25 Aralık 2012 Salı

Süper Lig'de ilk yarının sürprizler paketi


Spor Toto Süper Lig'de, olağanüstü şartlarda, türlü abukluklar ve istikrarsızlıklarla geçen 2011-12 sezonunun ardından, her şey normalmiş gibi yaparak başladığımız ve nispeten düzenli geçen bu sezonun ilk yarısı geride kaldı.

Puan cetveline bakıldığında, ilk 12 takımın 12 puanlık (4 maç) bir dilime sıkıştığı; liderin 3 puanlı sistemde 18 takımla oynanan sezonlar arasında ilk yarı sonunda en az puanı topladığı; lige fırtına gibi giren Orduspor ve Gençlerbirliği gibi takımlar bir anda tepetaklak giderken, dibe vurmaya yaklaşan Karabük'ün birkaç galibiyetle UEFA Avrupa Ligi potasına girdiği; kimsenin bir şey beklemediği Beşiktaş'ın liderin 3 puan gerisinde, geçen yıl küme düşmekten son maçta kurtulan Antalyaspor'un zirve ortağı olarak bitirdiği bir ilk yarı tablosu var karşısında.

Bütün bunlara bakarak sonuçlarıyla biraz Fransa Ligi'ne öykünen bir ligde oyun kalitesinin de arttığını söylebilmek çok güzel olurdu. Fakat herkesin herkesi yenebilmesi bir nebze heyecan getirse de oynanan futbolun geriye gittiği gerçeğiyle karşı karşıya kaldık. Milli takıma da yansıdığı üzere, yeni oyuncu yetiştirmekte, yıldız çıkarmakta zorlanan bir ligde; sezon başında flaş isimler olarak gösterilmeyen, hatta kulübede oturacağı beklenen oyunculara odaklanalım istedim biraz. Galatasaray, Beşiktaş ve Fenerbahçe'de 2012-13 sezonunun ilk yarısının kahramanları onlardı çünkü:

Umut Bulut: 

Trabzonspor'da her sezon belli bir standardı tutturduğu, bitmeyen enerjisiyle rakip savunmayı tarumar ettiği ve belki de ligin en çok pozisyona giren forveti olduğu halde olmayacak golleri kaçırdığı için hep dudak bükülen Umut, kariyerinin en iyi ilk yarısını geçirerek gol krallığında zirvede yer aldı. Fransa'da geçirdiği bir senenin kendisine neler kattığı, Trabzonspor'da oynarken gösterdiği meziyetlerinin üzerine koyduğu daha net gol vuruş becerisinde tezahür edince, sezon başında Burak-Elmander'e yedek olsun diye kiralanan adam, her iki isimle de uyumlu ve en az onlar kadar vazgeçilmez bir oyuncu olduğunu kanıtladı.


Filip Holosko:

Ligin belki de en ilginç öykülerinden birinin kahramanı. Demirören yönetiminin düşürdüğü çukurdan çıkmak için "feda" ipine sarılan Beşiktaş'ta bu senenin lideri Fernandes, umudu Oğuzhan Özyakup ise piyangosu da şüphesiz Flip Holosko'ydu. İroniktir, Beşiktaş'ın Burak Yılmaz'ın da dahil olduğu bir takasla kadrosuna kattıktan sonra, bitmez bir transfer iştahıyla yeni isimlere kanca takarken takas için önerdiği bir numaralı oyuncu olarak, mizah dizilerine dahi konu olan "Holosko+bir miktar para" esprisinin öznesi Holosko, kendi ücretinde "bir miktar" indirime gittikten sonra özellikle iç saha maçlarında istikrarlı biçimde skora katıkda bulundu. Beşiktaş'ta en çok golü attığı ve şampiyonlukta büyük pay sahibi olduğu sezonda (2008-09) 10 gol attığı düşünülürse, ilk yarıda attığı 8 golün değeri daha iyi anlaşılabilir. "Feda"nın Beşiktaş için anlamı, biraz da kadronun içinden alternatif üretmek ise, Holosko bunun ideal örneği oldu.

Bekir İrtegün:

Fenerbahçe'de 4. sezonunu yaşayan Bekir İrtegün, bu süre içinde hiçbir zaman takımın değişmez bir parçası olarak düşünülmese de belirli bir çizgiyi sürdürmeyi hep bildi. Esasen bu çizgi, onun kaptanlık yaptığı Gaziantepspor'daki "sakin, gösterişsiz ve işini iyi yapan bir profesyonel" olarak tanıdığımız profilinin devamı niteliğindeydi. Bekir bu yıl ilk kez tabir caizse kabuğunu kırdı ve formayı artık kesin olarak sırtına yapıştırdı. Bu süreçte başta Marsilya'ya attığı röveşata olmak üzere kritik golleri de önemli bir unsur oldu. Fenerbahçe'de stoper olmak çok zor. Ondan önce oynayan Can Arat, Yasin Çakmak; onunla aynı dönemde oynayan İlhan Eker, Bilica gibi isimler hep hayal kırıklığıyla ayrıldılar. Büyük umutlarla alınan Serdar Kesimal ve Egemen Korkmaz da Bekir'in gerisine düştüler. Bekir, Yobo ile uyumu, sakin ve dengeli kişiliği ve istikrarıyla gerek ligde gerek Avrupa'da Fenerbahçe için görevini en iyi yapan isimlerin başında gelerek bir bakıma rüştünü bu sezon ispat etmiş oldu.

Share|

3 Aralık 2012 Pazartesi

Fatih Terim-Aykut Kocaman polemiği ve ilginç karşılaşmalar











Galatasaray-Fenerbahçe derbisine az zaman kala, son birkaç haftadır Aykut Kocaman ile Fatih Terim arasında bir polemik köpürtülmeye çalışılıyordu. Son Gaziantepspor maçının ardından sonrasında Fatih Terim'in herhangi bir şekilde konuya değinmemesiyle birlikte, bu "düşük yoğunluklu laf dalaşı" şimdilik sona ermiş gibi görünüyor. Aslında bu polemik dediğimiz topu topu 3 aşamadan ibaret:

1. adımda Kocaman maç sonrası basın toplantısında durup dururken açık bir biçimde Terim'i kastederek basın mensuplarına, "başkalarına da aynı soruları sorabiliyor musunuz?" serzenişinde bulunuyor;

2. adımda Terim, laf dalaşına girmeyi tercih etmediğini ama altta da kalmak istemediğini hissettirircesine "Benim bildiğim Aykut, birine bir şey söyleyecekse direkt söyleyecek kalitededir." ifadelerini kullanıyor;

3. adımda ise Kocaman,  Fatih Terim'in kendisine "Aykut" diye hitap etmesinin camiada tepki yarattığı yönündeki bir soruya "Söyleyeni bağlar, beni hiç bağlamaz. Ben mümkün olduğu kadar insanlara dikkat ederek hitap etmeye çalışıyorum. Fenerbahçelilerin de bu konuda alıngan olmasına hiç gerek yok. Bir bakarlar kişiye, söyleyene, karar verirler" sözleriyle yanıt veriyor.

Bu hatırlatmadan sonra kim haklı kim haksız tartışmasına girmeyi çok anlamlı bulmuyorum. Ancak geçtiğimiz hafta sonu  FB TV'de yayınlanan Yer6 programında Terim'e haksızca saldırılması (hatta Galatasaray resmi siteden programı kınayan bir açıklama yayınladı) bütün bunların Fenerbahçe cephesinin derbi öncesi psikolojik avantajı ele geçirmeye, gerginliği arttırmaya yönelik bir hamlesi olduğunu düşündürdü.

