6 Eylül 2013 Cuma

İstanbul 2020 için sonuna kadar evet! (Bölüm 2)


                                  Fotoğraf: 2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları'na ev sahipliği yapacak şehrin açıklanmasına son üç gün kaldı!

Only three days left to select the candidate city to host the 2020 Olympic and Paralympic Games!

2020 Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nın İstanbul’da yapılmasını istiyoruz. Yapılan kamuoyu anketlerinde diğer aday kentlere nazaran halk desteğinin en yoğun olduğu kentin İstanbul olduğu görülüyor. Tüm söylemlerde “İstanbul olimpiyatı hak ediyor” vurgusunu yapıyoruz. Bunun 5. adaylığımız olduğunun altını çizerek ne kadar arzulu olduğumuzu ortaya koyuyoruz. 2020 Olimpiyatları İstanbul’a verilirse, tarihte ilk defa oyunların aynı anda iki kıta üzerinde düzenlenmesi mümkün olacak. İlk defa nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir şehir, olimpiyatla tanışacak. Görkemli tarihi, eşsiz coğrafi konumu ve güzelliği ile kıtaların birleştiği yerde, “Bridge Together” sloganıyla köprüler kurulacak.

Bütün bunların hepsi doğru ancak derinleştirilmezse, içi doldurulmazsa reklam sloganı olarak kalmaya mahkum söylemler. Yanıtlanması gereken sorular var: Olimpiyatı neden istiyoruz? Spor kültürümüz olimpiyat düzenlemeye uygun mu? Olimpiyatlar İstanbul’a ne katacak? Daha da önemlisi İstanbul, olimpiyatlara ne katacak?

Halk desteğinin bu denli yüksek olmasını Türk insanının neredeyse genetik kodlarına yerleşmiş “milli gurur” kavramı ile açıklamak ve “neden yapamayalım, en güzelini yaparız” cümlesindeki hissiyatla açıklamak mümkün. Bu söylemi ve hissiyatı elitist bir tavırla tepeden bakarak, “bizim halkımız olimpiyattan ne anlar ki” tavrıyla eleştirenler var ki onlara söyleyecek söz bulamıyorum. Zira bu isteklilik ve heyecan, Türkiye’de yapılan ve hemen hemen hepsi büyük bir başarıyla gerçekleştirilen büyük çaplı organizasyonlardaki başarımızın temelinde yatan en önemli unsur.

Olimpiyatlar İstanbul'a ne katar?

Oyunların İstanbul’a ne kazandıracağı ve sonraki kuşaklara nasıl bir miras bırakacağı da en çok üzerinde durulması gereken konulardan biri. Bu noktada, kanaatimce muazzam bir başarı öyküsü olan 2012 Londra Olimpiyatları’na dair bir referansa başvurmak ufuk açıcı olacak. Değerli dostum Çetin Cem Yılmaz’ın Britanya Spor Bakanı Hugh Robertson ile yaptığı ve http://www.yazihaneden.com/2013/09/olimpiyatlar-ve-spor-mirasi/ sitesinden okuyabileceğiniz röportajından bir alıntı yapayım:

Londra için 2012 nasıl bir miras bıraktı?

Beş temel mirastan söz edebiliriz. Ekonomik boyutu var: Ülkenize gelen iş ortaklıkları, ekstra turist sayıları gibi. Yenileme boyutu var: İstanbul’da da şehrin belli taraflarını yenileme çalışmalarınız var. Belediye başkanı bana altyapının yapılmakta olduğunu ve yapıldığını söyledi. Bizde de Stratford bölgesini yenileme durumu vardı, burası şu anda Londra’nın son 100 yıldaki en geniş şehir parkı konumunda. Üçüncü olarak, sosyal etkisinden bahsedebiliriz: Oyunları işletmek için 70,000 gönüllüyle çalıştık. Bu gönüllüler bir arada kaldılar ve ileriki etkinliklerde de gönüllü olarak çalışacaklar. Bu insanları ve toplumu başka hiçbir şeyin yapamadığı şekilde bir araya getirdi. Dördüncü konu, spor boyutu. 2012’den sonra Britanya’ya gelecek spor etkinliklerine bakacak olursanız, Olimpiyatlar olmadan bunlar gerçekleşemezdi. İnsanlar bunu yapabildiğinizi görüyorlar, tesislerinize bakıyorlar ve ülkenize gelme konusunda cesaretleniyorlar. Ve son olarak, engelliler üzerindeki etkisi var. Paralimpik Oyunları düzenledikten sonra İstanbul’da kimse engelli insanlara eskisi gibi bakmayacak. Londra’daki insanlar, metroda engellilerle karşılaştıklarında konuşuyorlar, onlara eskisinden tamamen farklı bir şekilde bakıyorlar. Ve elbette Paralimpik Oyunların düzenlenmesi için harcanan para da tüm toplu taşımayı engelli insanların kullanımına çok daha açık hale getirdi.”

