3 Eylül 2016 Cumartesi

Kosecki: Biz transferi onunla sevdik





Roman Kosecki, Türkiye’de sadece 1,5 sezon forma giymesine rağmen, hafızalardan silinmeyen yıldızlar arasında yerini aldı. Aslında onun 1990-91 sezonunun ortasında Galatasaray’a transferi, her yönüyle Türk futbol endüstrisinin oluşumunda bir milattı. 

Türk futbolunun kabuğunu yırtmaya çalıştığı 1980'lerin sonunda yabancı futbolcu denildiğinde,  Malatyaspor'un Brezilya mili takımının üç oyuncusunu transfer etmesi gibi bugün inanılması güç gelen hamleleri gibi birkaç istisna haricinde, akla sadece Yugoslav oyuncular gelirdi.

Esasen o dönemler, bugün dahi izlerini gördüğümüz, yabancı futbolcuyu takım içi dengeleri bozan, uyum sorunu yaşayan, Türk futbolcusunun gıkını çıkarmayıp sineye çektiği durumları kabullenmeyip "kapris" yapan karakterler olarak resmetme eğiliminin en kuvvetli olduğu zamanlardı. Fenerbahçe 1988-89'da 103 golle şampiyon olurken tek yabancısının kariyerinin sonunda Türkiye'ye uğrayan efsane kaleci Schumacher olması, bu düşünceyi doğrulayan en belirgin örnek olarak ortaya çıkıyordu. Zaten o yıllarda Schumacher'in ve onun tam tersi bir seyir izleyerek kariyerinin başında bir sezonluğuna kiralık olarak Beşiktaş'a gelen Les Ferdinand haricinde Yugoslavya dışından gelip de fazla iz bırakan bir yabancı olmadı.

Yugoslav futbolcuların sosyo-kültürel yakınlığının başarıyı getireceğine dair yerleşmiş kanaatten ziyade, transfer dönemlerinde "oyuncu kaçırma" gibi geleneklerin sürdüğü Türkiye'de bazı menajer ve yöneticilerin bölgeyle olan gayrı şeffaf ilişkilerinin doğal bir uzantısı olarak da yorumlanabilecek bu furyanın, futbolun endüstrileşme sürecinin hızlanması, Doğu Bloku'nun parçalanmasıyla liberalleşen ülkelerin bereketli futbol topraklarının ürünlerinin Avrupa piyasasını zenginleştirmesi gibi faktörlerin etkisiyle yavaş yavaş dönüşümü kaçınılmazdı.

Roman Kosecki transferi bu anlamda belki de Türk futbol endüstrisinin oluşumunda bir milattı. İlk günlük popüler spor gazetesi Fotospor yayın hayatına başlamış; ilk özel televizyon Star 1 kurulmuş; Türkiye naklen yayın haklarının pazarlanabilen ve gayet güzel gelir getiren bir meta olduğunu yeni yeni keşfetmeye başlamışken, 1970'lerden 1980'lerin ortalarına kadar yaşadığı altın çağın ardından gerileme dönemine girmiş Polonya futbolunun Boniek'ten sonraki yeni yıldız adayı olarak büyük umut bağlanan bu genç adam, Türk futbolunda yeni bir döneme geçişi simgeleyen başlıca figür oluyordu.

Kosecki'nin Galatasaray'a transferi, gündeme geldiği ilk andan itibaren gün be gün izlenen, Fenerbahçe'nin devreye girişiyle ezeli rekabet sosuyla daha da cazip hale gelen bir macera romanı tefrikası gibi her sabah son gelişmeleri takip etmek için sabırsızlıkla gazetelerin son sayfasına baktıran bir süreçti. Nihayetinde, Galatasaray'a transfer rekoru kırarak 6 Milyar TL karşılığında imza attığında belki Galatasaray taraftarı biraz rahatlayıp gururlanmıştı ama aslında bu dizinin sadece ilk bölümüydü. Daha sonra Kosecki'nin ilk maçı, Tanju'yla nasıl bir ikili olacağı, Polonya milli takım arkadaşlarının onunla ilgili yorumları, ilk golünü ne zaman atacağı gibi sorular spor sayfalarının gündemini meşgul ediyor; "Koç Zeki" gibi yaratıcılığı zorlayan lakaplar, taraftarı heyecanlandırmak amaçlı mizansenlerle süslü röportajlarla onsuz tek bir gün geçmiyordu. Hani neredeyse Maradona Galatasaray’a transfer olsa, ancak bu kadar çok ilgiye mazhar olabilir gibiydi.

O dönemin Galatasaray’ına baktığımızda, Kosecki, kelimenin tam anlamıyla, yıllar sonra Ünal Aysal’ın literatüre soktuğu “pastanın üzerindeki çilek” olarak takıma katılmıştı. 1990-91 sezonunda, bir yıllık Aachen macerasının ardından bıraktığı mirası bir sezonda heba eden Alman Sigi Held’den görevi yeniden devralan Denizli, hücum iştahı yüksek bir takım oluşturmuştu. Hiddink’le belki de tarihinin en büyük doku uyuşmazlığını yaşayarak tepetaklak olduğu bir sezon geçiren Fenerbahçe’nin devreden çıktığı bir ortamda son şampiyon Beşiktaş’la çekişen Galatasaray ligin ilk yarısını farklı biçimde önde bitirmiş, bahar aylarına güvenle bakan bir konumdayken, takımın en büyük yıldızı Tanju Çolak, Erdal Keser ve beklentileri bir türlü karşılayamayan Hasan Vezir’den oluşan hücum hattına yapılacak bir takviyenin takımı uçuracağı düşüncesi taraftarı heyecanlandırıyordu. Üstelik Kosecki’ye Fenerbahçe’nin de talip olması bu süreci galip bitirme iştahını arttırıyor, neticede kötü günler geçiren rakibine bir gol daha atarak, bugünün tabiriyle “psikolojik üstünlüğü” perçinleme arzusunun peşine düşülüyordu.

Kosecki’nin Galatasaray günleri 

Transferin gerçekleşmesinin yarattığı coşku, Kosecki’nin Galatasaray formasını giydiği ilk maç olan kupadaki Konya deplasmanıyla doruğa ulaşsa da Ocak ayının sonlarında, ligin ikinci yarısının başlamasıyla bir şeylerin ters gittiği ayyuka çıktı. İlk yarının fırtına gibi esen takımı, karlı bir günde Şenol Güneş’in çalıştırdığı Boluspor’a İsmail’in kendi kalesine attığı golle 1-0 yenilerek başladığı ikinci yarının sonraki dört maçından da beraberlikle ayrılınca toplamda 11 puan kaybedip liderliği Beşiktaş’a devretmek zorunda kaldı. Galatasaray daha sonra toparlanıp ligin sonuna kadar iddiasını sürdürse de Ali Sami Yen’de Beşiktaş’a 2-0’dan 3-2 kaybedilen maç şampiyonluk hayallerinin sonu oldu.

Kosecki, bu ilk sezonu 14 maçta 4 golle kapatırken, ilk golünü atmak için ikinci yarının 10. haftasına kadar bekledi. Onun adına akılda kalanlar, Fenerbahçe’ye karşı farklı galip gelme hasretini bitiren 4-1’lik maçta Schumacher’e attığı golle perdeyi açması ve sezon sonunda Ankara’da Beşiktaş’a karşı kaydettiği, kaleci Engin’in ağır eleştirilere uğramasına yol açan golüyle Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı getirmesi oldu.

Galatasaray’ın 1990-91 sezonunun ikinci yarısındaki çöküşü Kosecki transferine bağlayan kitle azımsanmayacak ölçüde kalabalıktı. Hatta bu konudaki yorumlar, benzer yıldız oyuncular bağlamındaki değerlendirmeleri oluşturan geçmiş ve gelecek klişelerin bir manzumesini oluşturdu. Kosecki’nin “takım içi dengeleri” bozduğu, fazlasıyla havalı ve şımarık olduğu, oyunculardan doğrudan haber atlatan muhabirlerin naklettiği üzere takım içinde “madem o kadar para alıyor, takımı o kurtarsın” serzenişlerinin yükseldiği sıklıkla dillendirildi. Oyun stilleri bakımından birbirilerini çok iyi tamamladıkları ve bazı maçlarda müthiş bir seyir zevki sundukları halde, takımın yıldızı Tanju’nun onun gelişiyle yıldız konumunu kaybetmekten huzursuz olduğu ve ikilinin anlaşamadığı ve birbirine pas vermediği, takımın da bu çekişme yüzünden geriye gittiği iddia edildi. Bazı yorumlarda ise daha ziyade metafizik bir yaklaşıma dayanarak, tıpkı 13 yıl Galatasaray forması giyen Fatih Terim’in şampiyonluk hasretinin müsebbibi olarak gösterilmesi gibi Kosecki transferinin “uğursuz geldiği” öne sürüldü.  Türkiye’ye uyum sağlayamadığı, Türk futbolundaki sertlikten ve tekmelerden muzdarip olduğu gibi görece insaflı yorumlar da eksik kalmadı elbette.

Galatasaray üzerindeki değerlendirmeler Kosecki odaklı devam ederken, 1991 yılında Tanju’nun Fenerbahçe’ye transferinin yarattığı deprem etkisi taraftarları depresif bir ruh haline sürüklemişti. Denizli’nin gençleşen takımında yeni dönemde forvet hattındaki alternatif bolluğuna tezat kalite eksikliği endişe yaratıyordu. Tecrübeli isim Erdal Keser, Zeytinburnu’ndan gelen 19 yaşındaki Arif, sezon içinde stoperden devşirilen Taner Alpak, kariyerinin sonbaharında performansından çok şey kaybetmiş Selçuk Yula ve sezonun ikinci yarısında gelen “yılın bidonu” denebilecek Dominic Iorfa gibi beş benzemez ile bir yere varılamayacağından hücumun tüm yükünün takımın tek yıldızı olan Kosecki’nin sırtında olacağı anlaşılıyordu. Kısacası Galatasaray’da yeni sezonda da konuşulacak ilk isim Kosecki olmaya devam edecekti. Galatasaray adına pek de hatırlanmak istenmeyecek bu sezonda, Kosecki ligde 15 golle takımın en golcü ismi oldu. Avrupa’da ise Kupa Galipleri Kupası’nda çeyrek finale kadar giden ve adeta sadece Ali Sami Yen’in üzerine kar yağan bir Mart gününde sonlanan macerada, biri Werder Bremen deplasmanında olmak üzere attığı dört golle dikkat çekti.

Ayrılık vakti ve sonrası 

Sezon sonunda Denizli’ye yollarını ayıran Galatasaray yönetimi Feldkamp’la yeni bir döneme giriyor; daha da gençleşen “yıldızsız” bir kadro, yüksek tempo ve hücum pres odaklı bir oyun anlayışıyla, bir bakıma 2000’in takımını müjdeliyordu. Bu yeni ortamda, Kosecki’nin takımda kalıp kalmayacağı tartışması 1992 yazına damga vururken, bir gün fazla para istemesi ve disiplinsiz davranışları eleştiriliyor; ertesi gün özür dilemeye ve Galatasaray’da kalmak için gerekli fedakarlığı yapmaya hazır olduğu öne sürülüyordu. Bu git-gel süreci içinde, transfer taksiti döviz yerine Türk Lirası olarak ödendiği gerekçesiyle tepki olarak Florya’da paraları yere atınca film kopuyor; belki de yönetim onu gönderme kararını meşru kılacak bahaneyi buluyordu. Dolayısıyla, Kosecki’nin gelişi gibi gidişi de olaylı oluyor; her sezon en büyük yıldızını kaybeden Galatasaray taraftarının çoğunluğu yönetime büyük tepki gösterirken, doyamadıkları Polonyalı ender gelişen ataklarını çoğaltmak üzere Osasuna’nın yolunu tutuyordu.

Kosecki, Türkiye’de yalnızca 1,5 sezon kaldığı halde Galatasaray taraftarının hafızlarında esaslı bir yer etmiş, özellikle o dönem çocukluğunu ve ilk gençliğini yaşayanlar için bir fenomene dönüşmüştü. Ligde toplamda 38 maçta attığı 19 golle ülkeden ayrılırken, Galatasaray tarihinde yeni bir altın sayfanın başlaması, belki de bu ayrılığın iki tarafın da hayrına olduğu kanaatini güçlendiriyordu. Nitekim, o sezon dört yıl aradan sonra yeniden şampiyonluğa ulaşan Galatasaray, ertesi yıl bu başarıyı tekrarlıyor, Manchester United’ı eleyip Şampiyonlar ligi yolunu açarak Türk futbolunda yeni bir çağ başlatıyordu. Kosecki’nin Türkiye sonrası kariyeri de ışıldamaya devam ediyor, yeteneği onu Atletico Madrid’e taşıyordu.

Kosecki transferi bir bakıma Türkiye’de Polonyalı futbolcu modasını da başlattı. Aslında Kosecki’den önce Bakırköyspor’un Nowak ve Araskiewicz transferleriyle başlayan, Fenerbahçe’nin Jakolcewicz transferleriyle devam eden Polonyalı futbolcu akımı, bir sezon sonra Beşiktaş’ın Bako ve Zeyer, Fenerbahçe’nin Soczynski ve Trabzonspor’un Cyzio transferleriyle yeni bir boyuta taşınıyordu. 1990’larda bu akımın son temsilcisi olan Piotr Dobrowski ise yıllar sonra Türk vatandaşı olup Kaan Dobra adını alıyor ve kuşkusuz Türkiye’de en çok iz bırakan Polonyalı futbolcu oluyordu.