Aykut Kocaman hakkında düşüncelerim başka bir yazının konusu olsun ama belli kesimlerin "dürüst ve ilkeli" sıfatlarıyla parlatmaya çalıştığının aksine en hafif tabirle "içten pazarlıklı" olduğunu düşünüyorum. Neyse, dediğim gibi bunları bırakalım da Fatih Terim ile Aykut Kocaman'ın kariyerlerindeki ilginç kesişmelere bir göz atalım. 


  • Teknik direktör olarak Terim vs. Kocaman

(Toplam maç: 7 - Terim:3/Kocaman:2/Beraberlik:2)

Süper Lig'deki kariyerleri dikkate alındığında, Fatih Terim'le Aykut Kocaman'ın teknik direktör olarak yollarının çok da fazla kesişmediği söylenebilir. Galatasaray taraftarının pek de hatırlamak istemediği 2. Terim döneminde Aykut Kocaman yönetimindeki İstanbulspor'la 3 kez karşılaştı. 

2002-2003 sezonunda:
27 Eylül 2002: Galatasaray-İstanbulspor 2-0,
15 Mart 2003: İstanbulspor-Galatasaray: 1-2,

2003-2004 sezonunda:
6 Aralık 2003: İstanbulspor -Galatasaray: 3-1

Diğer tüm karşılaşmalar geçen yol normal sezon ve play-off derbileriydi ve iki hoca da birer kez kazandı. Kadıköy'deki iki maç da berabere biterken (2-2 ve 0-0); TT Arena'da normal sezonda Galatasaray 3-1 kazanıp, Süper Final'de 2-1 kaybetti.

  • Aykut Kocaman, Fenerbahçe formasıyla Galatasaray'a karşı onlarca maç oynayıp 12 gol atarken kaderin cilvesi, tam onun Fenerbahçe'den ayrıldığı sezon Terim Galatsaray'ın başına geçti. Dolayısıyla Terim ile Kocaman geçtiğimiz sezona kadar hiçbir Galatasaray-Fenerbahçe derbisinde aynı anda sahada olmadılar.
  • Buna karşılık, Aykut Kocaman ligde aktif futbolcu olarak çıktığı son maçta Fatih Terim'in çalıştırdığı Galatasaray'a karşı oynadı. Maçın bir diğer özelliği Galatasaray'ın UEFA Kupası zaferi sonrasında Ali Sami Yen'e çıktığı ilk maç olmasıydı. 21 Mayıs 2000 tarihinde oynanan maçta Aykut Kocaman 56. dakikada oyuna girdi, maç ise Mithat Yavaş ve Recep Çetin'in kendi kalesine attığı gollerle 1-1 sona erdi.
  • Aykut Kocaman'ın milli takım kariyeri
Aykut Kocaman'ın futbol kariyerinin zirvesinde olduğu dönemler Türk futbolunun da dibe vurmasının ardından yavaş yavaş emeklemeye başladığı dönemlere tekabül ediyordu. Aykut Kocaman'ın buradaki şanssızlığı Tanju Çolak ve Rıdvan Dilmen gibi iki büyük starla Feyyaz Uçar gibi bir golcünün arkasında kalmasıydı. Bu yüzden Aykut Kocaman sadece 15 kez milli oldu.

Aykut Kocaman'ın bu 15 milli maçından 5'i Fatih Terim dönemindeydi. Milli takım formasıyla tek golünü de Fatih Terim döneminde İsrail karşısında attı. Fatih Terim, Aykut Kocaman'ı 1995 yılındaki meşhur Amerika turnesinin aday kadrosuna da aldı ve 3 maçta şans verdi.  Aykut Kocaman'ın Terim dönemindeki milli maçları

15.02.1995 Romanya


08.03.1995 İsrail (+1 gol)
04.06.1995 –Kanada
07.06.1995-Kanada
19.06.1995-Yeni Zelanda

Bir nostalji yapalım istedim, hatırlamak güzeldir...


Share |

2 Ekim 2012 Salı

Braga maçı öncesinde Galatasaray





Galatasaray, İstanbul'daki son Şampiyonlar Ligi maçında 5 Aralık 2006'da Atatürk Olimpiyat Stadı'nda Liverpool karşısına çıkmıştı. Tam 70 ay aradan sonra bu akşam Şampiyonlar Ligi logosu taşıyan branda, Şampiyonlar Ligi marşı eşliğinde Türk Telekom Arena'nın orta yuvarlağında dalgalanacak.

Şampiyonlar Ligi'ni çok özleyen Galatasaray taraftarının bu akşamı iple çektiğini ve mükemmel bir atmosfer yaratacaklarından eminim. Ancak Braga maçı bu sembolik öneminin ötesinde gruptaki hesaplar için son derece kritik. İlk maçlarını puansız kapatan iki takım karşı karşıya gelecek. Olası bir Galatasaray galibiyetinde, ilk maçta evinde yenilen Braga, ilk iki hesaplarını çok zora sokacak. Galatasaray'ın puan kaybetmesi halinde ise ilk maçı deplasmanda kazanan Cluj bir anda grupta avantajlı konuma geçecek.

Bu kritik maç öncesinde Galatasaray futbol takımı, bütün rakiplerinin ciddi sorunlar yaşadığı bir ortamda, özellikle geçtiğimiz yıl Fatih Terim liderliğinde sıfırdan görkemli biçimde ayağa kalkmasının verdiği güvenle, güçlenen mali yapısıyla ve yaz transfer sezonunda ses getiren isimlerin sağladığı psikolojik avantajla Türkiye'nin halihazırda en iyi takımı gibi duruyor. Ancak bütün bu faktörlerin sürekli dillendirilmesi Galatasaray'ın rakiplerini vurup, kırıp, parçalayacağı, ligde zaten zorlanmayacağı, Şampiyonlar Ligi'nde de olağanüstü bir kazaya uğramazsa rahatça gruptan çıkacağı algısını doğuruyor ki, bu hem yanlış hem de takıma zarar veren bir durum.

Bu açıdan bakıldığında Galatasaray'ın Orduspor'a yenilmesi en basit tabirle "ayakların yere basması" bakımından hayırlı oldu. Zira Galatasaray bu sezon zaman zaman çok iyi bölümler oynasa da hala çoğu yönüyle geçen senenin gerisinde. Şu da bir gerçek ki geçen seneki performans, Şampiyonlar Ligi'nde başarı için yeterli olmaz. Zaten transferler de bu yüzden yapıldı. Elbette Fatih Terim'in kafasındakiler sahaya yansıdığında, oyuncular bireysel kapasitelerini tam anlamıyla uyumlu biçimde ortaya koyabildiklerinde geçen sezonun çok ötesine geçileceği yönünde kuvvetli umut var ancak mevcut durum üzerinden konuşmalıyız.

Manchester United maçının getirdiği dersler

Şampiyonlar Ligi, oyun kalitesi, fizik güç, tempo gibi birçok faktörün yanında "tecrübe" faktörünün de başarının en önemli anahtarlarından biri olduğu bir platform. Galatasaray, camia olarak her ne kadar bu lige alışık olsa da oyuncu grubuna baktığımızda Hamit Altıntop, son dakika transferi Cris, forma şansı bulamayacağı anlaşılan Baros ve dışında gerçek anlamda Şampiyonlar Ligi tecrübesi taşıyan bir isim yok. Bu sezon uzun süre istenilen seviyeye gelemeyen Hamit Altıntop'un, Man Utd maçının en iyilerinden birisi olması da tecrübenin önemini bir yerde ortaya koyuyor. Dünya Kupası yarı finali görmüş, Copa America şampiyonu Muslera ve takımın tartışmasız en büyük değeri Selçuk İnan, kariyerlerinin ilk Şampiyonlar Ligi maçlarına Old Trafford'da çıktılar örneğin.