Burada bahsedilen beş unsurun her birinin İstanbul için de geçerli olacağını düşünüyorum ve bu düşünce dahi bana heyecan veriyor. Tabii burada en önemlisi Paralimpik Oyunların engellilerin şehirde sosyal hayata aktif biçimde katılmaları ve engellilere yönelik algıların değişmesi yönünde yapacağı katkı. İstanbul’da bu konuda büyük bir sıkıntı olduğu, asla “engelli dostu” bir şehir sayılamayacağı aşikar. Paralimpik Oyunlar bir yandan şehir hayatına yapacağı bu katkıyla, diğer yandan engelli gençlerimizin spor yapmaya teşvik edilmeleri açısından birçok şeyi geri döndürülemez biçimde değiştirecek güce sahip.

Diğer yandan, uluslararası sistemde devlet dışı aktörlerin konumlarının giderek güçlendiği, dış politikanın kapalı kapılarının açılarak kamuoyunun eğilimlerinin dikkate alınmasının kaçınılmaz hale geldiği bir dönemde, ülkelerin kendilerini güçlü kılan klasik unsurların yanında “yumuşak güçlerini” de arttırma çabasında olduğu bir dönemi yaşıyoruz. 2012 Londra Olimpiyatları’nın sadece açılış ve kapanış törenlerinin dahi Britanya’nın yumuşak gücüne yaptığı katkıyı yadsımak mümkün görünmüyor. Aynı etkiyi, hatta belki daha fazlasını İstanbul için beklemek, hayalci bir yaklaşım olmayacaktır. 

                                     Fotoğraf: 2020 Olimpiyat ve Paralimpik Oyunları'na ev sahipliği yapacak şehrin açıklanmasına son beş gün kaldı!

Only five days left to select the candidate city to host the 2020 Olympic and Paralympic Games!


Spor kültürü

İstanbul 2020 Adaylık Komitesi Başkanı Hasan Arat, 5 Eylül tarihinde Buenos Aires’te gerçekleştirdiği basın toplantısında bir sürprizle ortaya çıkarak 25 yaşın altındaki 50 spor elçisi genci dünya kamuoyuna tanıttı ve İstanbul’un adaylığının esas unsurunun ne politik destek ne de ekonomik hedefler olduğunu, İstanbul 2020’nin en büyük kozunun bu emaneti sırtında taşıyacak genç nüfus olacağını vurguladı.

Nüfusunun yarısının 25 yaşın altında olduğu ve nüfusu istikrarlı biçimde artmakta olan Türkiye’de, genç nüfusun arzettiği bu potansiyelin, hangi alanda olursa olsun, en iyi biçimde değerlendirilmesi ülkemizin geleceği için de kilit rol oynayacak. Hal böyleyken, İstanbul’un ve Türkiye’nin esas kozunun bu genç nüfus olarak değerlendirilmesi şaşırtıcı değil. Ancak, bugüne kadar sözkonusu potansiyelin nasıl heba edildiği göz önüne alındığında, umutlu olmanın güçleştiği de bir gerçek.

Türkiye’de birçok alanda olduğu gibi sporda da uzun vadeli planlar yapılarak, net bir stratejiyle zaman içinde sonuç almaktan ziyade, motivasyon ve heyecan gibi unsurları ön plana alarak günlük başarıların hedeflendiğini kabul etmek gerek. Bu yüzden birçok başarılı sporcuyu bir yerde “sistem hatası” olarak tanımlamak mümkün. Her ne pahasına olursa olsun “kazanma” odaklı bir spor kültürünün hakim olmasının birçok ilave soruna yol açtığına da sıkça şahit oluyoruz.

