8 Mart 2016 Salı

Farklı bir kadınlar günü yazısı





Hayat engelli ve meşakkatli bir koşu, çoğu zaman kendinle başbaşa kalıp mücadele ettiğin. Hayallerinin peşinden gidip kendini gerçekleştirebilmek... Tüm toplumsal rollerinden azade bir birey olarak var olabilmek... Çalışmak, sabretmek ve en sonunda ben başardım diyebilmek... Herkes için ama daha ziyade kadınlar için zor.

Belki de bu yüzden kahramanlarını sporculardan seçer çoğu insan. Kendini özdeşleştirip, izlerini sürebileceğin; onu seyrederken her adımında özgürleştiğini, saçı her savrulduğunda rüzgarın tadını aldığını, atladığı her engelde bir tabuyu yıktığını düşündüğün bir atlet mesela. O da hissetmiyor değildir muhtemelen, arkasına aldığı rüzgarın bilgisayarlarca tespit edilemeyen o manevi destekten geldiğini. Her adımını daha kararlı atar, o hiçbir mikrofona yansımayan "koş koş" seslerini duydukça.

Böyle kahramanlarımız vardı bizim de. Kısa süreliğine hayatımıza girdiler ya da biz "böyle olacaksa hiç görmeseydik" diyeceğimiz bir rüyanın içinde kaldık. Türk atletizm tarihinin makus talihinin sona erdiği, yahut böyle olduğuna dair bir yanılsamanın içine düştüğümüz bir dönemin dört kahramanından bahsediyorum. Süreyya, Nevin, Aslı ve Gamze'den...

Doping, bir bakıma spor endüstrisinin kendi kendine yarattığı bir canavar. Bir zamanlar Soğuk Savaş döneminin siyasi rekabetinin spordaki yansımalarına bağlı olarak gündeme gelen doping vakalarının sayısındaki artış ve niteliğindeki karmaşıklaşma, artık sadece ve nasıl olursa olsun kazanma pratiğinin kıymetli olduğu bir çağın habercisi. Sporcular ise bu düzenin kimi zaman gönüllü aktörleri, kimi zaman da baskı altında savrulan kader kurbanları olarak arenada yerlerini alıyor.

Türkiye özeline gelince durum biraz daha çarpık aslında. Futbolla olan ilişkimizi sosyolojik analizlerin yoğunlaşacağı bir alana bırakırsak, bizim spor seven bir toplum olduğumuzu söylemek mümkün değil. Kazanmayı, kazanan olduğunda hiçbir payımız olmadığı halde zaferlere pişkince sahip çıkmayı, en ufak bir başarısızlıkta ise en ağır eleştirileri yapma hakkına sahipmişiz gibi yapmayı seviyoruz. Bu tavırda bir standart var neyse ki, olimpiyatlara 6 defa katılan yüzücüyü de aşağılayıp dalga geçiyoruz, daha önce görmediğimiz seviyelerde oynayıp Grand Slam'lerde 2. turda elenen tenisçiyi de. 


Bu sağlıksız kültür içinde umut veren bir ışık, kurak bir iklimdeki ferahlık gibi geliyordu dört genç kadın. Aralarından Süreyya Ayhan hepsinin öncülüydü, en büyük sevinci olduğu gibi en derin çöküntüyü de o yaşattı. Onun hep mutlu olmak için koştuğuna inandım ben. Koşarken mutlu olamamaya başladığında, çöküşü de başladı muhtemelen. Çünkü ona yapılan en büyük eleştiri, yeteneğini heba edecek kadar profesyonellikten uzak olmasıydı. Antrenörüne/kocasına duyduğu sonsuz bağlılık onun tek doğrusuyken, biz ona onu değiştirerek sahip çıkmak istedik ve belki de boğduk onu. Yine de en başta kendine bu kötülüğü yapma, bu kariyeri Olimpiyatta koşamadan bitirme hakkı yoktu.