Belki de bu nedenle Man Utd maçına baktığımızda ilk 20 dakikada sahada "şaşkın" olarak nitelendirebileceğimiz bir Galatasaray vardı.  Mesela Man Utd golünde Muslera'nın hamlesinde Carrick gol yerine penaltıyı düşünüp kendisini bıraksaydı 10 kişi kalacak Galatasaray'ın çok zor anlar yaşaması ve hayal kırıklığı yaratacak bir sonuçla dönmesi muhtemeldi. Ancak 20. dk. sonrasında geride olmasına rağmen, takım oyununu oturttu ve bu sezonki ana strateji olan hızlı yön değiştirmeli bir pas oyununu rakibe kabul ettirmeye başladı. Old Trafford deplasmanı için gayet tatmin edici miktarda pozisyona girildi, makul miktarda risk alındığı için kabul edilebilecek miktarda pozisyon verildi ve genel anlamda gruptaki diğer maçlar için umut vaat eden bir akşam oldu. Yine de Galatasaray'ın hızının daha doğrusu oyun akışkanlığının henüz Şampiyonlar Ligi seviyesinde olmadığı göründü.

Orduspor maçı: Hayırlı mağlubiyet



Man Utd maçındaki yenilgiye rağmen oynanan futbolun yarattığı olumlu hava zayıf Akhisar Bld. maçındaki rotasyon ve gelen farklı galibiyet, Burak Yılmaz'ın golleri sıralamaya başlaması derken hiçbir olumsuzluk yok gibi görünüyordu Orduspor maçı öncesinde. Ancak Hector Cuper, çok emek ve mesai harcayarak kusursuz bir uyum içinde hareket eden bir takım savunması ve bu temel üzerine "çetin ceviz" olarak tabir edilebilecek bir ekip yaratmış. Bu savunma Galatasaray'ı kendi oyunundan çok uzaklaştırdı ve tamamen etkisiz kıldı. Cuper, ayrıca bir satranç ustası misali maç içinde yaptığı taktik hamlelerle de Galatasaray'ı zor durumda bıraktı. Hasan Kabze'nin erken gelen olağanüstü golü de Cuper'in planını uygulamasını kolaylaştırdı. Neticede, Galatasaray ligdeki ilk yenilgisini aldı.

Maçı analiz ettiğimizde kırılma noktasının Hamit Altıntop'un sakatlığı olduğunu düşünüyorum. Bunun nedeni Hamit'in mükemmel oynuyor olması değil. Hamit'in yerine Aydın'ın girmesiyle, Galatasaray'ın enine mesafesi açıldı. İki klasik kanat oyuncusunun çizgilere hapsolmasıyla orta sahada Selçuk ve Melo pas trafiğini kurmakta zorlandılar. Orduspor da kanatları akıllı biçimde kapatınca Burak ve Umut pozisyon bulmakta zorlandılar. Galatasaray'ın en etkili pozisyonu ilk yarıda Amrabat ile Aydın'ın kanat değiştirip savunmanın dengesini bir an bozduğu noktada geldi ki, Burak beklemediği pozisyonu değerlendiremedi.

Orduspor maçının şifreleri aslında Fatih Terim'in geçtiğimiz sezonun içinde yaptığı radikal değişimin parametreleriyle birlikte değerlendirildiğinde çözülür hale geliyor. Şöyle ki Fatih Terim, geçen sezon başında tek santfror ve kenarlarda Kazım&Riera ile klasik bir 4-3-3 sistemi öngörüyordu.  Ancak başta Kazım ve Riera'nın yetersizlikleri yüzünden bu sistem yürümeyince santrfor sayısını ikileyerek 4-4-2'ye döndü. Bu değişikliği radikal olarak nitelendirmemin sebebi ise dizilişten ziyade oyuncu seçimi oldu. Sistem değişirken Kazım ve Riera'yı kanatlara kaydırmak yerine klasik kanat oyuncusu formatından uzak iki merkez adamı Emre Çolak ve Engin'i kanatlara yerleştirdi. Ayrıca takımın daha önde basmaya başlamasıyla savunmanın da öne çıkmasının yarattığı handikapı gidermek için ağır Servet-Gökhan rotasyonunu çöpe atıp çabuk Semih'e yöneldi.

Bu sistemi özetlersek Galatasaray, oyunu rakip alana yıkarak hataya zorlayan bir merkez takımı haline geldi. Emre Çolak ve Engin'in delici özellikleri hem savunma bekleri Eboue ve Hakan Balta'nın (evet onun bile) hücuma daha etkili biçimde katılmasını sağladı hem de Selçuk ve Melo'yu rahatlatarak Galatasaray tarihinin en iyi ve verimli orta ikilisini doğurdu. Bu yapıya uygun bir santrfor olan Elmander de 11 gol gibi ortalama bir rakamla sezonu kapatmasına rağmen oynadığı hayati rolle 20-25 gol atan adamın yapacağı katkıdan fazlasını sahaya koydu.

Elbette bu oyun yapısı da kusursuz değildi. Örneğin Galatasaray orta saha üstünlüğünü kabul ettiremediğinden yani merkezi rakibe kaptırdığında pozisyon bulması imkansız hale geliyordu. Bu yüzden bu sezon kanatlarda yaratıcı gücü arttırmak adına Amrabat ve gerektiğinde merkez, gerektiğinde klasik orta saha oyuncusu olarak kullanılabilecek Hamit Altıntop transferlerinde Fatih Terim çok ısrarcı oldu.

Fakat gelinen noktada Galatasaray'ın sonuç alması için geçen seneki oyun yapısına geri dönmesi gerekebilir. Orduspor maçında cezasından dolayı oynayamayan Engin'in sahada olması çok şeyi değiştirirdi. Engin'in en önemli özelliği, beklenmedik yerlere sızması ve öngörülemeyen bir tarzı olması. Sezona mükemmel başlayan Emre de benzer niteliklere sahip bir isim. Yukarıda bahsettiğim gibi 4 merkezli oyun Selçuk ve Melo'nun verimini de kat be kat arttırıyor. Özellikle Melo'daki düşüş sadece kendi fizik durumundan değil, bu oyun yapısından da kaynaklanıyor.

Amrabat, teknik kapasitesi yüksek olsa da hareketleri öngörülebilen bir oyuncu. Ronaldo veya Robben değilseniz bir kanat oyuncusu için öngörülebilir hareket repertuarına sahip olmak, kaliteli ve önündeki kanat oyuncusundan yardım alan bir bekin onu etkisiz kılmasını kolaylaştırıyor. Amrabat'ın bir zorluğu da Hakan Balta'nın hücuma yeterince destek verememesi ki bu noktada Fatih Terim'in sezon başındaki sol bek isteği anlaşılır hale geliyor. Bu yüzden Amrabat, sadece önde olunan maçlarda farkı arttırmak için ikinci yarılarda oyuna alınabilecek ve bu tür maçlarda yıldızlaşabilecek bir görüntü çiziyor. Rahat alan bulduğu Antalyasapor maçındaki oyunu da bunun göstergesi.