2012 Londra Olimpiyatları’nın ilk günlerini hatırlayalım isterseniz. Madalya beklediğimiz haltercilerimiz, güreşçilerimiz, boksörlerimiz beklentilerin altında kaldıkları müsabakaların ardından, kendilerine uzatılan mikrofonlara son derece stresli olduklarını gizleyemeyerek, neredeyse utanç içinde “kamuoyunda özür dileme” çabasına giriştiği sahneleri göz önüne getirelim. Sonra son dönemde utanç verici boyutlara ulaşan ve İstanbul’un adaylığında en büyük dezavantajlardan birini oluşturan doping vakalarını da bu minvalde değerlendirmek mümkün. İki büyük futbol takımının “şike” nedeniyle Avrupa Kupaları’ndan men edilmeleri, yaş küçültme skandalları, spor sahalarında yaşanan şiddet vb. tüm unsurların yolu spor kültürümüzdeki temel sakatlığa çıkıyor. Kazanma odaklı olmaktan öte, “ne pahasına olursa olsun kazanma” odaklı bir anlayış hakim durumda maalesef.  

İşte olimpiyatlar tam da bu noktada Türkiye’nin spor politikasını A’dan Z’ye değiştirmesi için eşsiz bir fırsat niteliğinde olacak. Bu noktada da henüz bu çarkın içinde kirlenmemiş genç sporculara eğilmek tek gerçekçi seçenek olarak öne çıkıyor.

Spor kültürüne getirilen bir diğer haklı eleştiri de futbol hatta daha da özelinde 3 büyükler odaklı bir anlayışın hakim olması. Bunu sadece basını ele alarak dahi kavramak mümkün. Gerçekten de Türkiye’de yayınlanan spor gazeteleri ile örneğin L’Equipe gazetesi karşılaştırıldığında kahrolmamak elde değil. Bunun ötesinde, yaşanan en büyük hayal kırıklığı elbette bu yıl ülkemizde düzenlenen 20 Yaş Altı Dünya Kupası’nda tarihin en az seyirci ortalamalarını yakalamamız oldu. Turnuva sonrasında doğal olarak “madem sadece futbol odaklıydık, bu maçlara neden kimse gelmedi” serzenişleri yükseldi.

Tam da bu noktada, belki fazla iyimser gelebilir ama tablonun o kadar karanlık olduğunu düşünmüyorum. Futbol seyircimizin genel profili, ülkenin hakim spor kültürünü yansıtıyor, doğru. Rakibe saygı duymayan, ne pahasına olursa olsun kazanma odaklı, şiddet eğilimli lümpen bir kültür. Tam da bu yüzden U20 Dünya Kupası’nda tribünler boş kaldı muhtemelen. Fakat Türkiye’de düzenlenen büyük organizasyonlarda,İstanbul’da veya başka bir şehirde Akdeniz Oyunları’ndan Dünya Salon Atletizm Şampiyonası’na; Erzurum Universiade’dan Dünya Basketbol Şampiyonası’na karşılaşmaların tamamen dolduğunu, Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nda  sokakların taştığını görüyoruz. Türkiye’de geniş kitleler tarafından “zengin sporu” olarak aşağılanan, Grand Slam’lerde mücadele edecek bir sporcuya hasret olduğumuz teniste dahi, İstanbul’da düzenlenen WTA turnuvasının biletleri iki yıldır günler öncesinden tükeniyor. Bu yüzden ben Justin Gatlin’i veya Sally Pearson’ı izlemek için Ataköy’e koşan, Serena Williams’tan imzalı bir tenis topu almak için birbiriyle yarışan çocuklara bakıp umutlanmayı tercih ediyorum.  


Son tahlilde, spor kültürümüzün, olimpiyat düzenlemek için yeterli düzeye sahip olmadığını öne sürerek İstanbul’un adaylığına karşı çıkmak;  AB standartlarının çok gerisinde olduğumuzun ön kabulüyle, “Bu halimizle bizi almazlar, o yüzden kendi içimizde standartlarımızı yükseltelim, sonra başvururuz” demeye benziyor. Halbuki, tıpkı AB müzakere sürecinin Türkiye’deki demokratikleşme reformlarına ciddi ölçüde katkısı olduğu gibi, olimpiyatlar da ülkemizdeki spor kültürünün gelişmesini ve bambaşka bir noktaya gelmesini sağlayacak.