Roman Kosecki, Türk futbolunda yeni bir dönemin ilk starıydı. Onun gelişinden sonra, sanki o güne kadar kilitli duran bir odanın kapısı açıldı ve Türk basını ve kamuoyu transfer haberlerinin, sahadaki oyunun kendisinden dahi heyecanlı ve cazip olabileceğini keşfetti. Yalan olduğunu bile bile yıldız hayali kurmanın, son anda çıkan pürüzlerin, milli takımdan arkadaşlarını ikna için devreye giren Türkiye’ye hayran kalan veya tam tersine ikna edilmesi gereken “yenge”lerin, 1990’ların teknolojisiyle formaların üzerine oturtulan fotomontaj kafaların müptelası olundu. Internet ve sosyal medya çağının çok öncesiydi ama o günlerden bu yana sanki fazla bir şey değişmedi, ne dersiniz?

14 Temmuz 2016 Perşembe

Euro 2016: Portekiz sürpriz bir şampiyon ama ona ne kadar şaşırabiliriz?




Turnuva başladığında ben dahil büyük bir çoğunluğun sadece Ronaldo'ya endeksli bir takım olarak düşündüğü ve dolayısıyla da ilk planda sayılan favoriler arasında yer vermediği Portekiz, Euro 2016'da zafere ulaştı. Üstelik grup maçlarından itibaren yeterince renkli bir oyun ortaya koyamadığı, takımı taşıması beklenen Ronaldo'nun bir türlü havasını bulamadığı halde, ha şimdi, ha bu turda elendi elenecek derken, biraz da 24 takımlı formatın yarattığı fikstür anormalikleriyle, tabir caizse "beraberlik beraberlik büyüyen" bir zaferdi bu. Bir diğer ifadeyle ezberleri bozarak bu noktaya geldi Portekiz.

Öyleyse biz de bu şampiyonluk öyküsünün izlerini sürerken bazı ezberleri bozmayı deneyerek başlayalım. Euro 2016'nın tarihin en sıkıcı turnuvalarından biri olduğu ve iyi futbol oynayan takımların kaybedip savunmayı ön plana alanların hakimiyet kurduğu gibi yorumlar sıkça dillendirildi. Portekiz'in Yunanistan 2004'ten farkı olmadığı (ki bu benzetmeye yakın bir göndermeyi biraz da ironik boyutunu vurgulayarak ben de twitter'da yaptım), anti-futbolun kazandığı söylendi, hatta futbolun ölümünün mukadder olduğuna dair distopyalar yazıldı.

Halbuki bu kadar kötümser olmaya gerek yok aslında. Futbol da gündelik alışkanlıklarımızdan insan ilişkilerine, sanat eserlerinden üretim-tüketim biçimlerine kadar hayatımızı kaplayan her şey için geçerli olduğu üzere, zamanın ruhuna göre evriliyor. Peki bu cümle aslında bir paradoksu ortaya koymuyor mu? Yani günümüzde dev bir endüstriye dönüşen futbol endüstrisinin cazibesini koruması, "tüketici" konumundaki seyircinin zevk almasına bağlı olduğuna göre, maçlar sıkıcı hale gelip gol sayısı azaldıkça eğlenceyi futbolda bulan kitle başka alanlara kaymayacak mı?

İşte ben bu soruya hayır cevabını veriyorum. Zira futbolun esas cazibesinin hala önceden kestirilemez birçok unsur barındırmasında yattığını, ilk düdük ile son düdük arasındaki her bir zaman diliminin yazılmamış yeni bir hikaye doğuracak emsalsiz birer büyü barındırdığına inanıyorum.


Portekiz: Turnuva takımının yeniden tanımı

Evrim kavramıyla esasen kastettiğim, bu büyünün muhafazasını ve sürekli ilerlemeyi sağlayan diyalektik bir süreç. Aksi halde İtalya 90'da futbolu öldürüp tabutuna son çiviyi çakmış olurduk. Halbuki, son 30 yılda onlarca sistem, taktik anlayış, diziliş, ekol geldi geçti ama hiçbiri kalıcı bir hegemonya kuramadı. Çünkü en basite indirgersek, her zaman için,kusursuza eriştiği düşünülen bir defansif anlayışı aşacak bir hücum formülü; herkesi ezip geçecek hücum makinelerini kilitlemeyi başaran bir savunma sistemi ortaya kondu. Bu kendini yenileyebilme gücü de her geçen gün futbola müptela olan kitlenin genişlemesini sağladı.

Bu turnuvada da belki de hiç bir kupada görülmemiş ölçüde, maçın saha içinden de önce kulübede ve hatta çoğunlukla maç öncesi hazırlığıyla kazanıldığına tanıklık ettik. Bu durum insanoğlunun fiziksel kapasitesinin artması ve teknolojiyle doğru orantılı aslında. Artık üst seviyede mücadele eden her takım futbolun temel doğrularını (topun arkasına geçme, alan daraltma vs.) ihmal etmemesi gerektiğini, en basitinden 90 dakika içinde en az 110 km. koşması gerektiğini biliyor. Yine her takım rakip oyuncuların tüm performans verilerine, artı ve eksilerine, rakiplerinin kuvvetli ve zayıf taraflarına ilişkin bilgilere kolaylıkla erişip stratejisini bunun üzerine kurabiliyor.

Dolayısıyla, artık hiçbir takımın sadece teknik kapasitesine güvenerek yola çıkma, az mücadele etme, ben rakibe göre oynamam onlar kendini bana göre ayarlasın deme lüksü yok. Zaten Euro 2016'da en büyük hayal kırıklığı yaşayan ülkelerin başta Türkiye olmak üzere (Türkiye'nin serüvenini ayrı bir yazıda bu boyutu vurgulayarak irdelemeyi de düşünüyorum), Belçika ve hatta İzlanda'nın taçlarını bile izlememiş İngiltere gibi ülkelerin kaybettiği temel nokta da buydu. Çünkü Löw çok daha kuvvetli olduğu halde İtalya'yla baş etmek için üçlü savunmaya dönerken, Deschamps evsahibi olduğu halde topu Almanya'ya teslim etmekten gocunmayarak kazanmanın formülünü ararken, kadrolarında üst seviye takımlardan herhangi bir oyuncu bulmakta zorlanacağımız K.İrlanda ve özellikle de İzlanda unutulmaz izler bırakırken, günümüz futbolunda "oyunbozan" olmanın ayıp olmadığını iyice anlamış olduk.

Elbette her şeyin 1 ay içinde olup bittiği bu tür turnuvaların kendine özgü dinamikleri oluyor. Yukarıda bahsettiğim diyalektik bu kadar kısa içinde gerçekleşmediğinden mesela 2004 Yunanistan'ın anti tezleri turnuva içinde üretilemiyor. Sadece savunmaya yönelik bir stratejiyle veya kapanarak örneğin üst seviyede 34-38 haftalık bir ligi kazanmak, hatta grup sonrası çift maç eliminasyon sistemine dönen Şampiyonlar Ligi gibi turnuvalarda ilerlemek mümkün değil ama bu tür kupalar kazanılabiliyor.

Yine de Portekiz'i sadece savunma takımı olarak tanımlayıp Yunanistan ile aynı kefeye koymak büyük haksızlık olur. Benim bu takımı yerleştireceğim yer Simeone'nin Atletico Madrid'ine yakın bir yerler olur. Zira bir ara El Clasico derbisinden ibaret, ikili bir rekabete indirgenebilir hale gelme tehlikesiyle karşı karşıya kalan La Liga'da rakiplerine göre çok kısıtlı kadrosuyla şampiyonluğa ulaşabilen ve Şampiyonlar Ligi'nde iki kez final oynayarak başarısının tesadüf olmadığını kanıtlayan, yensin yenilsin hiçbir takıma kolaylıkla teslim olmayacağından emin olduğumuz bir takım yaratan Simeone, bugünün futbolunun belki de en müstesna teknik adamı. Benim gözümde de işte bu "oyunbozan" olarak tanımladığım oyun anlayışının en usta temsilcisi.

Başka bir tarafa yönelip, bu yıl birçoklarınca "peri masalı" olarak nitelendirilen Leicester'ın Premier Lig şampiyonluğunu ele alalım. Neredeyse her futbolsevere heyecan veren bu serüvende Leicester, oyunu sahasında kabul edip topu rakibe bırakan bir anlayışla, dünyanın en pahalı liginde 38 haftalık bir maratonu şampiyonlukla tamamlaması da mevcut bir çok ezberi bozan bir sansasyon yarattı. Buradan belki de basit oyunun kazandığı yargısına dahi varmak mümkün. Leicester'ın başarısı asla tesadüf olarak nitelendirilemez ancak bunun bir egemen futbol anlayışına dönüşüp dönüşmeyeceğini görmek için en azından bir sezon daha beklemek gerekiyor elbette.

Bu bahsi kapatırken bazı yerleşik algılara yeniden meydan okumak istiyorum. Topa sahip olma esasına dayalı futbol illa pozitif futbol anlamına gelmediği gibi topu rakibe teslim etmek de anti-futbol anlamına gelmiyor. Yani salt seyir zevki açısından bakarsak "tiki taka=anti futbol" olabiliyor bazen. Zaten Bayern'in Barcelona'yı sürklase ettiği 2013 yılındaki Şampiyonlar Ligi randevusu benim gözümde bir devrin kapanışı olmuş, pas futbolunun yerini hız futbolu almıştı. Ancak şu anda dünya futboluna hakim bir akım mevcut olmadığından rakibe göre aksiyon alınan "oyunbozan" futbol öne çıkıyor.

Portekiz nasıl kazandı?

Son olarak Portekiz'in Euro 2016'da ne yaptığına odaklanmak gerekiyor. Kulüpler düzeyinde Benfica-Porto ekseninde zaman zaman rastlanan başarıları saymazsak, Portekiz, 1960'larda Eusebio ile yakaladığı büyük çıkışa rağmen büyük bir turnuvada final görememiş bir ülkeydi. Fakat 1991'de Figo-Rui Costa jenerasyonuyla Dünya Gençler Şampiyonu olmasının ardından son 25 senede hızla başaltından Avrupa'nın elitleri arasında yerini aldı. Aslında bu şampiyonluk o 1991 jenerasyonundan bekleniyordu ama bir türlü o en üst seviyeye çıkmak mümkün olmadı. Zaferin gelmesi ise belki de en az beklenen zamana Euro 2016'ya kısmet oldu.

Bu son 25 yılda çok iyi kadrolara sahip olmasına rağmen hiçbir zaman A sınıfı bir 9 numaraya sahip olmadı Portekiz. En iyisi Nuno Gomes olmak üzere Pauleta, Almeida, Helder Postiga gibi isimler şampiyon bir takımın yükünü taşıyacak oyuncular değillerdi. Euro 2016'da tek gerçek santrfor olarak görünen ancak final dışında hiç şans bulamayan Eder'i de bu kervana katmak yadırgatıcı olmaz.

Fernando Santos'un nasıl bir oyun anlayışı yansıttığına da bu noktadan başlamak yerinde olur diye düşünüyorum. Tabii ki Portekiz'e Ronaldo'dan başlayarak bakmamak mümkün değil. Zaten santrfor bahsi de, orta saha kurgusu da doğrudan Ronaldo'nun takım içindeki rolü ve konumuyla doğrudan ilintili.

İyi bir santrforun yokluğunda Ronaldo'yu Real'de oynadığı gibi kanada yakın oynatmak lükse olacağı gibi yeterli verimi de sağlamazdı. Bu yüzden, F.Santos onu ileri ikiliden biri olarak ancak serbestçe gezinebileceği bir rolde, tüm hücumları şekillendireceği bir konumda değerlendirildi. Rakip savunmaların tüm konsantrasyonun onun üzerindeyken, ceza sahasındaki boşlukları tamamlayacak ekürisi ise kanat oyuncusu olarak görmeye alıştığımız Nani oldu. Bu sayede ceza sahası dışından şutlarıyla gol bulmasına alıştığımız Nani, turnuvada attığı üç golünü de ceza sahası içinden buldu ve büyük sükse yaptı.

Nani-Ronaldo ikilisini böyle kullanarak verim almak tesadüf değildi. Onları iki kanada yerleştirerek yaratıcılıklarıyla elde edeceği avantaj, takımın orta sahada baskı yapan dört oyuncuyla sağlayacağı sertliğe nazaran daha kolay feda edilebilirdi. Başka bir deyişle Ronaldo'nun takımı taşıyabilmesi için, Ronaldo'yu taşıyacak bir takım kompozisyonu ortaya koymak başarının anahtarı oldu.