Braga maçı

Fatih Terim'in maç öncesindeki açıklamalarının yukarıda bahsettiğim hususları doğrular nitelikte olduğunu düşünüyorum. Bence Emre ve Engin ilk 11'de başlayacak. Elmander umarım iyi durumdadır çünkü bu tür maçlarda onun varlığı çok önemli. Galatasaray, yılların özlemi ve atmosferin etkisiyle korkunç bir pres yapacaktır ilk dakikalarda. Bu pres golü getirirse maçın kalan dakikaları rahat geçecektir Galatasaray için. Çünkü Cluj maçında da görüldüğü üzere Braga hücuma çıktığında geride büyük boşluklar bırakabiliyor. Bu durumda da hoşgeldin Amrabat, hoşgeldin Burak.

Galatasaray'ın normal şartlarda Braga'yı geçmesi gerekiyor ancak oyun istenilen tarzda gelişmezse panik yapmadan disiplini elden bırakmadan oynamak şart. Geçen yıl hiç de olumlu şekilde hatırlanmayan Beşiktaş'ının Quaresma'nın tek santfor oynadığı düzende deplasmanda Braga'yı nasıl perişan ettiğini de hatırlıyoruz. Ancak belki Braga'nın o maçın 60 dakikasını 10 kişiyle oynadığını, rövanşta da İstanbul'da 1-0 kazanıp Beşiktaş'ı zor durumda bıraktığını unutmuş olabiliriz.

Galatasaray İstanbul'daki Şampiyonlar Ligi serüvenine galibiyetle ara vermişti, galibiyetle devam eder umarım.


Share |

8 Eylül 2012 Cumartesi

Hollanda-Türkiye: Mesut Özil travması, hız ve gelecek








Türkiye, 2014 Dünya Kupası Elemelerinin ilk maçında Amsterdam'da Hollanda'ya 2-0 yenildi. İki ülkenin dünya futbolundaki mevcut konumuna baktığımızda sürpriz bir sonuç değil. Ancak Hollanda'yı takip edenler, son dönem yaşadığı çöküşten sonra yaşanan dönüşüm sürecinin doğum sancılarından haberi olanlar, bütün bunları bilmeseler dahi sadece dünkü maçı seyredenler için Türkiye'nin dün Amsterdam'dan puan çıkaramaması büyük bir hayal kırıklığı oldu.

Dün akşam ikinci kez milli takımın bir maçını yurtdışında izleme fırsatı buldum. İlki Euro 2008 öncesi Bochum'da Uruguay'la oynanan hazırlık maçıydı. Bu yüzden dünkü maç gerçek anlamda ilk deplasman deneyimim oldu. Tribünler yarı yarıya bölünmüştü ama gerek Hollanda tribünlerinde gördüğümüz ufak Türk taraftar grupları gerek Türk taraftarların Hollandalıların sesini bastırması, Amsterdam ArenA'ya deplasman demeye şahit isteyecek bir ortama dönüştürdü.

Maçın analizine geçersek her şeyden önce oyunun ve sonucun tek bir faktöre bağlanmayacak kadar çok boyutlu olduğunu söylemek gerek. Tüm analizlerin odak noktasında ve herkesin dilinde olan, benim de %100 katıldığım Selçuk İnan'ın oynatılmaması konusunun yanında hem Hollanda maçı özeli, hem de grupta bundan sonraki serüvenimiz hakkında ele alınması gereken farklı hususlar var. Yazımın başlığı da hatta biraz bu kafa karışıklığını yansıtıyor denebilir.

Türkiye'yi analiz etmeden Hollanda'ya bir paragraf açmak istiyorum. Dünya futbolunun en büyük taktisyenlerinden biri olan ve özellikle elindeki oyuncu grubuna en uygun sistemi oturtması ve isimsiz oyuncuları parlatacak bir makine düzeni kurmasıyla tanıdığımız Van Gaal henüz bu sürecin başlarındayken, muhtemelen ilerde yıldızları parlayacak birçok oyuncu (özellikle savunma hattındakiler) bir acemiler mangası görünümündeyken, Sneijder'in aklı, Robben'in kalitesi ve Van Persie'nin fırsatçılığı dışında şansı olmayan bir Hollanda'ya yenilmek büyük bir burukluk yarattı. Hollanda'nın bu emekleme sürecinde, gruptaki diğer rakiplere puan kaybedeceğini sezebiliyorum ve bu durumun bizim işimizi zorlaştıracak olması hiç hoşuma gitmiyor. Maçtan önce Flying Dutchman blogda yapılan isabetli analizde öngörülen senaryo dün sahaya yansıdı ve Türkiye özellikle ilk yarıda birçok pozisyon buldu. Fakat buradan yola çıkarak Türkiye'nin Hollanda'yı güç durumlara çıktığını söylemek yanlış olur zira Hollanda kendi kendini zor duruma soktu. Eminim grubun son maçında 2013 Ekim'de çok farklı bir Hollanda göreceğiz sahada.



Türkiye'ye gelince; sahaya çıkan kadronun ben dahil birçok kişiyi şaşırttığı malum. Burada eleştiri oklarının üzerinde yoğunlaştığı Sercan Sararer ve Tunay Torun tercihleri üzerinde durmak gerek. Ben mevcut süreçte bir Mesut Özil travması yaşadığımızı ve bunun etkisi altında yanlış tercihler yaptığımızı düşünüyorum. Bu tabiri biraz açarsam, 2008-09 döneminde Mesut Özil'in Almanya'yı tercih etmesi ve kısa sürede dünyanın en iyi futbolcuları arasına girecek bir performans ortaya koyması, "Onu nasıl kaptırdık?" travmasına ve Avrupa'da yetişmiş hiçbir futbolcumuzu yetiştikleri ülkenin milli takımına kaptırmama saplantısına dönüştü. Bu yüzden oyuncunun kalitesinden çok yurtdışında yetişmiş ve altyapısını orada almış olması ön plana çıkmaya başladı. Bu durumun yaratığı absürtlüklere bir örnek olarak Barış Özbek ve Serkan Çalık'ın Türk milli takımını tercih ettiklerine dair zamanında yaptıkları açıklamaları da hatırlayalım.

Bu konuda bazı gerçekler de var, haksızlık etmek istemem. Türkiye'de altyapıdan oyuncu çıkarmakta zorlandığımız, temel taktik ve oyun bilgisinden yoksun oyuncular yetiştirdiğimiz, 16-17 yaşında yıldız olarak nitelendirdiğimiz oyuncuların 20'lerinde erken çöküş yaşamaları, bazılarının asla üst düzey futbol oynayacak fizik kaliteye erişemedikleri malum. Başta Almanya olmak üzere, Avrupa'da yetişen oyuncuların bu temel eksiklikleri gidermiş olduklarını ve farklı oyun anlayışlarına adaptasyon sıkıntısı çekmediklerini de biliyoruz. Zaten savunmadaki ihtiyacı mükemmel şekilde karşılayan Ömer Toprak, dünya yıldızı olabilecek potansiyeli hala taşıyan Nuri Şahin veya her ne kadar şu an formda olmasa da çok özel bir oyuncu olan Hamit Altıntop'a kimsenin bir itirazı yok zaten.

Sercan ve Tunay'a gelirsek; Sercan'ın Haziran ayındaki kampta bazı maçlarda mükemmel bir performans sergilediği ve kampın sürpriz bir kazancı olarak göründüğü doğru. Ancak Tunay'ın, son zamanlarda Stutgart'ta düzenli oynamadığını da bir kenara bırakırsak, milli takımda göz alıcı bir performansını da hatırlamıyorum. Üstelik ikisinin aynı 11'de oynadığına da şahit olmamıştım yanlış hatırlamıyorsam.