                                      Fotoğraf: Bosphorus Zone - Bosphorus Stadium

Olymp-ist

“İstanbul olimpiyatları hak ediyor” sonuna kadar hemfikir olduğum bir slogan olmakla birlikte, “Olimpiyat İstanbul’a yakışacak” sloganını tercih ediyorum. İstanbul, binlerce yıllık tarihiyle; farklı uygarlıkların, imparatorlukların başkenti olarak insanlığın sahip olduğu en değerli kültürel miraslardan biri konumunda, dünyanın en müstesna şehirlerinden biri.

Hiçbir hazırlık yapılmadan, amatör bir ruhla hazırlanılan 2000 adaylığından beri, İstanbul olimpiyatı istiyor. Halkın desteği, şehrin kararlılığı bu süreçten açık alınla çıkılacağı konusundaki ümitleri arttırıyor. İlk adaylık döneminde arabalara, camlara yapıştırılan afişte vurgulanan sloganda yazılı olan “Let’s meet where the continents meet” teması, artık kabak tadı verdiği düşünülse de esasında “Bridge Together” sloganına dönüşmüş haliyle, hala İstanbul’un en büyük kozu.  Olimpizm ruhunu simgeleyen, farklı kıtaların, farklı kültürlerin, farklı renklerin buluştuğu ve 5 farklı halkadan oluşan bayrağın dalgalanması için İstanbul’dan daha uygun bir şehrin bulunmasının kolay olmadığını düşünüyorum.

Siyasi bir argüman olarak görünse de ilk kez Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bir ülkede olimpiyat düzenlenmesi düşüncesinin de kaydadeğer bir husus olduğu kanısındayım. Türkiye, bulunduğu coğrafyada laik bir demokrasi olarak bir cazibe merkezi ve birçok ülke için bir ilham kaynağı konumunda. Türkiye’nin ve İstanbul’un bu müstesna konumunun, insanlığın ortak değeri olan olimpizm ruhuyla taçlandırılmasının, bu bölgeden tüm dünyaya yayılacak olumlu siyasi ve toplumsal yansımalarının olacağını kabul etmek gerekiyor.   

İstanbul’un birçok avantajı ve eksiği olduğu gibi rakiplerinin de birçok avantajı ve eksiği var. Bu noktada, kampanya sürecinde İstanbul 2020 Adaylık Komitesi başta olmak üzere, süreçte rol oynayan herkesi, özverili çabalarının yanında olimpizm ruhuna uygun tavırları için takdir etmek gerekiyor. Tokyo Belediye Başkanı’nın buram buram İslamofobi kokan açıklamaları veya Madrid’in “Latin Amerika oyları çantada keklik, 50’den fazla oyumuz var, ilk turda işi bitiririz” ekseninde oyları manipüle etmeye yönelik basın oyunlarının benzerini bizim komitede görmedik. Rakipleri kötülemeden, İstanbul’un artılarını öne çıkarmaya çalıştılar. Eksikler karşısında kafayı kuma gömmeden, bunlarla yüzleşecek ve bunları düzeltecek iradaye sahip olduklarını gösterdiler. IOC içinde birçok farklı denge sözkonusu olduğundan sonucu kestirmek zor ama hayallerimiz başka bahara kalacak olsa bile İstanbul’un bu adaylık serüveninin saygıyı hak ettiğine inanıyorum.

Bir İstanbul sevdalısı olarak, şehrimde olimpiyat düzenlenmesi benim çocukluk hayallerimden biri. Bu yüzden, konuya biraz fazla duygusal bakıyor olabilirim. Fakat bugün olimpiyatları kendimden çok o dönemdeki hayallerimi bugün kurmakta olan çocuklar için istiyorum.

