeş, bak  bizim İbrahim Üzülmez bu hafta neredeyse tek başına derbi maçını aldı. Gün olur devran döner, sen bindirmelerine devam et.

Doğaçlamayı seven grup

Şampiyonlar Ligi 2009/2010 kuraları ilk çekildikten sonra herkesin gözü bu grubun üzerindeydi. Chelsea’nin başındayken Barcelona karşısında unutulmaz eşleşmeler yaşayan Mourinho, bu kez Inter ile çıkacaktı “durdurulamaz” takımın karşısına. İlk kez katılan Rusya şampiyonu Rubin ile Ukrayna futbolundaki çıkışa ve Shevchenko takviyesiyle başka bir grupta iddialı olabilecek Dinamo Kiev talihsiz bir durumla karşı karşıya gelerek daha maçlar başlamadan iki deve toslamış UEFA Avrupa Ligi hesapları yapmaya başlamışlardı ezici bir çoğunluğa göre.

Ama grubun seyri çok farklı gelişti. Barcelona’nın 2 maçta Rubin Kazan’dan sadece 1 puan alabilmiş olması, bilhassa Şampiyonlar Ligi dahilinde “uzaydan gelen” bir takım olmadığını gösterdi. Diğer tarafta, eğer 4. maçlarda son 10 dakika geçici yetenek tutulmasına yakalanan Dinamo savunması ve kaleci Bogush’un hataları art arda gelmeyip Inter, Kiev’de 2-1 kazanamasaydı çok daha enteresan bir tabloyla da karşı karşıya gelebilirdik.

5. maçgünü öncesinde tablo şu şekilde

1. Inter 4 1 3 0 6
2. Rubin 4 1 2 1 5
3. Barcelona 4 1 2 1 5
4. D. Kiev 4 1 1 2 4


Her takımın şansını sürdürdüğü, hiçbir şeyin şimdiden kestirilemediği bu grupta son anda yakaladığı avantaj Inter’e, Camp Nou’dan 1 puanla çıkması halinde onlara kendi göbeğini kendi kesme imkanı vereceğinden Mourinho’nun kontrollü bir strateji üzerinde durması olası. Tabi ki Barcelona’ya karşı kapanmaktan bahsetmiyorum. Başa baş oynadığı maçlarda dahi topla oynama yüzdesi %60’ı bulan, sayısız hücum varyasyonuna sahip bir takımı kendi sahanda kabul etmek intiharla eşdeğer zaten. Inter’in temel hedefi tempoyu kontrol etmek, mümkün olduğu kadar pas yapmak ve Barcelona’nın savunmadan topla çıkışını presle engellemek üzerine olacak. Yaya Toure’nin yokluğu da bu top çıkarma meselesi düşünülünce Inter için avantaj.

Az önce sayısız hücum varyasyonuna sahip dediğimiz Barcelona’nın gözbebeği Messi’nin büyük ihtimal oynamayacak olması bu imkanları kısıtlayacak şüphesiz ama esas sorun takımın hücumunda geçen seneki akıcılığı göremememiz. Son A. Bilbao maçında uzun zaman sonra ilk defa çare üretmekte zorlanan bir takım vardı. İbrahimoviç’in yokluğu, Henry’nin tartışmalı bir haftadan sonra ilk 11’de başlamaması bunları etkilemiştir muhakkak. Fakat, bence esas sorun takımın Eto’o olmadan oynamaya alışamamış olması. Biraz açmak gerekirse, ileri üçlünün ortasındaki “santrfor” sırtı dönüp top dağıtan bir oyuncudan ziyade, hücum bölgesini enine kat eden ve sürekli hareket eden bir oyuncu tipi Eto’o. Ibrahimoviç çok daha kaliteli bir golcü, o noktada şüphem yok, yarın da muhtemelen eski takımına karşı kendini gösterecektir ama Eto’o bu makinenin doğal bir dişlisi gibiydi.

Diğer maçın kaderini ise Rubin’in hafta sonu şampiyonluğu ilan etmiş olması doğrudan etkileyecek. Ne kadar da olsa, bu kadar zorlu bir maratonun ardından büyük bir başarıya ulaşmış olmanın oyuncularda “görevini yapmış” olma hissini yaratması muhtemel. Diğer yandan, bunun getirdiği moral ve seyircinin desteği, galibiyetin gruptan çıkma yolunda çok büyü avantaj getirecek olması gibi faktörler de Tataristan ekibinin lehinde.