Bu durumda orta saha dörtlüsünü, klasik kanat oyuncusu olmadan kurgulamak, alışılmışın dışında, biraz cesur ama doğru bir karardı. Gerçi her maça farklı bir 11'de çıkan Fernando Santos, bir türlü %100 memnun olamadı. Bu orta saha yapısı, Fatih Terim'in 2011-12 sezonunda yıl içinde döndüğü ve takımın şaha kalkmasını sağladığı Emre Çolak, Melo, Selçuk, Engin (kanatlarda Riera ve Kazım'dan vazgeçerek) dörtlüsünü veya Simeone'nin Atletico Madrid'de kanatlarda Arda ve Koke'yi kullandığı formasyonu hatırlatır biçimde, savunma önünde bir çapa (William Carvalho/Danilo) ve önündeki üç orta saha oyuncusu şeklinde diziliyordu. Bu orta saha hem disiplinli biçimde sahaya yerleşerek alan daralttı, hem bilhassa Hırvatistan maçında görüldüğü üzere rakibi bunaltacak amansız baskıyı yapıyor, hem de top ayağına geçtiğinde iyi kullanacak kaliteyi sergiliyordu.

Tabii orta saha ve hücum hattını saydıktan sonra savunma kalitesinin yüksekliğine de değinmeden geçmemek lazım. Günümüzün belki de en antipatik sporcularından biri olan Pepe'nin düşmanlarında bile saygı uyandıran üstün performansı, Rui Patricio'nun Macaristan maçındaki kazayı saymazsak kariyerinin en iyi maçlarını çıkarması ve kanatlardaki iki bekin merkezde kümelenen oyunun açılmasını sağlayan çıkışları, özellikle Raphael Guerreiro'nun B.Dortmund'a ne kadar isabetli bir hamle yaptığına sevindirecek görüntüsü şampiyon takımın sistemini tamamlıyordu.

Yazının başlarında söylediğimizi bitirirken yineleyelim. Fernando Santos, Simeone'nin zirveye çıkardığı "oyunbozan" futbol anlayışının daha az gelişmiş, daha renksiz ve daha pragmatik bir versiyonunu ortaya koyarak takımının başarısında, Ronaldo'nun bile önünde başrolde yer aldı. Portekiz belki ilk turda elenme noktasına geldi, belki karşısına Almanya veya İtalya çıksa ilerleyemezdi bilinmez. Bu oyun anlayışının uzun vadede yenilmez olmadığını, antitezinin üretilebilir olduğu da bir gerçek. Ama bu turnuvada her şey bir ay içinde olup bitiyor.

Dünya futbolu adına karamsar değilim.  Yeter ki taktiksel arayışlar ve ilerleme arzusu tükenmesin. Bir de zaten sürprizleri kim sevmez?








26 Haziran 2016 Pazar

Euro 2016 Yazıları: Devler sahada / Son 16 turu ikinci gün



Euro 2016'da grup maçlarında tüm takımları saran temkinli ruh halinin ve buna bağlı olarak ortaya çıkan gol kısırlığının eleme turlarıyla birlikte ortadan kalkacağına yönelik umutları tekzip eden üç maç izledik son 16 turunun ilk gününde. Özellikle büyük beklentilerle ekran karşısına geçtiğimiz Hırvatistan-Portekiz maçının 90 dakikasında kaleyi bulan şu atılmaması ve 120 dakikanın son 5 dakikası haricinde heyecan yaratacak hiçbir aksiyona rastlanmaması büyük hayal kırıklığı yarattı.

Bugün de aynı durumla karşı karşıya gelecek miyiz, kestirmek güç. Fakat dünkü maçlara nazaran bugün oynanacak üç maçın da kağıt üzerindeki favorisi belli. Dolayısıyla maçların tek taraflı cereyan etmesi muhtemel görünüyor. Oyuna ağırlığını koymasını beklediğimiz Fransa, Almanya ve Belçika'nın rakip savunmaları aşıp erken gol bulmaları halinde farklı skorlarla karşılaşıp gol açlığını dindirmek de mümkün olabilir. Tabii o golün bir türlü gelmeyip, maçların işkenceye dönüşmesi ihtimalini de yabana atmamak lazım.

Yine de bugün eninde sonunda favorilerin kazaya uğramadan adlarını çeyrek finale yazdıracaklarını düşünüyorum. Hatta turnuva sonunda şampiyon da bugünkü üçlü arasından çıkabilir.

Fransa-İrlanda

Ev sahibi Fransa, ilk turda tatmin edici bir futbol oynamasa da çoğunlukla Payet'in sihriyle istediği sonuçları aldı. Özellikle Arnavutluk maçında son dakikadaki goller gelmeseydi, bugüne kadarki deneyimlerden, milli takımımıza benzer biçimde, kendi içinde kriz yaratmaya meyyal bir futbol kültürüne sahip olduğunu bildiğimiz Fransa'nın karışması muhtemeldi. O zaman Benzema'nın getirilmemesi, forvet tercihi, Pogba, Griezmann, Payet ve Coman'ı iletecek bir düzen oturtulamaması gibi birçok konuda Deschamps'a yüklenilmesi kaçınılmaz olurdu.

İtalya'ya son dakikalarda attığı ve bizim de içimizi çok acıtan golle, belki beklentilerinin de ötesinde bir başarıyla buraya gelen İrlanda karşısında tatmin edici bir oyun gelmezse, Fransa adına yine bir kriz çıkabilir. İrlanda'nın buradaki en büyük kozu rahatlığı olacak. Ancak aynı zamanda iki ülke arasında Henry'nin elle düzelttiği pozisyonla hatırlanan 2009'daki Dünya Kupası baraj maçlarının İrlanda'daki izi ve rövanş motivasyonu da sıklıkla altı çizilen bir unsur.

Fakat bu psikolojik arka planı bir tarafa bırakırsak İrlanda'nın Fransa'ya kafa tutacak bir kadro kalitesinde olmadığını teslim etmek lazım. Bir bakıma İrlanda-Belçika karşılaşmasına benzer bir seyir izleyecek olan karşılaşmada Fransa'nın oyunu kontrol edip rakip yarı sahaya yığacağını tahmin etmek kehanet olmaz. Gruptaki maçlarda golü hep geç bulan Fransa'nın bu haline taraftarın alıştığını ve golün gecikmesinin (seyir zevki bakımından olumsuz etkisinin dışında) ilave bir stres yaratmayacağını, eninde sonunda da golün geleceğini düşünüyorum. Birkaç iyi oyuncusu olsa da İrlanda'yı iyi bir kontratak takımı olarak tanımlayamayız. Fransa, ilk yarıda gol bulursa ikinci yarıda hızlı ve doğrudan rakip kaleye gidebilen oyuncularıyla farklı ve özgüven arttırıcı bir skorla çeyrek finale kalabilir.

Kilit oyuncu: Antoine Griezmann

2015-16 sezonunda Avrupa'da en iyi performans gösteren 4-5 oyuncudan biri olduğu dikkate alındığında, sadece Romanya önündeki kötü oyunu yüzünden ertesi maç kulübeye mahkum edilmesi büyük haksızlıktı. Nitekim oyuna girip golünü atarak bu hesabı zararsız kapattı. Hücumdaki çok yönlülüğü, geliştirdiği gol vuruş başarısı ve özellikle oyun yukarıda tahmin ettiğimiz gibi cereyan ederse, 1-0'dan sonra açık alanda bulacağı pozisyonlar ve gol (ler) onu maçın yıldızı yapabilecek.

Almanya-Slovakya

Almanya, Euro 2016'nın ilk üç maçı itibariyle top dolaştırıp rakibin açığını aramak için çabaladığında, aniden tempoyu arttırıp hızlandığında, oyunu genişletip hızla yön değiştirdiğinde ve bunun gibi birçok sahnede turnuvanın seyretmesi en keyifli takımlarından biri olarak göründü. Hatta bu oyun 2014'ten bir şey kaybetmediği gibi bir ölçek daha olgunlaşmış bir anlayışın izlerini taşıyordu. Fakat bunlara rağmen, neden "Almanya bu gümbür gümbür bu kupaya yürür" diyemediğimiz, o eksik parçanın ne olduğu henüz çözülememiş durumda. Slovakya gibi kaliteli bir takıma karşı bu sorulara yanıt arayacağız.

Sorun gol vuruş kalitesi eksikliğinden, Götze'nin formsuzluğundan, sistemden veya kanatların yeterince işlememesinden ibaret değil aslında. Oyunun merkezini önde kuran, rakibi boğan, Mesut-Kroos trafiğini çok iyi işleten takımda her zaman en üst standartta izlemeye alıştığımız Müller'in henüz şanssızlığını yenememesi Almanya'nın turnuvayı domine etmesine engel oluyor.

Slovakya, son İngiltere maçında gösterdiği gibi oyunu iyi tutabilen, rakibe kolay teslim olamayan dirençli bir takım. Kanat oyuncularının kalitesi ve Hamsik'in yaratıcılığı dışında fazla kozu bulunmuyor gibi görünse de etkili bir kontratak takımı olduklarını unutmamak lazım. Üstelik, yaklaşık 1 ay önce Almanya'yı hazırlık maçında 3-1 yenmiş olmalarının getirdiği güven, kuşkusuz bu maça da yansıyacak.

Almanya orta sahasını kilitlemek çok zor, ancak o pas trafiğinin hızını düşürmeyi başarabilirsiniz. Slovakya da bunu deneyecektir. Tabii Almanya'ya fazla duran top da vermemek gerektiğini, bunu da etili bir silah olarak kullandıklarını es geçmemek lazım. Löw'ün ilk iki maçtaki idealini bir yana bırakıp Gomez'le başlayacağını düşünüyorum. Gomez-Skrtel ile boğuşurken boşluklara sızacak diğer oyuncular sayesinde Almanya galibiyete ulaşacaktır.

Kilit oyuncu: Thomas Müller

Yukarıda da bahsettiğim üzere, Almanya için eksik olan parça o. Belki de dünyada son 5-6 yıllık dönemin en büyük yıldızları arasında olmasına rağmen akla ilk gelenlerden biri olmadığı için hakkının yendiğini düşünsem de (underrrated), Almanya için eşsiz bir öneme sahip olduğunu büyük turnuvalarda hep ön plana çıkarak göstermişti. K.İrlanda maçında çok istekli ancak şanssızdı. Bu maçla beraber Fransa'ya artık gelmesini ve golle buluşmasını bekliyorum.

Macaristan-Belçika

Günün belki de en heyecanlı ve zevkli maçıyla karşı karşıyayız. Aslında Macaristan'ın grup lideri olarak çıkması belki de ilk turun en büyük sürprizlerinden biriydi. Grup lideri olması beklenen Belçika da İtalya önünde büyük hayal kırıklığı yaşayınca bu eşleşme meydana geldi.

Macaristan'ın, Galler ile birlikte ilk turun en golcü takımı olması da Portekiz'e karşı 3 gol atıp 3 kez öne geçmesi de beklenmedik gelişmelerdi. Belki de turnuvanın analizi en zor yapılacak takımı. Kalede 20 yıldır taşıdığı "ikonik" gri eşofmanlarıyla arz-ı endam eden Kiraly'den başlayarak, heyecan verici orta saha oyuncusu Kleinheisler, Bursaspor'da kıymeti bilinmeyen büyük şu tehdidi Dzudzsak, orta sahada tecrübesiyle parlayan Gera ve her devre değişen ve bir türlü karar verilemeyen forvet hattıyla kendisine tereddütle yaklaştıran ancak iştahlı ve hücuma dönük oyunuyla takdir toplayan bir takım Macaristan.

Belçika ise önceki yazılarda da belirttiğim gibi turnuvada belki de en geniş ve alternatifli kadroya sahip olmasına rağmen ilk maçta büyük bir hayal kırıklığına uğrayarak turnuvaya kötü başladı. Neyse ki Wilmots, sağ bek Meunier'i ilk 11'e monte edip, Lukaku'nun arkasındaki üçlüyü daha yetenekli bir kompozisyonla sahaya sürmeyi akıl edince hücuma çeşitlilik ve verim kazandırmış oldu. Sonraki iki maçta gelen galibiyetler de o mental kırılganlığı ortada kaldırdı gibi görünüyor.

Belçika hücumla yaşayan, topu en kısa yoldan rakip kaleye taşımak isteyen bir takım. Bu bitmek bilmeyen hücum iştahı, dirençli savunmalarla karşılaşıldığında bireysel çözümlere mahkum kalan bir oyun disiplini zaafına dönüşüyor. Bu zaaf da savunmada açıklara yol açabilir tabii.

Macaristan ise kapalı savunma yapmaya çalıştığında bu turnuvada takdir toplayan Ada takımları ölçüsünde başarılı olamıyor. Portekiz önünde 3 kez skoru yakalayamamaları bunun göstergesi. Buna karşılık, hücum yönünde daha güçlü ve güvenli bir takım. Zaten tempolu bir maç bekliyor olmamın esas sebebi de bu.

Bu tablo ışığında maçın Belçika'nın üstünlüğüne geçeceğini ancak işin kolay olmayacağını söylemek mümkün. Belçika'nın yaratıcı oyuncuları bu maçta fark yaratacaktır.

Kilit oyuncu: Eden Hazard

Belçika'nın kaptanı geçirdiği kabus gibi bir sezonun ardından kariyeri için önemli bir fırsat olabilecek bir turnuvada ön plana çıkma şansını yakalama peşinde. İlk turda skora yansımasa da onun hızı, hücumdaki partnerleriyle uyumu ve topu ileri taşıma becerisinin, özellikle kontrataklarda fark yarattığını gördük. Macaristan maçında bunun bir adım ileriye taşınması sürpriz olmayacak.