Ben Türkiye’nin birçok farklı yerinde, 7 Eylül gecesi oylamayı izleyip İstanbul’un 2020 Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nı almasının ardından heyecandan uyuyamayacak, 2020 yılında kendini o muhteşem açılış töreninde yürürken hayal edecek, bu uğurda çalışacak 12-13 yaşlarında okçular, yüzücüler, boksörler, bisikletçiler olduğunu biliyorum. Bu umuda tutunuyorum. Olimpiyatı en çok bunun için, bu çocukların tertemiz yüreklerinde filizlenecek heyecanla güçlenen omuzlarında yükselecek yeni bir spor kültürü için istiyorum. İnanıyorum… 

İstanbul 2020 için sonuna kadar evet! (1. bölüm)




7 Eylül 2013 tarihinde tüm gözler Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te olacak ve yapılacak oylamada 2020 Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nı düzenleyen şehir belirlenecek. 2000 Olimpiyatları oylamasının 1993’te yapıldığını hatırlarsak, İstanbul için 20 yıllık rüyada hedefe en yakın olunan bu 5. adaylığında,  hayallerin gerçek olup olmayacağı belli olacak.

Oylamaya çok az bir süre kalmışken, İstanbul 2020 üzerinde birkaç kelam etmek istedim. Öncelikle lafı eğip bükmeden, net bir biçimde şunu ortaya koymak lazım. İstanbul’da olimpiyat düzenlenmesine karşı olmanın, hangi sebeple olursa olsun gayet meşru ve saygıyla dikkate alınması gereken bir duruş olduğunu, olimpiyat karşıtlığının asla “hainlik” olarak görülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta önceki adaylıkların kamuoyunda hiç tartışılmadığı düşünüldüğünde, bu farkındalığı ve ilgiyi olumlu buluyorum.

Olimpiyata karşı öne sürülen argümanlar özetle,  şehrin mevcut ulaşım ve çarpık kentleşme sıkıntısının olimpiyatlarla daha büyük bir keşmekeşe dönüşeceği, gerçekleştirilecek projeler için çok yüksek miktarlarda kamuya ait kaynağın harcanacağı ve bunun geri dönüşünün olmayacağı, Türkiye’de spor kültürünün olimpiyat için yeterli olmadığı ve kaynakların sporcu sayısını arttırmaya ve geniş kitlelerin spor yapmasına yönelik olarak kullanılması gerektiği, yapılacak tesislerden bazı kesimlerin haksız rant elde edeceği,  özellikle kentin kuzey bölgelerindeki ormanların tahrip edilmesiyle çevre katliamı yapılacağı görüşlerini kapsıyor.

Bütün bu görüşlerin hepsini tartışmaya değer bulmakla beraber, okuduklarımdan olimpiyat karşıtı fikirlerin genelde bir indirgemecilik eğilimine kapıldığını görüyorum. Bu indirgemecilik çeşitli tarzlarda olabiliyor. . Örneğin yapılması olimpiyatın alınmasına hiçbir şekilde bağlı olmayan Boğaz’a yapılacak 3. Köprü ve 3. Havalimanı’na karşı görüşler olimpiyat karşıtlığıyla birleştiriliyor. Kentsel dönüşüm projelerinde ortaya çıkan toplumsal sıkıntılar, TOKİ’nin eleştirilen bazı uygulamaları daha temeli bile ortada olmayan olimpiyat tesisleri için olumsuz bir önyargı aracı olarak ortaya sunuluyor.

Bunların ötesinde, herhangi bir konuda hükümete karşı bir duruşu olanlar, yalnızca İstanbul, olimpiyatları düzenleme hakkını mevcut hükümet döneminde elde edeceği için olimpiyat karşıtlığını, "muhaliflik" kimliğinin mütemmim cüzü olarak kabul ediyorlar. Böylelikle, Türkiye’de siyasi, ekonomik, sosyal birçok konuda olduğu gibi griler yok oluyor ve destekleyenler ile karşı olanlar keskin biçimde kendi aralarında kamplaşıyorlar. Halbuki unutmamak lazım; olimpiyat herhangi bir kişiye, kuruma, ideolojiye değil bir şehre/ülkeye ve oradaki tüm insanlara veriliyor. Olimpiyatlara, "hükümet bu başarıya sahip çıkıp prestij elde etmesin" diye karşı çıkmak, kimse kusura bakmasın bana biraz çocukça geliyor. 