Barcelona ve Inter’in gruptan el ele çıkması için yarınki iki maçın da berabere bitmesi, son hafta da maçlarını kazanmaları akla en yatkın senaryo. Ancak bu grupta herkes doğaçlama oynamayı seviyor.

Son olarak Rubin-Dinamo maçının Rusya’nın coğrafi konumundan ötürü erken başlaması sayesinde iki maçı peş peşe izleme imkanımız olduğu için şanslı olduğumuzu da söylemek gerek.

20 Kasım 2009 Cuma

"Formaları çıkarın çıplak oynayın"

Çoğu zaman "o forma kutsaldır nasip olmaz herkese" sloganıyla devam eden başlıktaki hamasi sözler ancak böyle bir durum karşısında anlamlı hale geliyor herhalde. Sorumsuzluk, basiretsizlik, vizyonsuzluk... kelimelere sığmayacak bir hadise yaşanan.

Dün akşam bu olaylar ayyuka çıktıktan sonra yönetimin hiçbir sürüncemeye yer vermeden, gereksiz savunma mekanizmaları işletmeden net bir tavır almasını takdir ediyorum. Aynı şekilde, olaydan haberi olmadığına yürekten inandığım Yiğit Şardan'ın da onurlu bir tavırla istifa etmesini de...


Çok olmamıştı Galatasaray'ın bu çelişkiler ülkesinde en çok tanınan marka olduğuna dair bir araştırmanın sonuçlarının yayınlanmasının üzerinden. Fakat, Cemal Nalga hadisesinin ardından üzerinde durulması gereken nokta marka değeri değil, bambaşka ve çok daha asli bir şey.

Bu küçük hesaplarla yapılan oyun, 104 yıllık bu kulübün tarihi boyunca dünya genelinde bugün sahip olduğu saygınlığını ve onurunu kazandıran haysiyetli insanların emeğine, özverisine, aşkına, fikrine, sportmenliğine saygısızlık. Galatasaraylılığa saygısızlık.

Utanmamak elde değil...

19 Kasım 2009 Perşembe

Fransa'nın bileti ELİNDE

Başlık L'Equipe'in web sitesinden: "La France a son ticket en main". Dışardaydım maçı izleyemedim ama okuduğum bütün yorumlar Fransa'nın uzatma dakikalarında attığı golden bahsediyordu. Pozisyon şu linkte:

http://www.youtube.com/watch?v=Kweqq3vdFMY

Fransa belki de dünyanın en antipatik milli takımlarından biri çoğu futboılsever için. Ben böyle düşünmüyorum,  bazen yıldızlarını izlemekten keyif alıyorum, ama böyle örnekler insanın sabrını zorluyor. Kendi evinde 1-0 mağlup olduktan sonra Stade de France'da galip gelen Trapattoni'nin İrlanda'sını kutlamak ve isyanlarına hak vermek gerek.

Bu arada Avrupa'daki 4 eşleşmede de gönlümden geçenin tersi oldu. Bu yüzden Dünya kupası için şimdilik gönlümden bir şey geçirmemeye kararlıyım. Özellikle Rusya'nın elenmesini hiç beklemiyordum. Bence ilk maçta 2-0'dan sonraki rehavet ve disiplinsizlikten kaynaklandı bu şok.

Bugüün tesellisi Cezayir'di benim için. Neyse ki o maçı izleme imkanı bulabildim.. Değerlendirmesini yarın yaparım artık.

18 Kasım 2009 Çarşamba

Tandem

GSBonus reklamlarından en beğendiğimi buraya ekleyeyim dedim. Özellikle sondaki hareketler çok komik. Kamera önündeki uyumu sahada da yakalasınlar diyorum.

http://www.youtube.com/watch?v=UxGs_cYIldc

14 Kasım 2009 Cumartesi

Mısır-Cezayir

Kuzey Afrika, Orta Doğu, Arap, Akdeniz... Ne derbisi olarak adlandırırsanız adlandırın, günün en gerilimli maçı bu. Dün Cezayirli oyuncuların otobüsünün taşlanması, maça çıkmayabiliriz tehdidi, seyircilerin taşkınlıkları... Gerçi, "ölüm kalımdan meselesinden de öte" futbolun en üst sahnesi Dünya Kupası'nı bahane ederek iki ülkenin savaş tutuştuğunu dahi yazıyor. (1970 Dünya Kupası için El Salvador-Honduras)