25 Haziran 2016 Cumartesi

Euro 2016 Yazıları: Turnuva şimdi başlıyor /Son 16 turu ilk gün



Euro 2016'da grup aşamasındaki 36 maç geride kalırken, futbolseverlerin büyük çoğunluğunun aklındaki düşünce, esas turnuvanın şimdi yani eleme safhasında başlayacağı yönünde. Bu beklenti, aslında bir taraftan ilk turun bıraktığı tat biraz buruk olmakla beraber, bu turnuvanın tarihe "sıkıcı" sıfatıyla geçen bir Euro 2004 veya İtalya 90 Dünya Kupası gibi hatırlanmayacağına dair bir umut da barındırıyor. Zira turnuva formatındaki değişimin, bir yandan turnuvaya dair ilk yazımızda belirttiğim gibi "temkin" unsurunu öne çıkarıp takımların gerçek performanslarını sonraya sakladığı gibi bir algı oluştururken; diğer yandan son 16'ya çıkmayı başarması dahi sürpriz olan takımların kattığı renk ve son maçlarda özellikle en iyi üçüncüler sıralaması için yaşanan averaj/puan hesaplamaları sayesinde eksilen heyecanın ikamesini sağladığı söylenebilir.

Gol sayısının azlığı, büyük beklentiyle gelen golcülerin (Kane, Lewandowski) suskunluğu gibi faktörlere rağmen Galler ve Hırvatistan'ın heyecan verici performansları ve Macaristan, İzlanda, Kuzey İrlanda gibi takımları son 16'da görüp Arnavutluk'un averajla elenmesine hayıflandıran sürpriz unsuru turnuvayı izlenir kıldı.

Bu 24 takım formatında yaşayarak gördüğümüz azizlikler, en iyi 4 üçüncü eşleşme tablosuna dağıtıldığında gördüğümüz manzarayla başka bir boyuta ulaştı. Hiç şampiyonluk görmemiş İsviçre, Polonya, Hırvatistan, Portekiz, Belçika, Macaristan, Galler ve Kuzey İrlanda'dan birine final yolu açılırken; Avrupa futbolunun ağababaları diyebileceğimiz Fransa, İtalya, İspanya, Almanya ve İngiltere yanlarına İzlanda, Slovakya ve İrlanda'yı da alarak final yolunda birbirlerini kırmak zorunda kalacakları bir fikstürü beraberinde getirdi.

Zaten önümüzdeki 15 maça dair heyecanın önemli sebeplerinden birini de bu tablo teşkil ediyor. Sol tarafta sürpriz faktörü, sağ tarafta ise final gibi maçlar. Herhangi bir futbolsever için kestirmesi zor bir süreç.

Yine de ilk gün maçlarına bir bakalım.

İsviçre-Polonya: 

İsviçre, daha önce de yazdığım gibi göz alıcı bir kadroya sahip olmasına rağmen oyun ahengi ve sürati yetersiz olan bir takım. Sağlam oyun disiplini sayesinde, kendi kalelerini güvence altına alıp tempoyu kontrol edebiliyorlar ama işler zora girdiğinde üstesinden gelebileceklerine dair fazla ışık yok. Polonya da yapı olarak İsviçre'ye benzeyen, savunması sağlam ancak hücumda onlardan daha akıcı ve tehditkar olan bir takım.  Gruplarda liderlik için beraberliğin yeteceği Fransa karşısında İsviçre'nin aldığı golsüz beraberlikle, Polonya'nın Almanya karşısında aldığı aynı skor karşılaştırıldığında, Almanya'nın oyun iştahına direnmesi ve çok ciddi pozisyonlar bulması bakımından Polonya'nın yaptığının daha önemli bir iş olduğunu teslim etmek gerekir.

Oyun muhtemelen orta sahayı kimin alacağı noktasında düğümlenecek ve bu anlamda Shaka-Krychowiak mücadelesi maçın kilidini çözecek. Polonya'nın merkezdeki akıcı oyunu ve tempoyu arttırma becerisiyle bir adım önce olduğunu düşünüyorum.

Kilit oyuncu: Lewandowski

Onun kalitesindeki bir ismin 3 maçı golsüz kapatması şaşırtıcı. Bunalıma girmemesi için bu maçta sahneye çıkması gerekiyor. Muhtemelen onun için de turnuva bu turda başlayacak.

Galler-Kuzey İrlanda: 

Eylül 2014'te Euro 2016 elemeleri başladığında böyle bir tablo muhtemelen kimsenin aklında yoktu. Bu tabloda Galler ve K.İrlanda'dan birinin çeyrek final oynayacak olması başlı başına bir sürpriz. Tabii ki iki haftadır izlediğimiz maçlar özelinde konuşursak, bazı savunma zaafları haricinde, hızla rakip kaleye gitmeye dayanan, merkezi iyi kullanan tempolu bir oyun ortaya koyan Galler'in kupanın en çarpıcı ve göze hoş gelen takımlarının başında geldiğini söylemek lazım.

Kuzey İrlanda ise sınırlı kadrosuna rağmen üstün bir oyun disiplini içinde mücadele edip buraya gelerek büyük bir saygıyı hak etti. Başta Euro 2016 öncesine kadar büyük bir çoğunluğun adını bilmediği kaleci McGovern ve önündeki 5li savunma bloğu olmak üzere, sistemlerini bozmadan Polonya ve Almanya'ya sadece 1-0'lık sonuçlarla yenilip averajla çıkarak aslında bir yerde eşsiz bir stratejik hamle yapmış oldular. Tamam Almanya da Polonya da çok gol kaçırdı ama K.İrlanda açılıp savuna düzenin bozsaydı fark yeme ihtimalleri çok fazla olacaktı.

Bu maçta K.İrlanda golü yerse beklemeye devam etme gibi bir lüksü yok. Galler'in duran topları, orta sahada Allen-Ramsey uyumu ve şu ana kadar kupanın yıldızı Bale'in istim üstünde olması gibi avantajları onları galibiyet için şanslı kılıyor.  Brexit referandumunun 2 gün sonrası iki Ada takımının maçının hakeminin İngiliz Atkinson olması da ayrı bir tebessüm unsuru oluşturuyor elbette.

Kilit oyuncu: Will Grigg

Buraya birçok yıldız sayabilirdim ama iki takımın da sempatik taraftarlarıyla öne çıktığı düşünülürse, kupada henüz hiç dakika almadığı halde milyonlarca kez izlenen K.İrlanda taraftarlarının coşkulu "Will Grigg's on fire" şarkısının kahramanını merak ediyorum. Hele bir de oyuna girip beraberlik ya da galiiyet golünü atarsa gerçek anlamda büyük bir hikaye gözlerimizin önünde yazılmış olur.

Hırvatistan-Portekiz

İzlanda'nın Avusturya karşısında 90+4'te attığı, tüm ülkeyi inanılmaz bir coşkuya sürükleyen gol, Portekiz'i grup 3.lüğüne iterek bu göz alıcı eşleşmeyi meydana getirdi. Fikstür tablosunun sol tarafında Belçika ile birlikte final oynama potansiyeline sahip olduğu düşünülen üç takımdan ikisini karşı karşıya getirecek olan maç şüphesiz günün en ilgi çekici maçı.

Portekiz, Hollanda'nın İtalya 90'da yaptığı gibi 3 beraberlikle gruptan çıkınca kendini kuvvetli bir rakip karşısında buldu ki bu rakip İspanya da olabilirdi. (Hollanda da o kupada şampiyon Almanya'ya çatıp 2. turda veda etmişti, hani o Wöller-Rijkaard'ın meşhur tükürük maçı) Dünyanın en iyisi olduğu iddiasını ispat amacıyla Fransa'ya gelen, dolayısıyla kupanın en iyi oyuncusu olduğu düşünülen Ronaldo bu durumun kendisinde yarattığı aşırı hırs yüzünden Macaristan maçının 2. yarısına verimli olamadı. Bu süreye kadar denedi, turnuvanın en çok şut çeken oyuncusu oldu, penaltı kaçırdı, asist yaptı ve sonunda da golleri bularak hem 4 Avrupa Şampiyonası'nda birden gol atan tek oyunu olarak tarihe geçti ve aslında bir yerde de rahatladı. Tabii şimdi Platini'nin 9 gollük rekoruna gözünü diktiğinden yeni bir stres kaynağı mevcut olabilir hala, onu sahada göreceğiz.

Ronaldo'dan bu kadar bahsetmemin sebebi, Portekiz'in bir "tek adam" takımı olması. Özellikle savunmada tecrübeli ama yaşlı oyuncular ve savunma anlayışları eksik bekler güven vermezken, hücumda istek ve çeşitlilik tatmin edici olsa da verimlilik açısından geride kaldılar. Hırvatistan ise buna karşılık tam bir orta saha takımı. Top kapan, oyun yönlendiren, tempoyu ayarlayan, oyuna hükmeden hatta İspanya'yı bile mat eden bir yapı. Hal böyleyken, grupta çok eleştirilse de kötü oynadığını düşünmediğim Portekiz'in Hırvatistan karşısında oyunu ele alıp, rakibini geriye yaslaması pek mümkün görünmüyor. Badelj-Modric-Rakitic'e karşı Portekiz teknik direktörü Danilo-Carvalho-Moutinho gibi üçlü bir formülle karşı durup 4-3-3 gibi bir formasyona dönerse rakibiyle baş etmek için bir şansı olabilir. Oyunu ele geçiremez ama denge kurarsa Hırvatistan savunmasının da zaaflarının bulunduğu düşünülürse gol bulmak için şansı olabilir.

Hırvatistan, grup performansıyla en çok dikkat çeken takımlardan biri olarak gerek bu eşleşmenin gerek tablonun bu yarısının final yolunun favorisi. Gollü bir maç bekliyorum.

Kilit oyuncu: Ricardo Quaresma

Elbette yukarıda bir paragraf ayırdığım Ronaldo veya Hırvatistan'ın orta sahasından biri bu hanede yer alabilirdi. Fakat Portekiz'de oyunun gidişatında farklılık yaratacak, tabir caizse şapkadan tavşan çıkarıp denklemi bozabilecek birisine ihtiyaç var. Srna'nın çıkışlarına mani olamayacağı için muhtemelen sonradan oyuna girecektir ama tüm savunma konsantrasyonunun Ronaldo üzerinde olduğu bir yerde yaratıcılığıyla fark yaratabilecek başlıca isim o. 

16 Haziran 2016 Perşembe

Euro 2016 yazılar-IV: Belçika'nın sorunu ne? / E grubu




Futbolun yakın tarihinde "altın jenarasyon" nitelemesine mazhar olduğu halde bu parlak etiketin altında ezilmiş ve hiçbir turnuva kazanamamış Figo&Rui Costalı Portekiz ya da 1990'ların başında dağılan ve Boban ile Saviçeviç'i ayrı yerlere düşüren Yugoslavya gibi örnekleri hatırlıyoruz. Halihazırda 24 takım arasında en kaliteli ve derin kadrolardan birine sahip olduğu halde ilk maçında İtalya karşısında çaresiz kalan Belçika'nın bu örnekler arasında yer alıp almayacağını zaman gösterecek. Fakat, ilk maç itibariyle hakim olan duygular hayal kırıklığı ve tedirginlik. Buna karşın yakın tarihinin en kısır kadrosuyla Fransa'ya gelen İtalya ise "büyük" olduğunu herkese yeniden hatırlatmış olmanın gururu ve güveniyle ilerleyen turlara umutla bakıyor.

Belçika-İtalya

İtalya'nın en büyük avantajı belki de 24 ülkenin teknik direktörleri arasında en cesur, yaratıcı ve zeki teknik direktöre sahip olması. Juventus'u İtalya'nın "tek büyüğü" haline getiren sürecin temelini atan Conte, şimdi Chelsea'yi yeniden ayağa kaldırma gibi zorlu bir misyonu ifa etmek için Premier Lig'e gitmeden önce İtalya'nın başında Euro 2016'da sürpriz arıyor. İtalya gibi bir fıutbol ülkesi için "sürpriz" tanımını kullanmak belki kulağa garip geliyor ancak özellikle hücuma dönük oyuncu kalitesinin rakiplere göre düşük olması ve alternatif azlığı İtalya'yı zorlayacak faktörler olarak göze çarpıyordu.

Belçika ise yukarıda değindiğimiz "altın jenerasyon" un Dünya Kupası tecrübesiyle olgunlaşmış kadrosunun büyük hedefleri telaffuz etmekten çekinmediği bir psikoloji içinde muhtemelen İtalya gibi ismi büyük bir rakibe karşı elde edilecek galibiyetin görkemiyle güven kazanmayı hedefliyordu.

Maç içinde başta Buffon ve önündeki stoper üçlüsü olmak üzere takımın tamamının müthiş bir savunma konsantrasyonu ve koordinasyonu içinde, Conte'nin Belçika'yı çok iyi analiz ettiğini net biçimde göstererek rakibini çaresiz bırakan bir İtalya izledik. Hazard ve De Bruyne'nin yaratıcılıkları üzerinden çözüm üretmeye çalıştı, Fellaini'ye top şişirerek çözüm üretmeye çalıştı, Lukaku'nun gücünü devreye sokmaya çalıştı, fakat hiçbiri sonuç getirmedi.