Eğer İstanbul, olimpiyatları düzenleme hakkını elde ederse, bütün kaygıların giderilmesi için 2020’ye kadar atılacak her adımda kamuoyunun açık biçimde bilgilendirilmesi, açık ve demokratik bir tartışma ortamı içinde kent sakinlerinin görüşlerinin dikkate alınması ve bütün harcamaların şeffaf ve denetlenebilir olması şart. Bu konuda umutlu olmakta beis görmüyorum. Zira birçok farklı boyutu olmakla beraber, İstanbul halkının gerektiğinde kendi şehrine sahip çıkarak kuvvetli bir irade ortaya koyan bir halk olduğunu kanıtladığını ve bu demokratik olgunluğun, bazı kesimlerin düşündüğünün aksine, İstanbul için bir güvence ve hatta bir avantaj olarak değerlendirilebileceğini düşünüyorum.

Umutlu olmamın ikinci sebebi de olimpiyatların genel niteliği. Olimpiyatlar, insanlığın ortak bir değeri olarak, aracı kurum olarak bu değeri taşıyan bir yapı olarak nitelendirebileceğimiz IOC tarafından düzenleyen şehirlere tevdi edilen bir emanet. Dolayısıyla, olimpiyat düzenleyen şehirler bu değerin sahibi değil, emanetçisi ve işin esas sahibinin sürekli denetimi altında. Nasıl UNESCO Dünya Kültür Mirası listesindeki herhangi bir yere en ufak bir çivi dahi çakmak mümkün değilse, olimpiyat oyunları hazırlık sürecinde de olimpizm ruhuna aykırı faaliyetlerde bulunmak mümkün değil. 

İşin ekonomik boyutuna gelince, bu İstanbul’un aynı anda en büyük avantajı ve en büyük handikabı olarak öne çıkıyor. 22 milyar Doları aşan bir yatırım taahhüdü çok etkileyici ve gerçekleştirilebilir olduğu halde, bir yandan da ulaşım ağı ve altyapı konusunda İstanbul’un rakiplerinin bir hayli gerisinde olduğunu ortaya koyuyor. Fakat burada herhangi bir hesap karışıklığını engellemek için dikkatli olmak gerek. Bu 22 milyar Doların sadece 3 milyar Dolarlık kısmı (ki tahmini rakam olup daha da azalabileceği öngörülüyor) münhasıran oyunlar için harcanacak. Geriye kalan 19 milyar Dolar zaten İstanbul’un mevcut master planında yer alan 3. havaalanı, 3. köprü ve yeni raylı sistem ağları gibi projelerin bedeli olarak hesaplanıyor. Bu projelerin maliyeti, şehir için gerekli olup olmadığı konusu olimpiyat tartışmalarının dışında ayrıca ele alınması gereken bir konu. Bu bağlamda, olimpiyatlar yüzünden torunlarımıza borçlu kalacağız söylemi gerçeği yansıtmıyor.


Çevreye ilişkin kaygılar vs. inşa edilecek tesisler

Olimpiyatların İstanbul’un dokusuna ciddi ölçüde zarar vereceğine, hatta şehrin “felaketine” sebep olacağı (Kent Hareketleri grubunun söylemi) yönünde eleştiriler sıkça dillendiriliyor. Kentsel dönüşüm konusu bugün küresel gündemde en can alıcı sosyolojik ve mimari tartışmaların odağındaki bir kavram. Şahsen kentsel dönüşüm projelerini gözü kapalı desteklemek ya da ilkesel olarak hepsine karşı durmak yerine, her projenin kendi içinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Her türlü kentsel dönüşüm projesine kategorik olarak karşı olan kesimler var elbette. Bu kesimlerce her ne kadar olimpiyatların bu süreci hızlandıracağı ve meşruiyet sağlayacağı iddia edilse de, gerek halihazırda uygulanmakta olan ve olimpiyatlarla hiçbir bağlantısı bulunmayan projelerin varlığı, gerek de “İstanbul 2020 master plan” uyarınca yapılması öngörülen tesislerin konumu, olimpiyat oyunlarını kentsel dönüşümün baş suçlusu ilan etmenin haksızlık olduğu gerçeğini değiştirmiyor gözümde.