Mısır'ın, Cezayir'e kıyasla Afrika futbolundaki izinin daha belirgin olmasına karşın, iki takım arasındaki rekabette bugüne kadar galibiyet sayısında 7-5 Cezayir önde. ) maç da berabere bitmiş. Haziran ayında Cezayir Mısır'ı 3-1 yendiğinde ülkede hayat durmuştu. Temmuz ayında tanıştığım bir Cezayirli arkadaşım, her gün bu maçtan bahsediyodu. 14 Kasım tarihi çoktan kafama kazınmıştı kısacası.

Şartlar Cezayir'in yanında, 1-0 mağlubiyet dahi onları hedefe ulaştırıyor. Ama futbol tarihi bu tür son dakikada yaşanan dramatik öykülerle dolu. Mısır, genelde en iyi oyuncuları kendi liginde oynayan bu bakımdan takım içi koordinasyonu daha kolay sağlayabilen bir takım. Zaten, Afrika Kupası'nda hep başarılı olmalarını buna bağlıyorum; diğer ülkelerin Avrupa'da oynayan yıldızlarının sezon ortasındaki turnuvadaki psikolojik zaafiyetleri yüzünden performanslarıın düşmesine.

Cezayir futbolu ise 1980'lerde yakaladığı ve 1990'da Afrika Kupası'nı alarak taçlandırdığı altın çağından sonra ilk kez bu seviyeye gelebildi. 1987 Şampiyon Kulüpler Kupası Finali'nde Porto formasıyla attığı topuk golünü Spor Stüdyosu'nun ya da Avrupa'dan Futbol'un jeneriğinden hatırladığımız Madjer'in sürüklediği Cezayir'in özellikle İspanya 1982'de başına gelenler Dünya Kupası tarihinin kara sayfalarının başında geliyor.
Kısaca hatırlatırsak, o kupada F.Almanya'yı yenmeyi başaran Cezayir, F.Almanya ile Avusturya arasındaki maçın sonucuna göre gruptan çıkmayı bekliyordu. Eğer o maç 1-0 F.Almanya lehine biterse elenecekler, diğer bütün sonuçlarda gruptan çıkacaklardı. Sonucu söylememe gerek var mı?
Şu anda Fas'ta olduğumdan komşuluk hisleri çekmiş de olabilir ama aynı zamanda o günün hesabı için de gönlüm Mısır karşısında Cezayir'den yana bu akşam.

Allez les Fennecs!

2010 Dünya Kupası Elemeleri-Avrupa play-off

Esasen benim bu akşam en çok merak ettiğim maç ayrı bir postta yer verdiğim Mısır-Cezayir maçı olsa da, Avrupa kıtasından Dünya Kupası'na gidecek son 4 takımın belirleneceği play-offların ilk ayağını es geçmemek lazım.

Avrupa elemeleri aslında sürprizli geçti. Euro 2008'de yarı final oynayan Türkiye, İbrahimoviç'li İsveç, Çek Cumhuriyeti ve her zaman için bu turnuvalarda heyecan verici bir takım olan [ama bu kez İngiltere'ye yaptığının bedelini ödeyen:)] Hırvatistan şimdiden dışarda kaldılar. Romanya, Polonya gibi üst seviye takımlar gruplarda rezalet bir performans sergiledi.

Diğer taraftan, Danimarka, jenerasyonunu o kadar da yenilememesine rağmen, geri döndü (hala Tomasson, Rommedahl, Jorgensen...); Slovakya hiç beklenmeyeni yaptı ve en önemlisi eski Yugoslav ekolü şahlandı; genç Sırbistan harika bir performansla Fransa'yı geride bıraktı, Slovenya ve Bosna da ilk kez bu düzeye kadar gelmeyi başardılar.

Rusya-Slovenya: Yarınki maçlara bakarsak Dünya Kupası için en şanslı ekibin Rusya olduğunu söyleyebiliriz. Almanya'yla eşleşmeseydi rahatlıkla herhangi bir grubu lider bitirecek kapasitede olan Rusya'nın Slovenya'yı rahatlıkla geçeceğini düşünüyorum. Rus medyasını "çek bir Slovenya" başlığı atıp atmadıklarını bilecek kadar takip etmiyorum ama Hiddink'in işi şansa ve ikinci maça bırakmayacağını hissediyorum.