Belçika'nın temel sıkıntısı oyunun yönünü hızlı değiştirememesiydi. Bunu İtalya'nın yakım halinde savunmadaki yer değiştirmeleri ne kadar ustalıkla yaptığını gösteren videoda daha iyi görüyoruz. Ters topları zamanında düşünmeyerek dar alana sıkışıp kalınca adeta duvara tosladılar. Oyunu açamamalarında,  her ne kadar müthiş bir savunmacı da olsa Verthongen ve takını en zayıf halkası gibi görünen Ciman gibi hücum bakımından bindirmeleri yeterli olmayan iki bekle oynamalarının da önemli etkisinin olduğunu söylemek gerek. Hal böyle olunca herkes kendi kafasına göre takılıp, bireysel çözümler arama yoluna gitti ve ortaya verimsiz bir kaos tablosu çıktı.

İtalya'da Conte, Belçöika'nın baskısını arttırdığı dakikalarda önce sol tarafta zorlanmaya başlayan ters ayaklı Darmian yerine de Sciglio'yu, sonra da ideal bir kontratak oyuncusu olan Immobile'yi oyuna alarak kazaya uğramamayı ve hatta derslik bir kontratakla 2-0'ı bulmalarını sağladı. İtalya'nın bu moralle ve oyun bozma becerisiyle ilerleyen turlarda da başarılı olması mümkün. Fakat bunu anlayabileceğimiz en iyi maçlar, üstlerine gelmeyip kendilerini bekleyecek İsveç ve İrlanda maçları olacak. Özellike İtalya'ya karşı her zaman ayrı bir motivasyonla oynayan Ibrahimoviç'in de savunmayı daha çok zorlayacağı kesin.

Belçika ise Fellaini sevdasından vazgeçip belki 3'lü defans ve dikine oynayan kanatlarla tempoyu artırıp rakiplerini nefessiz bırakmak üzerine kurmalı stratejisini. En azından grupta kalan maçlarda baskılı ve tatmin edici bir oyun gelmezse Wilmots bu denli gıpta ile bakılan bir kadroyu oynatamamanın bedelini ödeyecektir.

İrlanda-İsveç

Her şeyden önce iki takıma da keyifli bir maç izlettikleri için teşekkür etmek lazım. İsveç'in oyun yapısı beklendiği daha statik ve tempo kontrolüne dayalıydı. Buna karşılık İrlanda baskılı ve süratli bir oyun ortaya koyunca özellikle ilk yarı maçı hakimiyetine almayı başardı. Sağ bek Coleman ve sol bek Brady'nin hücuma aktif katkıda bulunmaları, ayrıca orta sahada Hendricks'in takımı ileri itmedeki başarısı sayesinde İsveç kalesini tehdit ettiler ve ikinci yarı başında da Hoolohan'la bugüne kadar Euro 2016'da atılmış en güzel gollerden birini kaydetmeyi başardılar.

İrlanda'nın golü İsveç adına bir nevi son uyarı sinyali oldu. Muhtemelen bu maçtan bir şey elde edememenin grup aşamasında turnuvaya veda etmek anlamına geleceğini idrak ederek, temposu bir nebze düşen İrlanda'nın da geriye çekilmesinden de istifade ederek rakip kalede baskı kurmaya ve pozisyon bulmaya başladılar.

Önceki yazılardan birinde belirttiğim gibi İsveç her şeyiyle Ibrahimoviç'in komutanlığını kabul etmiş ve bir bakıma da ona tabi olmuş bir takım. Fakat onun performansı takımın ne kadar ileriye gideceğini tayin edeceği gibi onun performansının artması için de takımın ona yardımcı olacak bir yapıda oynaması şart. Bu döngü de hücumda çoğalabilmeyi, dolayısıyla takımın boyunu/mesafesini kısaltabilmeyi gerekil kılıyor. Nitekim bu gerçekleştikten sonra pozisyonları buldular ve Ibrahimoviç'in sürüklediği atakta, rakip kale önündeki kalabalık sayesinde rakibin kendi kalesine attığı golle dengeyi yakaladılar.

Gruptaki dengeler itibariyle hem İsveç hem İrlanda'nın diğer iki takımdan birkaç gömlek aşağıda olduğunu söylemek lazım. Fakat özellikle İrlanda rakibi bozma konusunda mahir olduğunu gösterdi. Dolayısıyla bu ikilinin teslim olması o kadar kolay olmayacak.


15 Haziran 2016 Çarşamba

Euro 2016 yazıları-III: Almanya ne kadar favori? / C Grubu


Avrupa Şampiyonası'na katılan takım sayısı çoğalınca, takımlar arasındaki futbol rekabetinin ötesinde eşleşmelerden çıkan siyasi, tarihi, jeopolitik hikayeler de çoğalıyor. Bu turnuvada da Avusturya-Macaristan, İngiltere-Galler gibi eşleşmelerde yaşanan bu durum, Kuzey İrlanda'yı saymazsak Doğu Avrupa'dan Orta Avrupa'ya uzanan üç komşu ülkeyi bir araya getiren, 2012'nin ev sahiplerini buluşturan ve gruplardan sonra kadrolarındaki oyuncu geçişleri itibariyle hep ilgi çeken Almanya ile Polonya'yı bir kez daha karşılaştıran C Grubu bağlamında daha da verimli bir zemin oluşturuyor.

Almanya-Ukrayna

Yakın geçmişte, Fransa (2000) ve İspanya (2012) Dünya Şampiyonu etiketiyle geldikleri Avrupa Şampiyonalarını kazanmayı başarmışken, iki yıl önce Dünya Kupası'nı kazanan kadro ve oyun yapısını koruyan Almanya'nın da Euro 2016'nın başlıca favorilerinden sayılması, üstelik evsahibi Fransa dışında herkesin üzerinde birleşebileceği başka bir favorinin yokluğunda normal sayılmalı.

Bu düşüncelerin ne ölçüde sahaya yansıyacağını görmek için Ukrayna maçı iyi bir fırsattı. Löw kadronun ihtiyacı olan yenilenmeyi, 2014'te kendilerini başarıya götüren faktörlere dokunmadan halletmeyi başarmış görünüyor. Sonuçta bu takım hala Neuer'in "bir kaleciden fazlasını" ifade eden defans komutanlığı, Khedira-Kroos-Mesut'un birbirini tamamlayan orta sahadaki üstün yetenek ve mücadele kalitesi ve Müller'in fırsatçılığı ile takım halinde pres ve yüksek tempo gücü üzerinde yükseliyor.

Ukrayna maçında da oyuna baştan sonra hakim olup rakibi nefes almakta zorlanırcasına sıkıştırdılar. Fakat santrforsuz oyun arzusuyla hücumun en ucunda görevlendirilen Götze'nin yetersiz performansı ve Müller'in henüz açılmamış görüntüsü skor verimliliğini getirmedi. Almanya'nın santrfor meselesinin yanında bir de Lahm'ın bırakmasından sonra iyice ayyuka çıkan savunma kurgusundaki bek yetersizliği göze çarptı. Stoperden devşirilen oyuncular hücuma yeterince katkı veremediği için Almanya oyunu genişletmekte zorlandı.

Ukrayna buradaki açıkları Yarmolenko ve Konopylanka ile hatırı sayılır ölçüde de zorladı esasında fakat onların da santrforu etkisiz, orta sahaları ise Almanya'nın etkin presi yüzünden oyun organizasyonunda yetersiz kaldı. Yine de rakibe teslim olmayıp belli bölümlerde baskı kurmaları ve ciddi pozisyonlara girmeleri onların da hafife alınmaması gereken tehlikeli bir takım olduklarını gösterdi. Boateng'in insan üstü bir çabayla çizgiden çıkardığı pozisyonla skor 1-1'e gelse ele geçirecekleri moral üstünlük oyunun seyrini değiştirebilirdi.

Almanya'nın ilerisi için taraftarlarına vaat ettiği umudun iki temel unsuru var. Birincisi oturmuş yapı ve uyumlu kadro. İkincisi ve daha da önemlisi ise istek ve oyun iştahı. Yoksa kariyerinde her şeyi kazanmış Schweinsteiger'e gol sonrası sevincinde de hız kesmeden devam eden o müthiş deparı attırmak mümkün olmazdı. Almanya kazanmak istediği sürece rakiplerinin korkacak çok şeyi var. Ukrayna ise santrfor konusuna bir çözüm bulup, Zozulya forma girmeyecekse Yarmolenko'yu o bölgeye devşirmek gibi formülleri denemeli. Bu halleriyle bir gömlek aşağısında göründükleri Polonya'yı alt etmeleri zor görünüyor.

Polonya-Kuzey İrlanda

Turnuvanın ilk 5 gününde hepsini izlediğimiz 24 takım içinde bir güç dengesi sıralaması yapsak Kuzey İrlanda'nın en zayıf takım olarak öne çıktığını söylemek yanlış olmaz. Buna mukabil, bu zayıf görünen takım karşısında 1-0'lık bir galibiyet alabilen Polonya'nın da en beğendiğimiz takımlardan biri olduğunu teslim etmek lazım. Peki buradaki çelişkiyi, yani Polonya'nın neden daha farklı galip gelemediğini nasıl açıklamak gerekir?

Polonya maç boyunca 4'ü kaleyi bulan 11 şut atmış, yani tatmin edici bir hücum performansı göstermiş. Maçı izlerken de fark edildiği üzere, orta sahada Krychowiak'ın turnuvada benzer diğer takımlarda (Modriç, Xhaka, Gera v.s) gördüğümüz oyun kurucu beyin rolünü başarıyla oynayıp, atakları olgunlaştıran isim olarak öne çıktığı, kanat beklerinin oyuna aktif biçimde katıldığı ve forvet arkasındaki Blaszczykowski-Milik-Kaputska üçlüsünün sürekli hareket halinde olmalarının yarattığı dinamizmle rakip savunmayı zorladığı bir görüntü vardı 90 dakika boyunca.

Skorun daha artmamasında ilk yazıda belirttiğim temkinlilik halinin Avrupa Şampiyonaları'nda bugüne kadar 6 maç oynayıp galibiyet alamamanın getirdiği stres yükü yüzünden Polonya'yı bir nebze daha fazla etkilemesi, Lewandowski'nin henüz turnuvaya konsantre olmamış görüntüsü ve kapasitesi sınırlı olsa da Kuzey İrlanda'nın yaptığı iyi savunma ve gösterdiği fiziksel direnç rol oynadı.

Polonya, sağlam kurgulanmış bir takım olarak turnuvanın sürprizlerinden biri olabilir. Kaleci Szczesny'den başlayarak Glik-Krychowiak-Milik hattından oluşan sağlam bir omurgaları ve halihazırda turnuvanın Ibrahimoviç'le beraber en kaliteli "9 numarası" Lewandowski'leri var. Grupta yendikleri Almanya'ya çelme takmayı başarabilirlerse şaşırmayacağım. Hatta grubu 2. bitirip A Grubu'nun 2.sini (Romanya veya İsviçre) geçerek ileri aşamalara doğru turnuvanın sürpriz takımına dönüşebilirler.

Kuzey İrlanda ise umarım bizim Euro 96'da yaşadığımız kaderin aynısını yaşamaz. 

14 Haziran 2016 Salı

Euro 2016 yazıları-II: Gözler İngiltere'de /B Grubu



İngiltere-Rusya:

Euro 2016'nın ilk maçlarında en çok dikkat çeken olgulardan biri "merkezi kapatma"nın tüm takımların başlıca öncelikleri arasında yer alması. Bu yüzden maçlarda öne çıkan isimler genelde orta sahanın merkezindeki, Euro 2016'da iyiden iyiye farkına vardığımız değişim ise bu bahsettiğimiz oyuncuların tercihinde topu iyi kullanma, hatta geriden oyun kurma becerilerinin giderek öne çıkmış olması. Kısacası artık hiçbir takım sadece top kazanma becerisi olan tekniği sınırlı oyuncuları orta sahada görevlendirmiyor.

Bu noktadan hareketle Rooney'nin yeni rolünü ve oyun zekasıyla tekniği sayesinde bunun altından nasıl başarıyla kalktığını konuşarak başlayıp, grubun diğer takımlarından Galler'i öne çıkaran Allen-Ramsey orta sahasına, diğer gruplarda orta sahaları ile fark yaratan Hırvatistan, Polonya, İsviçre gibi takımlara uzanmak mümkün. Biz yine de B Grubu'nun içinde kalalım şimdilik.

Elemelerde 10 maçta puan kaybetmeyen, son yıllarda olmadığı kadar genç ve dinamik bir kadroyla Fransa'ya gelen, turnuvanın en tempolu ve göze hoş gelen futbolunu izleten takım olmaya aday İngiltere, ilk maçta Rusya karşısında kendi klasik turnuva şanssızlık/beceriksizlik serisinden bir bölüm izletti. Buna rağmen, turnuva içinde gelişip büyüyebileceklerini sinyallerini verdiler. Eğer bu yolda giderlerse, İngiltere'ye hep mesafeli durmuş birçok futbolseveri de kendilerine çekebilirler. Yeter ki Hudgson da doğruların farkına varsın.