Öte yandan, “İstanbul 2020 Master Plan” incelendiğinde ( www.istanbul2020.com.tr sitesinde detaylar bulunabilir) “çevre katliamı” boyutuna varan bazı eleştirilerin abartılı olduğunu fark etmek mümkün. Bu yüzden, kategorik olarak karşı pozisyon alıp, genellemeler yapmak yerine bölge bölge ele almak gerekirse:

-Boğaz bölgesi (Bosphorus zone)

Bu kısımda tartışmaların odağında yer alan Haydarpaşa Limanı ve çevresi yer alıyor. Olimpiyat sonrasında sökülecek olan (26) kodlu okçuluk tesisi ve (27) kodlu plaj voleybolu stadyumunun (bu bölgede ben de gerekli olmadığını düşünüyorum) dışında deniz üzerinde bulunacak (25) kodlu kürek tesisinin de herhangi bir zararı olmayacak. Anadolu Yakası’nda (28), (29) ve (34) numaralı; Avrupa Yakası’nda da (22) ve (23) numaralı tesislerin halihazırda aktif biçimde kullanıldığını, Avrupa yakasındaki  da düşündüğümüzde tartışmalar, açılış ve kapanış törenleri için inşa edilecek büyük stadyum özelinde yoğunlaşıyor.

Haydarpaşa Limanı’nın dönüşüm ihalesine, planına, ilerideki kullanım amacına karşı olmak başka şey; limanın bugünkü gibi kalmasını savunmak başka. Ben doğumumdan itibaren 24 yıl kesintisiz İstanbul’da yaşamış ve yüzlerce kez vapurla o bölgeden geçmiş biri olarak liman bölgesinin bugünkü gibi konteynerların yığılı olduğu bir bölge halinde kalmasının savunulabileceğini düşünemiyorum. Tarihi miras olarak hepimizin gözbebeği olan Haydarpaşa Garı’na dokunulması da düşünülmediğine göre halihazırda konteynerların yığılı olduğu alana dünyanın en güzel manzaralı stadyumunu yapmanın nasıl bir zararı olabilir. Kaldı ki olimpiyatlar sonrası bu stadyumun dünyanın en prestijli açıkhava konser salonlarından biri haline dönüşeceğini tahmin etmek için de kahin olmaya gerek yok. Bu durumda da Haydarpaşa’ya yapılacak olan stadyum, garı veya herhangi bir tarihi değeri ortadan kaldırmayacak, bilakis ayrı bir cazibe merkezi haline getirecek.

-Orman bölgesi (Forest zone)

Bu bölgede yapılacak tesisler için, İstanbul’un zaten nadir kalan ormanlık bölgelerinden birinin tahribata uğrayacağını üzülerek kabul etmek zorundayım. Fakat yine bu tahribat konusundaki eleştirilerin de abartılı olduğu bir gerçek.

Bu bölgede en çok eleştirdiğim proje (30) kodlu atış poligonu. Toplumun geneline faydası olmayan, başka bir bölgeye de yapılması düşünülebilecek bir tesis olduğu kanısındayım. Belgrad Ormanları (31) kodlu bisiklet parkı (dağ bisikleti vs. için) ve (32) kodlu kano için yapılacak tesisler maliyetleri az ve olimpiyat sonrası kullanılabilecek projeler. (33) kodlu TT Arena da halihazırda kullanılıyor zaten. Burada bir orman katliamından ziyade, ormanlık alanda yapılacak tesislerin doğaya en az zarar verecek şekilde tasarlanması, bu tesislerin etrafında herhangi bir ilave yapılaşmaya izin verilmemesi hususunun esasen gündemde tutulması gerektiğini düşünüyorum. Ormanlık alanda hiçbir tesis yapılmaması mümkün olabilir miydi bilemiyorum ama tüm adaylık projesini çöpe atmayı gerektirecek kadar büyük bir sıkıntı olmadığı açık.

-Olimpik şehir bölgesi (Olympic city zone)

Bu bölgedeki tesisler, başta Olimpiyat Köyü olmak üzere oyunların kalbini temsil edecek. Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nun 2001 yılında faaliyete geçmesinden bu yana hemen herkes tarafından yerin dibine batırıldığını, çoğu haklı sebeplerle (toplu ulaşım olmaması vs.) eleştirildiğini hepimiz biliyoruz. Bu bölgede inşa edilecek yeni tesislerle birlikte, Olimpiyat Köyü’nün de oyunlar sonrası toplu konut olarak kullanılacağını düşündüğümüzde, şu an şehrin sapa bir muhiti olan bölgenin bir cazibe merkezine dönüşeceğini tahmin etmek mümkün.