Yunanistan-Ukrayna: 2006 Dünya Kupası'nda izlediğimiz Ukrayna, 2004'te Yunanistan'ın şampiyonluğundan en çok ilham almış takım görünümündeydi. (Zaten Yunanistan'ı kupa dışına iten de onlardı)
Son yıllarda Ukrayna kulüp takımları bazında o 90'ların sonundaki atılıma benzer bir çıkış yaptı. Tamam, Shakthar'ı Brezilyalılar sürüklüyor ama Chyrginski, Aliev, Milevskiy gibi yeni yıldızlar da kendilerini göstermeye başladılar. Bence bu maçlar Yunanistan'ın 2004 jenerasyonun hükmünün tam anlamıyla son bulacağı maçlar olacak.






İrlanda-Fransa: İlginçtir, normal şartlar altında bu kadrosuyla kupanın favorileri arasında gösterilmesi gereken Fransa'nın tökezlemesini bekleyenler çoğunlukta. Kadro kalitesi bir tarafta çok ağır bassa da, bu fark Trapattoni-Domenech kıyaslaması yapıldığında dengeleniyor sanki. Fransa'nın deplasmanda alacağı sonuç çok önemli. Eğer avantaj İrlanda'dan yana olursa Fransa'nın "içimizdeki İrlandalıları" maça hazırlanmaktan ziyade teknik direktör için idam sehpasını kurmaya öncelik verebilirler. Böyle bir durumdan epik bir kurtuluşu sağlayabilecek Zidane da olmadığına göre... Bu eşleşme en heyecan verici olanlardan biri galiba.

Portekiz-Bosna Hersek: Benim için en heyecan verici eşleşme bu. Bosna'nın bu kupada olmasnı çok istiyorum. Dzeko-Ibiseviç ve arkalarında Misimoviç'le çok heyecan verici bir hücum hattı ve gidebilirlerse Slovak Hamsik ile birlikte kupanın sürpriz yıldız adayı olacağına inandığım Pjaniç. Sorun ise takım savunmasında. İspanya ile oynadıkları ve evlerinde 4 yedikleri maçı izledim. Tabi orada 2.liği garantilemenin rehaveti vardı ama savunmanın o hali sadece psikolojik faktörlerle açıklanamaz; bariz bir beceri eksikliği göze çarpıyor. (Tabi bu takımı bizim neden geçemediğimiz ayrı bir tartışma konusu)
Portekiz de son maçta güç bela kaldığı play-off'ta favori olarak görünüyor. Son zamanlarda bariz bir düşüş içinde olsalar da Bosna'dan daha kaliteli oyunculara sahip oldukları kesin. Ronaldo'nun oynayamayacak olması maçı daha da ilginç hale getiriyor.
Gönlüm Bosna'dan yana ama kupa Ronaldo'suz olsa da olur mu sorusuna da "tabi canım ne var yani" diye kestirip atarak cevap veremiyorum. En iyisi ekran karşısında oturup izlerken karar vermek.

Neden geldim Ankara'ya?

Bu iki fotoğraf da İngiliz basınında dalga geçme malzemesi oldu. Haksızlar mı?


Temmuz 2009



Kasım 2009

Trajikomik

Son bir hafta içinde Ankaragücü'nde yaşananlar için, tam anlamıyla "söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil". Türk futbolundaki çarpıklıklardan şikayet etmek, yakınmak bitmez tükenmez bir geyik muhabbeti malzemesi. Biraz da "hocam biz adam olmayız" tadında. Ancak öyle sanıyorum ki hiç kimse, bu derecedeki olaylarla karşılaşılacağını tahmin edemezdi.

Hikmet Karaman'ın Türk futbolunda çok sempatik bir figür olduğu söylenemez. Ama ne olursa olsun iş ahlakını ön planda tutan bir antrenöre yapılan bu muamele kabul edilemez. Bugüne kadar "yerli" teknik direktörleri istedikleri zaman anında kovup, "sen bizim evladımızsın" söyleminin karşı tarafın "gururlu" tavrıyla çakışması sonucunda tazminat vermemeye alışmış yöneticiler, maddi kaygılarla görevine son verme cesareti gösteremedikleri Karaman'ın kuyusunu kazmak için, önce Ankaraspor yamalı takımın içinde ikilik yarattılar, sonra medya önünde hocayı eleştirdiler, antrenman saatini değiştirip küçük düşürdüler ve ona yakın bildikleri oyuncuları kaldıkları otelden kapı dışarı ederken bazı futbolcuları ajan gibi kullanmaktan geri durmadılar.