Aldığı cezanın ardından pistlere dönen Nevin Yanıt'ın öyküsü de bambaşkaydı. Türkiye'den kısa mesafeci çıkamayacağına dair çok bilmiş ön yargıları da üstelik 100 m. engelli gibi bir branşta paramparça etmişti. Duruşuyla, röportaj verirken kamera önündeki rahatlığıyla, özgüveniyle alışılmışın dışında bir sporcu profiliydi. Sanki orada var olmak kendini ifade etmek için yeterli gibi görünüyor, fazlasını umursamıyordu. Belki de bu yüzden en çok onun doping işine bulaşmasına şaşırdım. Şimdi onu tekrar pistlerde gördüğümüzde aynı şeyleri hissedebilecek miyiz?

Aslı Çakır Alptekin ise en derin yara, en yüksekten düşen cismin yere en sert çarpması gibi yaşadığımız hayal kırkılıklarının en büyüğü. Kendi adıma ona hak vermekte zorlanıyorum. 19 yaşında bir doping vakası yaşamışken, yine aynı yola girmesi değer miydi bilemiyorum. Hepimizin yıllarca beklediği, gelince çılgınca sevindiği Olimpiyat şampiyonluğunun bir yalandan ibaret olduğu anlaşılınca, elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi olduk. O kadar şaşkındık ve ihanete uğramış gibi hissediyorduk ki, ağlayamadık, kocaman bir damla göz pınarlarımızda asılı kaldı.

Nihayet, bu dörtlüyü tamamlayan son isim. İşte en son patlak veren hadise: "2012 Londra Olimpiyatları 1500 m. ikincisi Gamze Bulut'ta da doping tespit edildi." Soluksuz takip ettiğimiz, henüz 20 yaşındaki Gamze'nin tüm çocuksu samimiyetiyle "Aslı abla koş arkandayım" dediği, Cüneyt Kıran'ın son metrelerde gözyaşlarına boğulduğu o yarış. Bir an kulaklarınızda İlker Yasin'in "ve gol, ve gol, ve gol" veya "ağlamak istiyorum" sözleriyle hatırlanan Galatasaray-Monaco maçının, Levent Özçelik'in "Haydi Popescu, haydi oğlum" dediği Arsenal maçının yalandan ibaret olduğunu düşünsenize.  O anın heyecanıyla tarihe geçen "Aslı altın, Gamze gümüş" yalana dönüşüverdi işte.



Artık "müthiş" yerine ne yazık ki "meşum" diyeceğimiz o finalden sonra TRT'de izlediğim bir haberi hatırlıyorum. Gamze'nin mütevazı evine gidip yarışı ailesiyle birlikte izleyip, sıcağı sıcağına o heyecanı yansıtmışlardı kameraya... O anne-babanın mağrur olmaktan uzak, hafif mahcup gururu ve samimi mutluluğunu izlerken biraz garipsemiş, benim kızım olimpiyat şampiyonu olsa dünyayı kurtaran adam gibi dolaşırdım demiştim içimden. Şimdi o ailenin ne halde olduğunu merak ediyorum. Kimin ne hakkı vardı?
 
Şimdi neredeyiz? Bundan sonra bir Türk sporcunun yaptığı her dereceye kuşkuyla bakılacak ne yazık ki. Bu yaz Rio'da bir şampiyonluk, bir altın madalya gelse en başta biz  tedirgin olacağız. Bir daha uzun bir süre Cüneyt Kıran'ın hislerimize tercüman olan anlatımındaki samimiyetle sevinemeyeceğiz.

Bu işte sorumluluğu olan, bundan çıkar elde eden kim varsa... Türk sporunun üzerine kara bir bulut, yıllarca geçmeyecek bir kasvet çökerttiniz. Bu ülkedeki tüm sporseverlerin heyecanını, masumiyetini çaldınız. Binbir güçlükle çocuklarını spora yönlendiren ailelerin vakur gururunu çaldınız. Fakat daha da beteri, siz bu ülkenin genç kızlarının hayallerini çaldınız, kendilerini özgürleştirme umutlarını, hesapsızca koşma haklarını, kahramanlarını...

Şimdi ben ilk gençliğini süren bir kız yerine koyuyorum kendimi. Tüm kahramanlar bir yalana dönüşse de, böyle güçleniyor insan belki de. Artık önünde izleyeceği, "koş abla koş" diyeceği kimse olmadan, sadece kendisi için koşmak neden insanı daha özgür kılmasın ki?

İçindeki umutları canlı tutan tüm genç kızların kadınlar günü kutlu olsun.