İngiltere'de şampiyon Leicester'ın gölgesinde kalsa da hatırı sayılır bir çıkış yakalayan ve genç kadrosuyla önümüzdeki yıllarda da etkili olacağının sinyallerini veren Tottenham kadrosundan 5 oyuncu ilk 11'deydi. Belki Man Utd'ın altın çağlarından beri İngiltere 11'inde bir kulübün bu denli baskın olduğunu görmemiştik ama Hudgson'ın bu akıcı ve çabuk futbol oynayan ekibin oyun anlayışını milli takıma zerk etme çabası mantıklı bir düşünce gibi görünüyordu. Üstelik Rooney'nin orta alandaki rolünü başarıyla oynaması pas kalitesini arttırıyor, hücumun kanatlarında Sterling ve Lallana'nın takıma hız kazandırması umuluyordu.

Plan kusurlu da olsa işledi. Rusya, yaratıcılık dozu sınırlı ancak fizik gücü yüksek bir kadroyla İngiltere'ye alan bırakmamayı bir ölçüde başarsa da İngiltere kazanmaya yetecek kadar pozisyon buldu. Rusya tüm hücum planını santrforu Dzyuba'nın fizik avantajıyla ileride tutacağı toplarla çoğalarak kanatlardan Smolov ve Kokorin ile etki yaratmaktı. Fakat maç boyunca biri gol olmak üzere kaleyi bulan sadece iki şut atabildiler. Bununla birlikte, ortalama üstü savunma performansları ve -golde hatası olsa da- Akinfeev'in birkaç göz alıcı kurtarışı sayesinde oyunda tutunabildiler.

İngiltere'de Kane'in kötü bir gününde olması ve Sterling'in bir türlü kendinden bekleneni verememesi hücum gücünü sınırladı. Hudgson'ın önümüzdeki maçlarda başta Vardy olmak üzere Sturridge ve genç Rashford gibi hücum silahlarından yararlanması şart gibi görünüyor. Kadro derinliğinin farkına varıp bunu oyun ahengini ve akıcılığını bozmadan kurgulayabilirse, İngiltere hala turnuvanın favorilerinden biri haline gelebilir. Tanıdık bir ekolden gelen Galler maçı bu anlamda ideal bir test olacak. Keza Rusya da benzer yapıdaki bir rakibe karşı yaratıcılığını test edeceği bir maça çıkacak. Rusya ile Slovakya arasında bir güç dengesinin mevcut olduğunu düşünüyor ve beraberliği muhtemel görüyorum.

Galler-Slovakya:

Dünyanın en pahalı oyuncusu etiketine sahip olmanın bedelini ödemeye alışmış, ne yapsa kendini yeterince beğendiremeyen bir adamın sırtında turnuvaya başlayan Galler, iyi bir takım oyunuyla hak ettiği bir galibiyeti alarak moral veren bir başlangıç yaptı. Bu galibiyetin kilidini açan golün Bale'in frikiğiyle gelmesi ise belki de turnuvada İbrahimoviç-İsveç ve Ronaldo-Portekiz ile birlikte en belirgin "one man team" olarak gösterilen Bale-Galler eşleşmesinde hem Bale'i rahatlatan hem de takımın geri kalanını sorumluluk almaya teşvik eden bir faktör oldu.

Galler, Slovakya önünde ilk yarıda müthiş bir pres ve yüksek tempoyla başladı. Alanı iyi daraltarak kazanılan topları Joe Allen'ın önderliğinde olgun ataklara dönüştürmeyi ve Slovakya'yı oynatmamayı başardılar. Tabii ki bu yüksek tempoyu 90 dakika sürdürmeleri düşünülemeyeceğinden 2.yarı biraz daha geri çekilip rakibe alan bırakınca Slovakya'nın oyun üstünlüğünü ele aldığı dakikaları izledik. Slovakya hocasının akılcı oyuncu değişiklikleri ve özellikle Robert Mak'ın sağ kanatta yetenekleri ve hızıyla fark yaratan oyunu sayesinde skorda da dengeyi buldular.

Esasen oyun 1-1'e geldikten sonra iki takım da temkinli göründü. Fakat bu dakikalarda Ramsey'nin sorumluluk alması ve Slovakya'nın göbekten pozisyon verebilecek görüntüsü etkili bir dalış sonucu Robson Kanu'nun golünü getirdi.

Galler ne yaptığını bilen, dengeli, Bale'in liderliğini kabullenmiş ancak sadece onun ayaklarına bakmayan bir takım. Bu galibiyet onları 2. tura taşıyacaktır. Rusya önünde de şanslarının yüksek olduğunu düşünüyorum.

Slovakya ise oyun disiplini yüksek ancak başta santrfor olmak üzere belli mevkilerde kadro kalitesi sınırlı bir takım. Galler maçının başında kendi yaratıcılığıyla müthiş bir pozisyon yakalayan ancak Evans'ın çizgideki olağanüstü müdahalesi yüzünden golü bulamayan Hamsik'in bundan sonraki maçlarda daha aktif bir rol üstlenmesine büyük ihtiyaç var. Onun fark yaratması halinde Rusya maçında kendilerini bir üst tura yaklaştıracak skoru alma şansları olabilir.


13 Haziran 2016 Pazartesi

Euro 2016 yazıları-I: Temkinli başlangıçlar / A Grubu



Günde 6 saat maç, bir o kadar süre yorum, değerlendirme, özet, tekrar izlediğimiz; bıkıp usanmadan sadece futbol konuşmak istediğimiz; "sosyal aktivitelere hiç yer vermediğini" gururla anlatan ÖSS birincisi genç gibi koltuk ve ekranla bütünleştiğimiz günler başladı.

Her iki yılda bir yaz başlangıçlarını kaplayan Dünya Kupası veya Avrupa Şampiyonası'nın futbolseverlerin büyük çoğunluğu için sabırsızlıkla beklenen eşsiz heyecanlar olmasının birçok sebebi var elbette. Bu sebepler arasında bence her turnuvanın kendi dinamikleriyle öngörülemeyen biçimde tezahür eden hikayeler ve kahramanlar çıkarması en önde geleni. Üst düzey yıldızları bir arada izlediğimiz büyük ligler veya Şampiyonlar Ligi gibi organizasyonlar bir tarafa, her şeyin 1 ay içinde olup bitmesi, bu turnuvaları cazip kılan esas sebep. Bazı oyunculardan beklenmedik ölçüde kötü performanslar gördüğümüzde "gününde değil" denir ya, işte burada başarılı olmak için takımların "ayında" olmaları gerekiyor. Zaten bu "ayında olma" işini sıklıkla başaran takımlara da "turnuva takımı" etiketi isabetle yapıştırılıyor.

Hal böyleyken, uzun bir futbol sezonunun görkemli bir kapanışına dönüşmesini beklediğimiz Euro 2016'da sahneye çıkan takımların, hele 24 takımın katılımıyla format değişmiş ve grup 3.sü olarak dahi eleme safhasına adını yazdırma imkanına kavuşmuşken, temkinli başlangıçlar yapmaları şaşırtıcı değil.

Bu yazı yazıldığı saat itibariyle 24 takımın 14'ü sahne almışken, göze çarpan birinci unsur İngiltere'nin müzmin açılış talihsizliğini sürdürmesi dışında herhangi sürpriz bir sonuçla henüz karşılaşmamış olmamız. Favoriler arasında sayılan Fransa ve Almanya ile turnuvanın zayıf takımlarıyla karşılaşan İsviçre ve Polonya kazaya uğramadılar. Bununla birlikte, hiçbir takım da gümbür gümbür oynayan, eksiksiz bir görüntü çizmedi. Zaten turnuvanın büyüsü de burada saklı. Çoğu takım zamanla iyileşirken, kimileri de zaaflarını görüp, belki taktik ve kadro değişiklikleriyle (Türkiye'den beklediğimiz gibi) sonradan açılmayı umacak. 

Bu yazıdan itibaren ilk maçlardaki izlenimlere göre gruplara yakından bakmaya çalışacağım:

A Grubu:

Fransa-Romanya: 

Evsahibi olduğu son iki turnuvayı (Euro 1984 ve 1998 Dünya Kupası) kazanan Fransa, Euro 2016'ya da kadro derinliği itibariyle en büyük favorilerden biri olarak girdi. Her turnuva öncesi olduğu gibi yine "çağrılmayanlar" üzerinden bir kavga kopsa da kamuoyunun Deschamps'a ve kadronun gençliğiyle dinamizmine güvendiği anlaşılıyor. Fakat en iyi kadroya sahip olmak her zaman şampiyon olmak demek olmuyor elbette.

Fransa'nın ne yapabileceğini test etmek için açılış maçında Romanya ideal bir takımdı aslında. Ne rahat bir galibiyetle yapay bir moral bombardımanı ve böbürlenme sağlayacak zayıf bir rakip, ne de açılış partisini bozacak tatsız bir sürpriz...Bilakis; kompakt, savunma direnci ve oyun disiplini yüksek, ezilmeyecek bir rakiple karşılaşmak artı ve eksilerin iyi görülmesini sağladı.

Açılış maçlarının kendine özgü bir havası vardır. Takımların oyuna ısınmaları konsantre olmaları gecikir, adeta sahneyi yadırgarlar. Takımlar açılış seremonisine çıktıklarında hala David Guetta sahnesinin arkada duruyor olması da bunun bir kanıtıydı zaten. Buna karşın hem Fransa hem Romanya derli toplu biçimde başlayıp, birbirine benzer formasyonda oynayan iki takım oyunu dar alana ve daha ziyade merkeze sıkıştırdılar. Fransa'nın bu planda tehditkar çözümler üretememesi Romanya'nın işine geldi. Hücuma da beklenenden iyi çıktılar ve Stancu ile net iki pozisyon buldular. Fransa öne geçtikten sonra hemen golü yemeseydi belki oyunun seyri farklı olurdu ama galibiyet için sahanın (ve aldığı gazla da muhtemelen turnuvanın) yıldızı Payet'nin olağanüstü bir katkısına ihtiyaç duydular.

Fransa orta sahası bu haliyle kendisiyle eşdeğer veya yakın tüm takımları bozacak ve oynatmayacak nitelikte. Fakat oyun rakip sahaya yığıldığında bir kişi fazla kalıyorlar. Bu yüzden Deschamps'ın Arnavutluk maçında Matudi'yi kenara çekip 4-2-3-1'e döneceğini ve yaratıcılık becerisi yüksek Coman'ı sağ kenara alıp Payet'yi serbest oynatacağını düşünüyorum. Bence de takımın yaratıcılık gücünün artması için en doğru formül bu. Son olarak savunma sağlam, Kante orta alanda tüm pis işleri yapıp tüm açıkları kapatıyor ama Sagna ve Evra'nın form durumları düşündürücü. Bu kadroya daha iyi seviyede bekler yakışırdı (bkz. İsviçre).

Romanya'nın kaderini ise bitiricilik becerisi tayin edecek. İsviçre maçı tipik bir beraberlik maçı gibi duruyor ama Romanya gol noktalarında etkili olursa ibreyi lehine çevirebilir. Bundan sonra da Arnavutluk maçı geliyor ki, orada da oyunu rakip sahaya yıkıp yıkamadıklarını tam olarak göreceğiz.



İsviçre-Arnavutluk

Şampiyona tarihinde ilk defa iki kardeşin farklı milli takım formalarıyla karşı karşıya gelmeleri, haliyle bu maça damga vuran esas hikayeydi. Bunun üzerine yeterince konuşuldu, analiz edildi o yüzden direkt maça geçmekte sakınca görmüyorum.

Arnavutluk, kadro bakımından turnuvanın en zayıf takımlarının başında geliyor. Ancak şurası unutulmamalı ki, Euro 2016'ya tesadüfen veya wild card gibi bir uygulamayla değil, grupta olaylı maçlar sonrası Sırbistan'ı ve Danimarka'yı geride bırakarak geldiler. Sadece bu 2.lik bile onların asgari bir oyun kalitesine sahip olduklarını gösteriyor. İsviçre önünde de kapasiteleri ölçüsünde doğru bir oyun oynadılar. Oyunun 2/3'ünü 10 kişi oynayınca daha ötesini yapma şansları yoktu ancak yine de 2-3 tane kaçırması atmasından zor pozisyonu heba etmeselerdi belki de turnuvanın ilk büyük sürprizine imza atacaklardı.

İsviçre'yi ise Arnavutluk hakkındaki bu analiz üzerinden okumak ve beklentilerin gerisinde kaldığını söylemek mümkün. Tabii bu yargıya varırken yazının başında atıfta bulunduğumuz "temkinlilik" kavramına ve özellikle santrfor Seferoviç'in aşırı savurganlığının etkisini de hatırda tutmak gerek. İsviçre sahaya 4-3-3 dizilişiyle yayılsa da, dünya çapındaki bekleri Liechsteiner ve Rodriguez'in oyunun büyük bölümünü rakip sahada geçirmesinden dolayı, ön libero Behrami'nin savunma üçlüsünün bir parçası haline gelmesiyle çoğunlukla sistem 3-4-3'e evriliyor. Bu oyun anlayışında ataklar merkezden Behrami-Xhaka ekseninden şekilleniyor ve sahayı enine iyi kullanma becerisi bir hücum zenginliği getiriyor.