Bireysel olarak kaliteli oyuncular olabilirler ancak dün maç boyunca takımla uyumsuzluk içindeydiler. Kendi başlarına bir şeyler yapmaya çabaladılar ama sonuç üretemediler. Abdullah Avcı'nın onları hızla atağa çıkabilecekleri ve savunma beklerine yardım edecek taktik disiplin ve fizik güce sahip oldukları için tercih ettiklerini tahmin ediyorum ama bu hesap tutmadı. Son yıllarda Almanya mili takımında gördüğümüz, Mesut Özil'in şahikasını oynadığı topu ayağında tutmadan hızlı paslarla sonuca gitme tarzının tam aksine, iki oyuncu da top ayaklarına geldikten sonra doğru tercihi yapana kadar çok vakit kaybettiler ve çoğunlukla da top kaybetmiş oldular.


Stada biraz erken gelmiş bulunduk:)


Buradan hızlı oyun bahsine geçelim. Dün Türkiye'de genel tabirle "oyun kurabilecek", yani topu savunmadan ileriye taşıyabilecek iki adam vardı. Emre ve Arda. Abdullah Avcı "baskın hücum" anlayışıyla savruk Hollanda savunmasına etkin bir hücum pres ve kazanılacak toplar akabinde hızlı hücumlarla gol bulmayı öngörmüştü. Bu planın kısmen işlediği söylenebilir. Ancak hücum presi en önde Umut'la başlatan Arda'nın top almak için defans bloğunun yakınına kadar gelmesi, en yaratıcı oyuncumuzun 70 metre alanda oynamasına yol açtı ki, ne kadar fizik durumu hiç görmediğimiz kadar iyi olsa da, Arda da doğal olarak 70. dakikadan sonra oyundan düştü. Emre kötü bir performans sergilemedi ama Hollanda orta sahasının kendisine yaptığı yakın baskının da etkisiyle takımı hücuma taşıyan tempoyu arttırıcı rolünü üstlenmekten uzaktı. Buna mukabil yerine oyuna giren Nuri Şahin de hayal kırıklığı yaratınca oyunu rakip yarı alana yığıp, hataya zorlayacak hızlı pas trafiğini bir türlü kuramadık. Nuri Şahin'in büyük bir hayranıyım ama Dortmund'daki Nuri Şahin'in. Dünkü Nuri, nedense etliye sütlüye karışmayan, sorumluluk almayan bir havadaydı. Umarım Liverpool ona iyi gelir ve düzelir.

Dün ikinci yarıda Hollanda'ya oyunu biraz daha iyi kontrol etme fırsatı verdi Türkiye, çünkü yorulmuştu. Ancak hiçbir zaman alışıldık Hollanda hakimiyetini kuramadılar. Yani Türkiye hızlı biçimde oyunun yönünü değiştirerek, sık ve hızlı pas yaparak oynamalıydı. Pas yapma konusunda başarılı olundu zaman zaman ancak hücumda rakibi hataya zorlayacak hızdan uzaktı oyuncular, kimse boşluklara zamanında hareketlenmedi. Bunun için uyumlu bir takım olması gerektiği kesin ancak Türkiye'nin elindeki oyuncu kalitesinin her şeye rağmen dün bunu başarabilecek seviyede olduğunu kabul etmek gerek ki bu da bizi en başta söylediğimiz Selçuk İnan'ın hiç oynamaması ve rakip savunmanın hatalarını en iyi biçimde değerlendirecek Burak Yılmaz'ın oyuna çok geç girmesi konusuna geri götürüyor.

Türkiye dün 2-0 kaybetti. İlk gol duran topta alan savunması yapan takımların yiyebileceği klasik gollerden, ki bu alan savunması konusu başta Uğur Meleke  olmak üzere birçok yazar tarafından irdeleniyor. Benim alan savunmasına itirazım yok, bir teknik direktör tercihidir ancak neden her iki direğe de adam yerleştirilmediğini sorgulamadan edemiyorum. Eğer uzak direkte bir oyuncu olsaydı, Türkiye dün o ilk golü yemeyecekti.

Türkiye savunması kötü değildi. Semih-Ömer Toprak ikilisi milli takımı uzun yıllar götürebilir. Sadece Hamit Altıntop'un son iki sezonda çok az oynamasının kendisini son derece olumsuz yönde etkilediğini üzülerek gördük. Zaten çabuk bir oyuncu değildi ama dün Robben karşısında aciz durumlara düştü. Galatasaray'da düzenli oynadıkça fizik kalitesini yükseltecek ve toparlanacaktır ama şu anki haliyle Gökhan Gönül'ün önünde oynamayı hak etmiyor. Hollanda sürekli onun tarafından atak yaptı. Özellikle Snejder (ki bence Hollanda adına sahanın en iyisiydi) sık sık sol kanada gelerek hücumları şekillendirmeye çalıştı.

Önümüzdeki maçlar için karamsar olmaya gerek yok ama çok umutlu olmak için de henüz bir sebep yok. Bence çok ters bir kura çekti Türkiye. Macaristan, Romanya ve Euro 2012 play-off'u oynayan Estonya ters sonuçlar alabilecek rakipler. O yüzden Salı akşamı ilk maçta evinde Romanya'ya kaybeden Estonya'yı yenip en azından kendilerine, "sen bu yarışın dışındasın" mesajını vermek çok önemli.



Son olarak taraftardan bahsetmek istiyorum. Maalesef sesimiz gür ancak etkimiz sınırlıydı. Destekten ziyade orada Türklerin varlığını ve çoğunlukta olduğunu gösterme isteği ön plandaydı.  Sanki sadece facebook'a fotoğraf koymak amacıyla bir gösteriye giden birinin zihniyeti hakimdi.  Bu yüzden etkin bir tezahürat olamadı. Bunun arka planında birçok sosyolojik faktör var elbette, oralara girmek istemiyorum.

Taraftar grupları arasında dostane bir atmosfer vardı. Metrodan stada beraber geldik, otoparka birlikte yürüdük. Hiçbir gerginlik olmadı. Tezahürat ve sloganlar da bu minvaldeydi. Sadece sosyal medyaya da yansıyan "ayağa kalkmayan Ermeni olsun" tezahüratından büyük hicap duydum ama onun kaynağının da küçük bir grup olduğunu ve tribün genelinde çok fazla karşılık bulmadığını söylemeliyim.

Türk futbolunun geleceği açısından 2014 Dünya Kupası'na katılmak çok önemli. Futbol ekonomisi ne denli büyük olursa olsun, bir büyük turnuvayı daha kaçırmak, kulüp takımlarının Avrupa'daki durumuyla da birlikte düşününce 1995 öncesine dönüş anlamına gelebilir. Kaliteli bir oyuncu grubumuz var, umarım bu sınavı geçeriz.

















Share |

4 Eylül 2012 Salı

2012 yaz sezonunun en iyi 50 transferi





2012-2013 sezonu öncesinde Avrupa'da transfer dönemi 31 Ağustos'ta sona erdi. Birkaç yıldır olduğu gibi, bu kez de birçok transfer son güne bırakıldı. Spor siteleri, bloglar, twitter hiç olmadığı kadar yoğun bir trafik yaşadı. Son günün başdöndürücü trafiğinde kulüpler dakikalar içinde kayıplarını telafi etmeye çalışırken, bazı takımların kadrolarını gereğinden fazla şişirdiğini, bazılarının gerekli takviyeleri yapamadığını (Arsenal, Milan), kulüplerince istenmeyen bazı büyük yıldızların ise (Kaka) kapağı herhangi bir yere atamadığını gördük.