İşin garip tarafı, son çare olarak, kendilerinden önceki yönetimin yaptığı sözleşmenin yasal olarak geçerli olmadığını iddia eden bu yönetimin kendi meşruiyeti zaten tartışmalı.Ankaraspor'un küme düşmesine yol açan, bu "birleşmenin" usulüne uygun olmadığı kararını üzerinde bir düşünün.

Umarım artık, okey masasında boşalan sandalyeye otururcasına kendi aralarında takımları dönen teknik direktörler bu olayın sonunda gerçeği görebilrler. Bu durumdan sonra A.Gücü'nün başına kimin geçeceğini merak ediyorum. Açıkçası bu ismin saygı duyduğum bir futbol adamı olmasından, hele de kalbimizde apayrı bir yeri olan Hagi olmasından kaygılanıyorum. Zira, bu süreçten sonra o koltuğa oturan kişinin futbol ahlakı şüphe götürür hale gelecektir.

Sebebim oldun Gullit

Bugün bu blogu yazıyorsam sebebi bu fotoğrafın çekildiği gün. Bana futbolu sevdiren, kupayı havaya kaldıran adam. 6 yaşında bir çocuğun belki turuncunun cazibesine kapılıp baktığı, daha önce görmediği kadar farklı tarzdaki saçlarını savurarak koşan adamı fark ettiğinde başından kalkamadığı Euro 88 finali. Hayatımda bu denli yer kaplayacağını henüz bilmediğim futbolun, hayatıma girişinin miladı. Kişisel tarih albümümün nadide bir parçası.

Ruud Gullit'i, Rinus Michels'i, Rijkaard'ı, Van Basten'i, 88 Hollanda'yı ya da total futbolu bir postta geçiştirmeyeceğim elbette. Sırf bahsettiğim maçın 2. golü için bile kitap yazılabilir. Sadece buraya koyduğum ilk fotoğrafın başka bir şey olmasına içim elvermedi.

Başlarken

Bizi bağlayan tek şey önkabullerimiz. Çünkü en zoru, insanın kendi kendisini ikna etmesi. Kalbi, aklı, zihni, bilinci, hatta düşleri önceden yadırganan ne varsa hepsine açmak gerek. Değişime kendinden başlamak, içinin çoksesliliğine biraz kulak vermek gerek. Hiçbir şeyin kesin ve sorgulanamaz olmadığını bilerek, zaman zaman kendi kendini ötekileştirmek gerek.


Başka türlü yazmak mümkün mü zaten? "Yazmasaydım çıldırcaktım" diyen Sait Faik misali, dışavurulmayı sabırsızlıkla bekleyen ve zihnin çıkış kapısını zorlayan farklı sesler değil mi bizi yazmaya zorlayan? Söz, benliğimizin acil çıkış kapısından sızansa; yazı, sindirerek, düşünerek, sorgulayarak hatta tabir caizse pasaport kontrolünden geçirdikten sonra ortaya döktüğümüz kişisel izlerdir. Önkabullerin boyunduruğundan kurtulmak ise hiçbir fikre vize uygulamamaktan geçer.


Yalnızca paylaşmak için... Kendi düşüncemin dünyayı değiştireceğine inandığım için değil, herkesin kendi düşüncelerini sınırsızca ifade edebilmesinin dünyayı değiştireceğine inandığım için önemsiyorum bu platformu. Ancak gerçek anlamda özgür, önkabullerinin bütün zincirlerini atabilmiş özgür fertler özgürleştirebilir insanlığı.


Burada ağırlıklı olarak futbola ilişkin yazacağım. Her ne kadar, "futbol fena halde hayata benzer" gibi beylik laflardan kaçınmak gerektiğine inansam da, bir kişinin dünyayla ilgili genel tahayyülünün futbolla ilgili algılarına doğrudan yansıdığı kanısındayım.


Tarafsız olmak, adil olmak, mantıklı olmak şu an için haddime düşmeyecek kadar ciddi iddialar. Tek vaat edebileceğim, her türlü fikrin tartışılması gerektiğine dair sonsuz inancım.


İyi okumalar…