Bu yapıda özellikle ilk yarıda Dzemaili'nin, bilhassa Galatasaraylıları hayıflandıracak ölçüde iyi bir performansla takımın hücumlarını şekillendirmesiyle İsviçre rakip kalede etkili oldu. Ancak ileri üçlüde Seferoviç'in yukarıda saydığım kötü performansı ile Shaqiri'nin eski günlerinden çok uzakta sadece "adı kalmış" şekildeki görüntüsü yüzünden İsviçre farkı arttıramadı. Oyunun büyük bölümünü 1 kişi fazla oynamalarına rağmen Embolo girene kadar adam eksiltip top tutma konusunda sıkıntı yaşadılar. Oyunun kontrolünü hep ellerinde tutsalar da, Gashi 89'da golü atsaydı muhtemelen Petkoviç durumu açıklamakta büyük zorluk çekecekti. Bu halde bile Romanya ile 2.lik mücadeleleri averaja kalırsa, bu maçı daha farklı bitirmedikleri için çok üzülebilirler.

Arnavutluk ise ilk maç itibariyle kendisine güven kazandıran ve tarafsız futbolseverlerin sempatisini toplayan bir oyun sergilemiş oldu. Başta kaleci Berisha olmak üzere birkaç oyuncu da kariyerlerine dikkat çekici ve umut vaat eden sahneler eklediler. Fransa önünde direnmelerini zor görüyorum ama böyle başı dik çıkabilecekleri bir mağlubiyet alırlarsa son Romanya maçı daha keyifli ve bir ölçüde sürprize açık hale gelecektir.






8 Mart 2016 Salı

Farklı bir kadınlar günü yazısı





Hayat engelli ve meşakkatli bir koşu, çoğu zaman kendinle başbaşa kalıp mücadele ettiğin. Hayallerinin peşinden gidip kendini gerçekleştirebilmek... Tüm toplumsal rollerinden azade bir birey olarak var olabilmek... Çalışmak, sabretmek ve en sonunda ben başardım diyebilmek... Herkes için ama daha ziyade kadınlar için zor.

Belki de bu yüzden kahramanlarını sporculardan seçer çoğu insan. Kendini özdeşleştirip, izlerini sürebileceğin; onu seyrederken her adımında özgürleştiğini, saçı her savrulduğunda rüzgarın tadını aldığını, atladığı her engelde bir tabuyu yıktığını düşündüğün bir atlet mesela. O da hissetmiyor değildir muhtemelen, arkasına aldığı rüzgarın bilgisayarlarca tespit edilemeyen o manevi destekten geldiğini. Her adımını daha kararlı atar, o hiçbir mikrofona yansımayan "koş koş" seslerini duydukça.

Böyle kahramanlarımız vardı bizim de. Kısa süreliğine hayatımıza girdiler ya da biz "böyle olacaksa hiç görmeseydik" diyeceğimiz bir rüyanın içinde kaldık. Türk atletizm tarihinin makus talihinin sona erdiği, yahut böyle olduğuna dair bir yanılsamanın içine düştüğümüz bir dönemin dört kahramanından bahsediyorum. Süreyya, Nevin, Aslı ve Gamze'den...

Doping, bir bakıma spor endüstrisinin kendi kendine yarattığı bir canavar. Bir zamanlar Soğuk Savaş döneminin siyasi rekabetinin spordaki yansımalarına bağlı olarak gündeme gelen doping vakalarının sayısındaki artış ve niteliğindeki karmaşıklaşma, artık sadece ve nasıl olursa olsun kazanma pratiğinin kıymetli olduğu bir çağın habercisi. Sporcular ise bu düzenin kimi zaman gönüllü aktörleri, kimi zaman da baskı altında savrulan kader kurbanları olarak arenada yerlerini alıyor.

Türkiye özeline gelince durum biraz daha çarpık aslında. Futbolla olan ilişkimizi sosyolojik analizlerin yoğunlaşacağı bir alana bırakırsak, bizim spor seven bir toplum olduğumuzu söylemek mümkün değil. Kazanmayı, kazanan olduğunda hiçbir payımız olmadığı halde zaferlere pişkince sahip çıkmayı, en ufak bir başarısızlıkta ise en ağır eleştirileri yapma hakkına sahipmişiz gibi yapmayı seviyoruz. Bu tavırda bir standart var neyse ki, olimpiyatlara 6 defa katılan yüzücüyü de aşağılayıp dalga geçiyoruz, daha önce görmediğimiz seviyelerde oynayıp Grand Slam'lerde 2. turda elenen tenisçiyi de. 


Bu sağlıksız kültür içinde umut veren bir ışık, kurak bir iklimdeki ferahlık gibi geliyordu dört genç kadın. Aralarından Süreyya Ayhan hepsinin öncülüydü, en büyük sevinci olduğu gibi en derin çöküntüyü de o yaşattı. Onun hep mutlu olmak için koştuğuna inandım ben. Koşarken mutlu olamamaya başladığında, çöküşü de başladı muhtemelen. Çünkü ona yapılan en büyük eleştiri, yeteneğini heba edecek kadar profesyonellikten uzak olmasıydı. Antrenörüne/kocasına duyduğu sonsuz bağlılık onun tek doğrusuyken, biz ona onu değiştirerek sahip çıkmak istedik ve belki de boğduk onu. Yine de en başta kendine bu kötülüğü yapma, bu kariyeri Olimpiyatta koşamadan bitirme hakkı yoktu.

Aldığı cezanın ardından pistlere dönen Nevin Yanıt'ın öyküsü de bambaşkaydı. Türkiye'den kısa mesafeci çıkamayacağına dair çok bilmiş ön yargıları da üstelik 100 m. engelli gibi bir branşta paramparça etmişti. Duruşuyla, röportaj verirken kamera önündeki rahatlığıyla, özgüveniyle alışılmışın dışında bir sporcu profiliydi. Sanki orada var olmak kendini ifade etmek için yeterli gibi görünüyor, fazlasını umursamıyordu. Belki de bu yüzden en çok onun doping işine bulaşmasına şaşırdım. Şimdi onu tekrar pistlerde gördüğümüzde aynı şeyleri hissedebilecek miyiz?

Aslı Çakır Alptekin ise en derin yara, en yüksekten düşen cismin yere en sert çarpması gibi yaşadığımız hayal kırkılıklarının en büyüğü. Kendi adıma ona hak vermekte zorlanıyorum. 19 yaşında bir doping vakası yaşamışken, yine aynı yola girmesi değer miydi bilemiyorum. Hepimizin yıllarca beklediği, gelince çılgınca sevindiği Olimpiyat şampiyonluğunun bir yalandan ibaret olduğu anlaşılınca, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi olduk. O kadar şaşkındık ve ihanete uğramış gibi hissediyorduk ki, ağlayamadık, kocaman bir damla göz pınarlarımızda asılı kaldı.

Nihayet, bu dörtlüyü tamamlayan son isim. İşte en son patlak veren hadise: "2012 Londra Olimpiyatları 1500 m. ikincisi Gamze Bulut'ta da doping tespit edildi." Soluksuz takip ettiğimiz, henüz 20 yaşındaki Gamze'nin tüm çocuksu samimiyetiyle "Aslı abla koş arkandayım" dediği, Cüneyt Kıran'ın son metrelerde gözyaşlarına boğulduğu o yarış. Bir an kulaklarınızda İlker Yasin'in "ve gol, ve gol, ve gol" veya "ağlamak istiyorum" sözleriyle hatırlanan Galatasaray-Monaco maçının, Levent Özçelik'in "Haydi Popescu, haydi oğlum" dediği Arsenal maçının yalandan ibaret olduğunu düşünsenize.  O anın heyecanıyla tarihe geçen "Aslı altın, Gamze gümüş" yalana dönüşüverdi işte.



Artık "müthiş" yerine ne yazık ki "meşum" diyeceğimiz o finalden sonra TRT'de izlediğim bir haberi hatırlıyorum. Gamze'nin mütevazı evine gidip yarışı ailesiyle birlikte izleyip, sıcağı sıcağına o heyecanı yansıtmışlardı kameraya... O anne-babanın mağrur olmaktan uzak, hafif mahcup gururu ve samimi mutluluğunu izlerken biraz garipsemiş, benim kızım olimpiyat şampiyonu olsa dünyayı kurtaran adam gibi dolaşırdım demiştim içimden. Şimdi o ailenin ne halde olduğunu merak ediyorum. Kimin ne hakkı vardı?
 
Şimdi neredeyiz? Bundan sonra bir Türk sporcunun yaptığı her dereceye kuşkuyla bakılacak ne yazık ki. Bu yaz Rio'da bir şampiyonluk, bir altın madalya gelse en başta biz  tedirgin olacağız. Bir daha uzun bir süre Cüneyt Kıran'ın hislerimize tercüman olan anlatımındaki samimiyetle sevinemeyeceğiz.

Bu işte sorumluluğu olan, bundan çıkar elde eden kim varsa... Türk sporunun üzerine kara bir bulut, yıllarca geçmeyecek bir kasvet çökerttiniz. Bu ülkedeki tüm sporseverlerin heyecanını, masumiyetini çaldınız. Binbir güçlükle çocuklarını spora yönlendiren ailelerin vakur gururunu çaldınız. Fakat daha da beteri, siz bu ülkenin genç kızlarının hayallerini çaldınız, kendilerini özgürleştirme umutlarını, hesapsızca koşma haklarını, kahramanlarını...

Şimdi ben ilk gençliğini süren bir kız yerine koyuyorum kendimi. Tüm kahramanlar bir yalana dönüşse de, böyle güçleniyor insan belki de. Artık önünde izleyeceği, "koş abla koş" diyeceği kimse olmadan, sadece kendisi için koşmak neden insanı daha özgür kılmasın ki?

İçindeki umutları canlı tutan tüm genç kızların kadınlar günü kutlu olsun.

5 Eylül 2015 Cumartesi

Üç ayın öyküsü: A'dan Z'ye Başarısızlık





 
Galatasaray’da Dursun Özbek başkanlığındaki yönetim, çifte kupa ve dördüncü yıldızı almış olmanın getirdiği olağanüstü moral avantajıyla görevi teslim aldığı halde, yalnızca üç ayda yaptıkları ve yapamadıkları ile yoğun tepkilere maruz kaldı. Bir Galatasaray taraftarı olarak üzülerek ifade etmek istiyorum ki, bu tepkilerin birçoğu da yerden göğe kadar haklıydı.

Tek parti döneminin Başbakanlarından Dr. Refik Saydam’a atfedilen bir söz vardır. “Bu memlekette işler, A’dan Z’ye bozuktur.” şeklinde… Biraz da bu sözden ilham alarak Galatasaray’da son üç ayda yaşananları A’dan Z’ye sıralamaya çalıştım.

 
A: Abdürrahim Albayrak &Ali Dürüst
Türk futbolunun kendine has özelliklerinden biri teknik heyet-yönetim ve futbolcular arasında köprü kuracak bir “ağabey” ihtiyacıdır. Futboldan teknik düzeyde anlaması gereken bir sportif direktörün ötesinde, problem çözen ve önemi kriz zamanlarında anlaşılan kişilerdir bunlar. Geçen yıl takım dibe vurmaya yakınken yönetime giren bu ikili bir yandan Hamza Hoca’nın tecrübesizliğinden dolayı gelebilecek sıkıntıların önünde kalkan olurken, futbolcuların da her ihtiyacını çözerek, geçen sezonki zaferlerin perde arkasındaki kahramanları olmuşlardı.

Yeni yönetimi ilk hatası daha henüz şampiyonluk kutlamalarında bu isimleri unutması oldu. Sadece vefasızlık denemeyecek kadar büyük bir hata ve belki de müteakip hataların habercisiydi.

B: Bruma
Yabancı sınırı varken kadro şişkinliğinden üste para verip oyuncu kiralamak zorunda kalırken, yabancı sınırı kalkınca tam tersine mevcut yabancıları elden çıkarma stratejisini anlamak zor. Üstelik kadro derinliği sıkıntısı varken, dikine adam geçebilen, hızlı ve mevcut kadroda muadili olmayan Bruma’nın bu kadar kolay elden çıkması da kuşkusuz bir yönetim yanlışı olarak sayılabilirdi.

C: Cüneyt Tanman
Galatasaray ve milli takımın kaptanı olarak taraflı tarafsız herkesin gözünde kazandığı saygınlığı yönetimdeki ve sonrasındaki performansıyla tehlikeye soktu. Futbol bilgisine güvenilerek getirildiği sportif direktörlük benzeri görevde yaptığı açıklamalarla bu konuda herkesi şüpheye düşürmesi bir yana, ortasında kaldığı polemik yüzünden görevden uzaklaşması, ardından köşe yazarlığına döndüğünde hem takım içine dair müzevirlik yapıp hem de yöneticiyken söylediklerine tezat teşkil eden yazılar yazması, en kötüsü de tüm bu süreçlerin kamuoyunun gözü önünde cereyan etmesi Galatasaray’a yakışmadı elbette.

Ç: Çay
Bu üç aylık süreçte belki de en başarılı PR çalışması, yüzleri güldüren tek hamle, Podolski’nin imza töreninde olanca sempatikliğiyle içtiği çaydı. Keşke tüm bu süreç o andaki kadar gülümsetici biçimde geçebilseydi.