Transfer sezonuna dönüp baktığımızda birkaç isim haricinde geçtiğimiz yıllara oranla sönük geçtiğini söyleyebiliriz. Bunda elbette Avrupa'daki ekonomik kriz ve bununla da bağlantılı olarak maddi gücü rahat, Avrupa dışından sıcak sermayeye sahip bazı kulüpler dışında çoğu kulübün durumunun büyük harcamalara imkan vermemesi etkili oldu.



Transfer dönemin geride kalmışken, Avrupa'nın en büyük 5 liginde bu yazın en iyi 50 transferini bir sıralamakta fayda var. Liste elbette kişisel. Şunu da belirtmeliyim ki, bonservis ücreti, yıllık ücret  veya kiralık olması gibi kriterlere bakmadım. Oyuncunun kulübe uyumu, kulübün ihtiyacı ve yapacağı muhtemel etkiye göre bir sıralama yapmaya çalıştım.

Tabii bir de Rusya faktörü var. Masaya geç oturup en görkemli siparişi onlar verdi. Hele Avrupa'nın genelinde transfer bittikten sonra Zenit'in yaptığı Hulk ve Witsel ile Anzhi'nin Lassana Diarra transferleri deyim yerindeyse dudak uçuklattı. Sanırım, gelecek sene böyle bir liste yaptığımda Rusya'yı dahil etmemek büyük bir hata olacak.


1.         Eden Hazard              Lille                                        Chelsea
2.         Zlatan Ibrahimoviç     Milan                                      PSG
3.         Robin van Persie        Arsenal                                   Man Utd
4.         Luka Modriç              Tottenham                              Real Madrid
5.         Thiago Silva               Milan                                      PSG
6.         Santi Cazorla              Malaga                                   Arsenal
7.         Javi Martinez              Athletic Bilbao                       Bayern
8.         Alex Song                  Arsenal                                   Barcelona
9.         Marco Reus                B. Mönchengladbach             Dortmund
10.       Hugo Lloris                Lyon                                       Tottenham
11.       Lucio                          Inter                                       Juventus
12.       Maicon                       Inter                                       Man City
13.       Shinji Kagawa            Dortmund                              Man Utd
14.       Jordi Alba                   Valencia                                 Barcelona
15.       Rafael van der Vaart  Tottenham                              Hamburg
16.       Ezequiel Lavezzi        Napoli                                    PSG
17.       Lukas Podolski           Köln                                       Arsenal
18.       Javi Garcia                  Benfica                                   Man City
19.       Nuri Şahin                  Real Madrid                           Liverpool
20.       Joe Allen                    Swansea                                 Liverpool
21.       Mario Mandzukiç       Wolfsburg                              Bayern
22.       Kwadwo Asamoah    Udinese                                  Juventus
23.       Giampaolo Pazzini     Inter                                       Milan
24.       Moussa Dembele        Fulham                                   Tottenham
25.       Luuk de Jong             Twente                                   B. Mönchengladbach





26.       Oscar                          Internacional                          Chelsea
27.       Sebastian Giovinco    Parma                                     Juventus
28.       Jan Vertonghen          Ajax                                       Tottenham
29.       Olivier Giroud            Montpellier                             Arsenal
30.       Jack Rodwell              Everton                                  Man City
31.       Ibrahim Afellay          Barcelona                               Schalke
32.       Niklas Bendtner         Arsenal                                   Juventus
33.       Gregory van der Wiel Ajax                                       PSG   
34.       Clint Dempsey           Fulham                                   Tottenham
35.       Emanuel Adebayor    Man City                                Tottenham
36.       Julio Cesar                  Inter                                       QPR
37.       Riccaro Montolivo     Fiorentina                               Milan
38.       Cristian Rodriguez     Porto                                      Atletico Madrid
39.       Nigel de Jong             Man City                                Milan
40.       Dimitar Berbatov       Man Utd.                               Fulham
41.       Pablo Hernandez        Valencia                                 Swansea
42.       Bas Dost                     Heerenveen                            Wolfsburg
43.       Marvin Martin            Sochaux                                 Lille
44.       Esteban Granero         Real Madrid                           QPR
45.       Milan Badelj               Dinamo Zagreb                      Hamburg
46.       Xherdan Shaqiri         Basel                                      Bayern
47.       Gaston Ramirez          Bologna                                  Southampton
48.       Lucas Moura              Sao Paulo                               PSG
49.       Aly Cissokho              Lyon                                       Valencia
50.       Mikael Essien             Chelsea                                   Real Madrid










Share |

31 Ağustos 2012 Cuma

Geri dönüş - Şampiyonlar Ligi


Türk futbolunun Avrupa kupalarında bugüne kadar en başarılı takımı olan Galatasaray, 19 Eylül tarihinde Old Trafford'da Manchester United karşısına çıkarak 6 yıl sonra Şampiyonlar Ligi'ne dönüş yapacak ve Galatasaray taraftarları yıllar sonra orta yuvarlaktaki o yıldızlı bayrağın dalgalanmasından  ve çalan marştan ayrı bir zevk duyacak elbette.



Galatasaray gibi bir takım için 6 yıl çok uzun bir süre. Şampiyonlar Ligi'nde son oynanan ve Galatasaray'ın 3-2 kazandığı Liverpool maçında tribündeydim. Aradan geçen sürede köprünün altından çok sular aktı. Hatta geyiğe vurursak, o gün doğan çocuklar bugün okula başlayacak.

Galatasaray, 2012-13 yılında Şampiyonlar Ligi'nde 11. kez mücadele edecek. Fatih Terim'in de Galatasaray başındaki 6. deneyimi olacak bu. Ünal Aysal yönetimi 2010-11 sezonu sonunda yönetimi devraldığında enkaz halinde olan bir takımın, bugün Şsampiyonlar Ligi'nde Manchester United'ın ardından grubun favorisi konumuna gelmiş olması tabii ki çok olumlu bir tablo ama bunun sürdürülebilir olması için kağıt üzerindeki hesapların gerçeğe dönüşmesi lazım.

Galatasaray'ın Avrupa'da Türk futbolunun bayrağını taşıdığı günler çok geride kaldı. Son 10 senedir "Avrupa Fatihi" unvanını hak ettiğini gösterecek bir performans ortaya konamadı. Bunun en büyük nedeni elbette yönetimden başlayan bir organizasyon bozukluğu silsilesi ve istikrarsızlık. Düşünelim; Galatasaray son Şampiyonlar ligi maçına çıktığından beri çalışan teknik direktörleri bir sayarsak: Gerets, Feldkamp, Cevat Güler, Skibbe, Bülent Korkmaz, Frank Rijkaard, Gheorghe Hagi, Bülent Ünder, Fatih Terim... 5 yıl 9 ayda 9 farklı teknik adam...

Esasında bu tablo çok farklı da gelişebilirdi. Şampiyon takımın üzerine yapılan isabetli takviyelerle (Baros, Kewell, Meira, De Sanctis) iyi bir kadro kurulmuşken, Steaua Bükreş'e Şampiyonlar Ligi ön elemesinde elenmek belki birkaç yılın kaybedilmesine neden oldu. Aslında De Sanctis ve Baros transferlerinin geç kalmış olduğunu düşünürsek, bu hezimet de bir yönetim zaafından kaynaklanıyordu diyerek, Galatasaray'ın o sezon Şampiyonlar Ligi'ne kalmayı başarabilseydi, iyi sonuçlar alabileceğini varsayabiliriz. Zira gayet de bir Şampiyonlar Ligi seviyesinde sayılabilecek Hertha Berlin, Benfica, Metalist'ten müteşekkil gruptan rahat çıkıp, Bordeaux'yu elemiş, Skibbe'yi gönderidkten sonra sebepsiz bir Lincoln krizinin gölgesinde Hamburg'a kılpayı elenerek UEFA Kupası'nda çeyrek finalin kapısından dönmüş bir kadrodan bahsediyoruz.