Burada da sapla samanı birbirinden ayırmak, bölgede mevcut gecekondu mahallelerine uygulanacak kentsel dönüşüm projeleri ve bölgenin değerlendirilmesinden mütevellit gerçekleştirilecek yeni inşaatlar hususunda kimsenin haksız yere mağdur edilmemesini ve yine kimsenin haksız rant elde etmemesini sağlamak için gerekli mücadeleyi vermekle, yapılacak tesislere karşı durup, Olimpiyat Stadı eleştirisini bir stres topu gibi her fırsatta tekrarlamaya devam etmek, “dağın başına stad yapıldı, yolu bile yok” söylemini yıllarca sürdürmek başka şeyler. Kısacası, yapılacak olan o tesislerde yetişecek sporcuları hiç hesaba katmasak dahi, o bölgenin ihya olması ve bu sürecin en uygun biçimde yürütülmesi için olimpiyat çok önemli bir fırsat olacak.

Olimpiyat köyü ve civarındaki tesislerin yanı sıra bu bölgede Esenler civarında inşa edilecek binicilik sahası, basketbol salonu ve golf sahası master plan’da yer alıyor.

Olimpiyat adaylığına karşı çıkanların özellikle Atina ve Pekin örneklerinden yola çıkarak, oyunlar sonrası tesislerin atıl kalarak “beyaz fil” haline geleceği yönündeki endişelerinin de bu aşamada gündeme getirilmesini çok anlamlı bulmuyorum. Bu konu, ülkedeki spor kültürünün gelişimiyle ele alınması gereken bir tartışma olması bir yana, esasen olimpiyat oyunlarından bağımsız olarak bu görüş, nasıl olsa atıl kalacak diye hiç tesis yapmama düşüncesini de zımnen içinde barındırıyor.

-Kıyı bölgesi (coastal zone)

Atatürk Havalimanı’na yakınlığının getirdiği avantajla, master plan’daki en önemli bölgelerden birini kıyı bölgesi oluşturuyor. Bu bölgede, halihazırda mevcut (15),  (16) ve (17) kodlu Sinan Erdem Spor Salonu ve çevresindeki tesislerin zaten olimpiyat için tasarlandığını biliyoruz. (18) kodlu Ataköy Marina da yat yarışları için biçilmiş kaftan.

Kıyı bölgesinde esas tartışma mevcut (19) kodlu Abdi İpekçi Spor Salonu’nun yakınlarında, tarihi surların bulunduğu “Golden Gate” olarak belirtilen bölgede inşa edilecek, yol bisikleti ve yürüyüş yarışlarının yapılacağı (20) kodlu “Golden Gate Park” ve (21) kodlu “Golden Gate Marina” üzerinde kopuyor. Her iki tesisin de geçici nitelikte olması ve oyunlar sonrası kaldırılacak olmalarını bir yana bıraktığımızda, buradaki eleştirileri de anlamakta güçlük çektiğimi söylemeliyim.

Tarihi İstanbul surlarının korunmasıyla, hiçbir çalışma yapmayıp, olduğu gibi bırakılması kastediliyorsa bilemem. Fakat, en son örneğini Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nda gördüğümüz gibi, İstanbul’da yapılacak herhangi bir organizasyonda bilinen tarihi 2.700 yıla dayanan şehrin, bu derinliğini atlamak sahip olduğumuz bu engin mirasa ihanet olur gibi geliyor.  Şehir merkezinden kilometrelerce uzakta, bir uydu olimpiyat kentine sıkıştırılacak olimpiyatların İstanbul’da düzenlenmesinin hiçbir anlamı olmaz. Bu yüzden tarihi dokuya zarar vermeyecek biçimde, surların eşsiz atmosferinden faydalanma ve bu görsel ziyafeti tüm dünyayla paylaşma fikrini kesinlikle destekliyorum.  

Yazının ikinci kısmında da İstanbul’da olimpiyatın İstanbul’a, Türkiye’ye, insanımıza, spor kültürümüze ve bizatihi oyunların kendisine ve olimpizm ruhuna neler katacağını; olimpiyatların İstanbul’a ne kadar yakışacağını anlatmaya çalışacağım.