D: Dzemaili
Orta sahada en önemli oyuncunun ayrılıp ayrılmayacağı haftalar süren bir tartışmaya malzeme olmuşken ve üstelik sorunları mevcut kadro içinde çözmeye yönünde baskın bir eğilim mevcutken, İsviçre milli takımını orta saha oyuncusunun hangi mantıkla gönderildiğini kimse anlamadı. Fakat buradaki esas başarısızlık, iyi kötü piyasası olan bir oyuncuyu parlatmak şöyle dursun özellikle değersizleştirerek, kiralarken maaşının büyü kısmını ödemeyi kabullenmekti. Sırf 600.000€ için gönderileceğine takımda kalsaydı ne olurdu? Bu ücretin kimlere verildiğini düşününce, kiralama kararını mantıklı bulmak mümkün değil.

E: Euroleague  
Burada yeni yönetimi suçlayarak haksızlık yapıyor olabilirim, zira geçen sezon basketbol takımının hazin halinden onlar sorumlu değil. Fakat hiçbir başarısı ve seyircisi olmadığı halde Darüşşafaka Doğuş’un doğrudan gruplara alındığı bir yerde, yönetimin Euroleague yönetimini ikna edecek güzel bir proje sunabileceğini düşünmemek elde değil. Galatasaray’ın yeri burasıydı, yazık oldu.

F: Forma
Formanın tasarımına bence diyecek yok. Elbette bu bir zevk meselesi beğenmeyenler çıkabilir. Fakat rakiplerine göre geç forma çıkartıp bunu da düzgün dağıtamamak (Ankara’da iki haftadır bulunmuyor) yanlış bir strateji izlendiğini gösterir. Üstelik bu yılın en ayırt edici unsuru olan 4. yıldızın yerleşiminin iğreti durmasının ne kadar çok insanı rahatsız ettiğini söylemeye bile gerek yok.

G: Grosskreutz
Belki de bu serinin en büyük fiyaskosu ve hatta bu yazıyı yazmaya beni sevk eden sebep. Yönetim beceriksizliğini oluşturan tüm faktörlerin bir arada toplandığı bir şaheser. Fenerbahçe taraftarının “2-2 mi?” timsah yürüyüşü gibi yıllarca dalga geçilecek bir malzeme. Nereden tutsan elinde kalıyor. Son günün, son saatin beklenmesi, her aşamada yapılan amatörce hareketler ve 4 ayı boşa gidecek bir oyuncu ve ondan mahrum kalacak takım.

H: Hamza Hamzaoğlu
Bu süreçte belki de en masum isim. Fakat yönetimin onun iyi niyetinden istifade ettiği, üç kupa kazanan el üstünde tutması gerekirken bilakis tepkileri göğüslemek için öne sürdüğü, onun da kulübün menfaatleri, camianın evladı diye diye inanmadığı şeyleri eğilip bükülerek söylediği zamanları gördük. Efsaneleşme yolundaki bir adam “denge dengeoğlu” lakapları takılan bir adama dönüştü. Umarım kendisinin yıpratılmasına daha fazla izin vermez. Kendisi sandığından daha kıymetli çünkü…

I: Ibrahimoviç
Her yıl alıştığımız yaz sezonu transfer trollemelerinin şahikası. Bir delinin kuyuya attığı taşın çıkarılamamsı sonucu, suni beklentilerle yönetimin kendini bile bile zor duruma sokması ve Süper Kupa maçından sonra dahi Zlatan tezahüratları yaptırtan bir akıl tutulması. Yönetimin medya iletişim stratejisinin ne ölçüde başarısız olduğunu net biçimde gösteren bir örnekti.

J: Jem Paul Karacan
Bir dönem parlamış ve kalitesini belli etmiş bir oyuncu, ona şüphe yok. Fakat son dönemdeki performansıyla Galatasaray seviyesinde olup olmadığı sabaha kadar tartışılır. Üstelik Galatasaray’a gelmenin hayalini kurduğu bir dönemde, başka taliplisi yokken bol keseden verilen kontrat da bir futbol aklının yokluğunu açıkça ortaya koydu.  

K: Kardeş:
Herkes kardeşini çok sever, hayatta en çok ona güvenir. Canını, ailesini, malını, parasını ona emanet eder. Ancak size ait olmayan, size emanet edilen bir şeyi başkasına emanet etmek için liyakatine bakmanız gerekir. Futbolun içinden gelmeyen, daha önce böyle bir tecrübesi olmamış, futbol bakımından kardeş olmanın ötesinde bir vasfı olmayan bir kişiye Florya’nın anahtarını verirseniz buna iyi yöneticilik denemez.

L: Liv Hospital
Galatasaray, Türkiye’de basketbolun öncüsü olan bir kulüptür. Başarı tablolarında rakiplerinin gerisinde kalmış olması böyle bir geleneğin mevcudiyetini ortadan kaldırmaz. Galatasaray taraftarı basketbola büyük önem atfeder, mücadele eden takım görünce salonları doldurur. Ergin Ataman bu ülkenin en yetkin antrenörüdür. Bütün bu bileşenler, Galatasaray’ın bu ülke basketbolunun lokomotif markalarından biri olduğuna işaret eder. Hal böyleyken, sizin doğru dürüst sponsor bulamamanız, bu markanın ağırlığını taşıyamamanız ve bir şirkete bağlı kalmanız kabul edilemez.



M: Melo
Belki diğer takım taraftarları için bir nefret nesnesine dönüşmüştür ama Galatasaray taraftarının gözündeki, gönlündeki yeri bambaşkadır. Son süreçte hataları oldu, daha önceki yıllarda olduğu gibi. Fakat sorunun halının altına süpürülmeye çalışılması, ne olup bittiğine dair kamuoyuna bilgi verilmemesi, bir yandan Melo’yu taraftarın gözünde suçlu konuma sokmaya yönelik el altından çaba gösterilirken, bir yandan da tatmin edici bir alternatif yaratılamayarak kendi kendine Melo’ya muhtaç olduğu algısının verilmesi bir hatalar zincirinin halkaları oldu. Belki gidişi herkes için hayırlı bir sonuç oldu, Galatasaray iyi de para kazandı ama bir burukluk ve tereddüt baki kaldı.

N: Niasse
Kadronuzu derinleştirmek için, hele de yabancı sınırlaması kalkmışken, illa ki dünyanın en kariyerli oyuncularıyla takımı doldurmak gibi bir zorunluluk elbette yok. Fakat Fenerbahçe’nin transferlerine aldanıp, algıları yönetme konusunda büyük bir başarısızlık gösterirseniz, kendi alacağınız oyuncuyu bile biel itibarsızlaştırmak zorunda kalır, takıma faydalı olabilecek bir simi transfer etmeye cesaret edemez ve neticede elinizden kaçırırsınız. Niasse’nin uluslararası kariyeri olmayabilir ama Fernandao ve Emenike’nin de yoktu. Buna mukabil Pandev’in çok pırıltılı bir Avrupa kariyeri vardı. Fernandao ve Emenike’nin nasıl parlatıldığını hatırlarsak, başka söze gerek kalmıyor.

O: Opsiyon
Son yıllarda kadrolardaki şişkinliği azaltmak için çeşitli oyuncuları kiraya vermek sıklıkla başvurulan makul bir yöntem. Fakat, bu oyuncuları kiralarken makul bir satın alma (opsiyon) koydurmayı başaramazsanız, oyuncu yetiştiren pilot takım konumuna düşersiniz. Denayer transferinde olduğu gibi…

 Ö: Ödemeli transfer
Yukarıda “D” maddesinde bu bahse biraz girmiştim zaten. Bu aslında transfer stratejilerinin yalnız bu yönetime has bir başarısızlık değil, hak etmeyen oyuncuların şişirilmiş kontratlarıyla süregelen bir yanlışlar dizisi olduğunu da ortaya koyuyor. Fakat bu sezon az kalsın sözleşmesi bitmiş bir adamın parasını ödeyip başka bir takıma göndermek gibi bir absürtlüğe imza atılmak üzereydi. Neyse ki aklıselim galip geldi ve Galatasaray’a hiçbir katkısı olmayan Aydın Yılmaz ile yollar ayrıldı.  

P: Profesyonellik
Bu maddeyi iki soruyla kısaca geçeceğim. Sizce Galatasaray yönetiminde kimin neden sorumlu olduğu, kimin hangi yetkileri kullandığı, profesyonle yöneticilerin yaptırım gücünün ne olduğu konusunda bir bilgi var mı? Bir şirketiniz olsa böyle mi yönetirsiniz?

R: Reklam
Dört yıldızı taktığınız, üç kupa aldığınız, dünya genelinde yüzbinlerce kişinin izlediği Şampiyonlar Ligi’ne üst üste 4. kez katılacağınız bir sezonda hala formanıza reklam veren bir firma bulamamak inanılır gibi değil. Fakat bu yönetimde insan her şeye inanmaya alışır hale geliyor işte.

S: Sabri Sarıoğlu
Takımın en eskisi, her daim sonuna kadar mücadelesini sürdüren, takım için her şeyini veren bir oyuncu olarak, teknik kapasitesi sınırlı olsa da taraftarın gönlünde ayrı bir yeri vardır “Sabri Reyiz”in. Geçen yıl kadro dışı kalmasının sebepleri hala biraz karanlık kalsa da (takım için kulis şüpheleri vs.) sergilediği performansla şampiyonlukta büyük pay sahibi olduğundan sözleşme uzatılması da normaldir. Fakat siz piyasa değerinden de istediği miktardan da fazla bir kontratı bu oyuncuya veriyorsanız, gelecek tepkileri hesaplamış olmanız gerekir. Bir de buna ilaveten, Sabri’nin kontratını savunmak için saçma argümanlar öne sürerek o bölgeye transfer yapılmaması, gereksiz yere bir kriz doğurdu ve tüm şimşekleri de oyuncunun üzerine çekti. Sabri bu aralar iyi oynuyor ama en ufak bir sıkıntıda topun ağzına geleceğinden şüphe yok.

Ş: Şampiyonlar Ligi
Geçen yıl sıfır çekmekten ilk maçtaki bir son dakika golüyle kurtulan, rakiplerinden 4 gollü mağlubiyetler alan, oyun olarak hiçbir varlık gösteremeyen bir takım izlemenin travması hala hafızalarda canlılığını korurken, geçen yılki zaafları gidermek şöyle dursun Şampiyonlar Ligi için yetersi olduğu apaçık belli bir kadroyla devam etmek taraftarı korkutuyor elbette. Galatasaray éAvrupa Fatihi” unvanın boşuna almamıştır. Avrupa’da başarı bu kulübün kimliğinin ayrılmaz parçasıdır. Geçen yıl bu kimliğin aşınma emarelerini görmek sarsıcı olmuştui umarım bu sezon yıkıcı olmaz. Astana’yı geçememeyi kimseye açıklayamazsınız çünkü.

T: Takım içi dengeler
Kendi kendini çürüten içi boş bir argümanın, yönetim tarafından öne sürülen hocanın ağzında başarısız bir yönetim anlayışını temsilen sloganlaşması. Şu anda Muslera, Selçuk, Sneijder ve Burak’a herhangi bir şey olmasın diye dua eder durumdayız zira kadro içinde hiçbirinin alternatifi yok. Takım içi dengeden kasıt bu değildi herhalde.

U: Umut Bulut
Sahada her şeyini veren, bugüne kadarki performansıyla da takımın başarılarına önemli katkılarda bulunmuş bir oyuncunun maruz kaldığı bu muamele büyük haksızlık. Umut, artı baskı kurulmak istenen anlarda, pres kalitesi ve rakip savunmayı bozucu etkisiyle üçüncü bir alternatif olarak değerlendirilmesi gereken bir oyuncu. Buna karşın yönetim, kendini kurtarmak için, onu da diğerleri gibi taraftarın önüne kurban olarak sunuyor.

Ü: Ülker
Daha bu yılın başında futboldan desteğini çektiğini cümle aleme ilan etmişken, ezeli rakibinin stadına isim sponsoru olarak büyük bir sıcak para kaynağı sağlayan firma. Tıpkı Türk Telekom’un Galatasaray’a stad isim sponsorluğu gibi. Fakat TT bunu yaparken Fenerbahçe’nin de forma sponsoruydu. Zaten çoğu firma herhangi bir tarafı net biçimde desteklediğini göstermek istemeyip, denge politikası güderken, sırtındaki Ülker reklamı bile ortada kalmaz oldu. Özetlersek, Galatasaray’ın ezeli rakibine sponsor olurken bunun karşı taraftaki etkisini hesaplama gereği bile duymadı bu firma.

 V: Van Persie
Transfer yarışlarının marka adamı, Türkiye’ye gelmiş geçmiş en büyük isimlerden biri. Fakat esas etkisi getirdiği psikolojik üstünlük ve “Fenerbahçe istediğini alır” algısı. Bazen Sneijder&Drogba gibi marka transferler “çilek”ten fazlasıdır. Yönetim maalesef bunu algılayamadı.
 
Y: Yandex
Galatasaray’a özel bir yandex tarayıcı olduğunu biliyor muydunuz? Bilmiyordunuz çünkü Galatasaray bunun için milyonlarca doları kasasına koymadı.

Z: Zamanlama
Son gün transferleri bugünün futbolunda yadsınamaz bir gerçek. Fakat sezon başladıktan sonra “acelemiz yok” diye diye kadro revizyonu için son günü beklemek, mevcut alternatifleri zamanında harekete geçilmediği için kaçırmak ve son gün transferini de becerememek bu yönetime nasip oldu. Tebrikler.