2008 Ağustos'taki Steaua Bükreş maçı Galatasaray için bir dönüm noktasıydı.

Neticede bu fırsat kaçtı. Aslında bir fırsat da Rijkaard'ın ilk senesinde geldi. 2009-10 sezonunda UEFA Avrupa Ligi'nde iyi bir performans sonrası Atletico Madrid zaferi tabloyu tersine çevirebilirdi. Olmayınca, flaş transferlere devam edilmesine rağmen başarı gelmeyince malum hikayeler, huzursuzluklar baş gösterdi. Sonra da günü kurtarma adına vizyon kaybedildi, hatalar üst üste geldi ve malum hikaye Galatasaray Futbol Takımı, tarihinin en berbat günlerine doğru tepetaklak yuvarlandı.

Dibe vurduktan sonra ayağa kalkmayı ve beklentilerin ötesine geçmeyi başaran Galatasaray için beklenen aşama nihayet geldi. Günümüz futbolunda Şampiyonlar Ligi'nin kulüplerin futbol ekonomisi açısından ne denli önem taşıdığı herkesin malumu. Geçen sezon ayağa kalkan bebeğin, sağlam adımlar atmaya başlaması için bu fırsatı iyi değerlendirmesi şart. 

Şu an itibarıyla bir Galatasaray taraftarının umutlu olmaması için hiçbir neden yok. Özellikle dün çekilen kurada şansın Galatasaray'ın yanında olması da bu umudu arttırıyor elbette. İlk torbadan Manchester United, geçen sene Basel'den elenmenin dersini çıkararak işi sıkı tutacağından rahatlıkla onları birinci sıraya yazabiliriz. Braga, 2. torbadan gelebilecek en iyi takım. 2011'de UEFA Avrupa Ligi'nde finale yükseldikten sonra aynı seviyede kalamadılar. Geçen yıl Beşiktaş'a elenen takımdan güçlü değiller. Son torbadan gelen Cluj ise Basel'i eleyerek sükse yapmış olsa da, önemli yıldızlarını kaybetmiş olan Basel'in geçen seneki başarıyı kazanan ekibin çok uzağında olduğunu unutmamak lazım.

Galatasaray'ın normal şartlarda bu grupta çok fazla zorlanmadan 2. sırayı alması gerek. Fatih Terim'in de uefa.com'a verdiği mülakatta belirttiği gibi, esas önemli olan rakipten bağımsız olarak Galatasaray'ın performansı.



Galatasaray coach Fatih Terim: "Manchester United are a team who everybody must respect. Many years ago, Galatasaray had a success against Man United. I hope we can repeat that. Braga have done a good job in recent years. Football is a serious business and we shouldn’t underestimate anybody. This will be our key principle. We set our target as qualifying from the group long time ago. Matches are won on the pitch. Therefore we’ll prepare in the best way we can to achieve this. I was going to say the same regardless of the teams we were paired with. I don’t rely on luck. I never had. If you don’t put in enough effort, you may finish this group in fourth. Without thinking of the power of our opponents, we have to focus our own game. Let this be a good campaign for whole Galatasaray community. Europe missed Turkey and so do Galatasaray. I hope it will be a long European journey."

Geçen sezonki dört merkez orta sahalı, hareketli hücuma ve prese dayalı oyun temelinde daha zengin hücum varyasyonları içeren bir plan sahaya sürülmeli. Takımın tüm parçalarıyla hazır olmadığı, özellikle Ujfalusi'nin ağır sakatlığı sonrası bu yapıya uyabilecek bir stoper transfer edilmesinin gerektiği görülüyor. Sanırım 1-2 hafta içinde gerek Galatasaray'ı, gerek rakipleri daha iyi biçimde analiz etme fırsatı bulacağız. Diğer yazı da o güne kalsın o zaman.

Şimdi anın keyfini çıkarmalı, yeniden Şampiyonlar Ligi'ndeyiz.

11 Haziran 2012 Pazartesi

Euro 2012: D Grubu

D Grubu: Ukrayna, İsveç, İngiltere, Fransa



Yazıyı öyle bir geciktirdim ki neredeyse ilk maçlara yetiştirmem mümkün olmayacaktı. Neyse ki D Grubu'ndaki takımlar henüz sahaya çıkmadı, ben de bu yazının esas konsepti olan "öngörü" niteliğini kaybetmemeyi başardım.

Evsahibi Ukrayna aslında çektiği kura için kendini şanslı hissedebilirdi; diğer evsahibi Polonya'nın çektiği kura ve  kendilerinin ciddi bir gerileme içinde olduğu hesaba katılmasaydı. Mamafih, Ukrayna turnuvaya ciddi sıkıntılar içinde giriyor. Ülke zaten eski Başbakan Yulia Timoşenko'nun durumu ve Cumhurbaşkanı Yanukoviç'in "otoriter" eğilimleri yüzünden Batı'nın ağır eleştirileri altında. Birçok ülke de siyasi düzeyde turnuvayı boykot edeceğini açıkladı. Turnuva öncesindeki dönem tesislerin yetişip yetişmeyeceği sıkıntılarıyla geçmiş, birkaç ay önce de sokak hayvanlarının turnuvanın bekası için katledildikleri haberleri sosyal medyayı kaplamıştı. Neticede, Ukrayna evsahibi sempatisini haiz değil Avrupa kamuoyunda, futbol takımı bu sempatiyi sahada kazanabilir mi? Tymoschuk ve Shevchenko gibi saygı duyulacak üst düzey profesyonelleri saymazsak zor görünüyor. Neden mi? Çünkü, takım altın yılları geride bıraktı ve Aliev, Garmash gibi isimleri saymazsak kendini yenilenmeyi başaramadı. Futbolculuk kariyerine ne kadar saygı duysak da Blokhin, takımın oyun anlayışını da yenileyemedi. Ukrayna, çok statik ve düz bir futbol oynuyor. Ne bugünün futbolunun gerektirdiği hıza ne de tempoyu kontrol etmelerini sağlayacak pas kalitesine sahipler. Savunmaları da zayıf. yine de oyunun kaderini değiştirebilecek oyuncuları ve üst düzey bir fizik kaliteleri var. İlk maç evsahibi olmanın hevesiyle İsveç önünde alabilecekleri bir galibiyet öngörülen kaderi terse çevirebilir, ama bunun kolay olmadığını düşünüyorum. Sanırım en iyi senaryo, en azından ülke futbolunun efsane ismi Shevchenko'nun kariyerine kendi evinde gollerle veda etmesini dilemek olacak.

İsveç, turnuvaya en iyi 2. kontenjanından geldi. Elemelerde Hollanda yerine başka bir takıma düşselerdi gayet rahat grup lideri olabileceklerinin de sinyalini verdiler. İsveç'i konuşurken İbrahimoviç'i bir kenara takımın bütününü bir kenara koymak lazım. Kaleci Isaakson ve stoper Mellberg'in eskisine göre bir hayli gerilemiş olduğunu görmezden gelirsek, çok iyi bir takım kimyası var karşımızda. İskandinav ekolünün temel özelliklerini taşıyan ve aynı zamanda hızlı ve hücumu seven bir takım. Ljungberg ve Larsson gibi isimlerin Lagerback'ın sıkıcı takımı yerine Hamren'in takımında oynayabilmiş olmalarını isterdim.Ibrahimoviç'i bir parantez açmak lazım demiştim, ondan bahsedelim. Onun milli takımı sahiplendiğini ve kaptan olmanın sorumluluğunu yerine getirmek için çalışacağını biliyoruz, Avrupa'nın en yetenekli 7-8 oyuncusu arasında olduğunu da. Eğer Ibrahimoviç, standardının üzerine çıkıp, kendisini turnuvanın yıldızı yapabilecek, fark yaratabilecek bir performansı sahaya koyabilirse, İsveç hayal ettiğinin çok ötesinde yerlere gidebilir. Son olarak, Elmander'i büyük bir heyecanla izleyeceğimi de belirtmeden geçemeyeceğim.

Grubun babalarına gelince, ilginçtir Euro 2004'te de grubun açılış maçında karşılaşmışlar, İngilizlerin daha iyi oynadıkları maçı Zidane&Henry farkı Fransızlara getirmişti. Fransa, Euro 2008 ve Dünya Kupası'nda yaşadığı ve kabağın çoğunlukla haklı nedenlerle Domenech'in başına patladığı kabusların ardından, teknik adam olarak rüştünü ispat etmiş ve geçen yıl yaşanan ırkçılık temelli tartışmalarda da krizi iyi yöneterek saygınlığını korumayı başaran Laurent Blanc yönetiminde yenilenmeyi başarmış olarak Ukrayna'ya geliyor. Kadro, yedeklerle birlikte düşünüldüğünde derin ve göz kamaştırıcı. Savunma hattı yeterince sağlam, hücumda ise Fransa U17 takımını 2004'te Avrupa Şampiyonluğu'na taşıyan Nasri-Ben Arfa-Menez-Benzema dörtlüsü buluşup yanlarına Ribery'i de almış şekilde karşımızda olacaklar. Blanc, sistemi oturttuktan sonra 20 maçtır yenilmediklerini ve hazırlık maçlarının en sükse yaratan takımı olduklarını da es geçmemek lazım. Fransa, turnuvadaki takımlar arasında oyunun yönünü en efektif ve en hızlı biçimde değiştiren takım. Üstelik bitirici noktada da sağlam isimler var ve özellikle Benzema çok formda. İngiltere'yi yenmeyi başarırlarsa havaya girip finale doğru yürüyebilirler. Şu ana kadar Almanya ve İspanya'yı izlemiş olarak, konuşmak için erken olsa da bu ihtimali göz ardı etmemek gerektiğini düşünüyorum.

İngiltere, dünyada hakkında en çok konuşulan, spekülasyon ve dedikodu üretilen milli takım belki de. Bunun temel sebebi "düşman başına" diyebileceğimiz bir medya. Buna karşılık ortada enteresan bir paradoks var. Dünyanın en çok bilinen takımının, Hudgson yönetiminde nasıl bir anlayışla sahada olacağı, neler yapacağı meçhul, tam bir kapalı kutu yani. Üstelik bu kez beklentiler düşük. Turnuva öncesinde bir takımın başına gelebilecek bütün aksiliklerin onları bulmuş olması da cabası. Detaylara girmiyorum, dostum Çetin Cem Yılmaz'ın yazısında en leziz halini bulabilirsiniz. Bu duruma epik bir hikaye yakışır artık. İlk 2 maç cezasından ötürü oynayamayacak Rooney'nin son maçta Ukrayna karşısında son dakika golüyle takımını Çeyrek Final'e çıkarması sonra havaya giren İngiltere'nin finale yükselip penaltılarla kaybetmesi gibi...Umarım en kötü senaryo olup da Fransa ve İsveç'e yenilip evine dönmez İngiltere. Umarım diyorum, çünkü olmayacak bir şey değil.




Share |

8 Haziran 2012 Cuma

Euro 2012: C Grubu

C Grubu: İspanya, İtalya, Hırvatistan, İrlanda Cum.



C Grubu'ndaki takımların kendi aralarındaki istatistiklere bakıldığında, grubun ilginç bir kimyasının olduğu görülüyor. İspanya'nın İtalya'yı uzun süredir yenememesi (Euro 2008'de penaltılarla geçmişlerdi), İtalya'nın Hırvatistan'a karşı galibiyetinin olmaması, İrlanda'nın başında tunuvanın en tecrübeli hocası efsane İtalyan Trapattoni'nin bulunması ilginç karşılaşmaları beraberinde getirecek. Gennellikle yorumlarda grubu İspanya'nın rahatlıkla lider bitireceği, yeni bir şike skandalı ile sarsılan İtalya ile 2.lik mücadelesi yapacak Hırvatistan'ın bir adım önde olduğu, herkesin kadro istikrarı ve bir nevi kulüp takımı olması yönüyle övdüğü İrlanda'nın ise sürpriz kovalayacağı yazılıyor. Bakalım sürpriz olacak mı?

İspanya için fazla söylenecek bir şey yok. 2008 ve 2010'un şaöpiyon takımı ana omurgasını koruyarak geldiği bu turnuvanın da favorisi. Puyol'un eksikliği iyi ve tecrübeli bir stoperden öte, takımın hırs ve yürek açısından geri kalmasına yol açacak. Şöyle bir örnekle somutlaştırırsam; Galatasaray, Bülent Korkmaz'dan çok daha kaliteli stoperler bullabilirdi ama Bülent Korkmaz olmadan UEFA'yı alamazdı. Villa'nın eksikliği ise oyun anlayışı açısından daha büyük handikap. Llorente ne kadar iyi bir santrfor olsa da Villa'nın uyumunu yakalaması zor. Bu noktada, kabus gibi 2 sezon geçiren ve ancak toparlanmaya başlayan Torres'in performansı çok önemli. Şahsen kendisinin dünyanın en iyilerinden biri olduğunu yeniden düşündürecek bir performans sergileyebileceğini düşünüyorum. Aksi halde, Soldado ve Adrian'ın niye kadroda olmadığı daha çok sorgulanacaktır. Del Bosque, orta saha kurgusunu genelde bozmuyor. Xabi Alonso-Busquets bir arada oynadığında ben takımın akıcılığının olumsuz etkilendiğini düşünüyorum. Hücum hattı çok hareketli olan Almanya gibi takımlar dışında bu formasyon yerine Xabi-Xavi-Iniesta ile oynamak ve ileri hattı da Silva-Torres-Mata şeklinde luşturmak daha akla yatkın geliyor bana. İspanya, 2010'da ilk maçını kaybetmişti ama sonrasında kayıpsız Dünya Kupası'na uzanmıştı. Şimdi İtalya'ya yenilseler dahi aynı şekilde toparlayacaklarını, kabus görmeyeceklerini tahmin ediyorum.

İtalya turnuvanın en heyecan verici takımlarından. Avrupa futbolunun klasik "büyüklerinden" biri olmalarına rağmen bu turnuvaya tabir caizse süngüsü düşmüş bir halde geliyorlar. Liglerinin son yıollarda ivme kaybetmesi, bitmek bilmeyen şike skandalları, yıldız yetiştirmekte zorlanan bir ekol ve daha nice sebep İtalya'yı geride bırakıyor. İşte onların da heyecan verici yönü bu noktada başlıyor. Prandelli, gerek bugüne kadar sahaya yansıttığı futbol aklı ve elemelerdeki göz kamaştıran performansla, gerek şike meselesindeki tutumuyla birçok futbolseverin sempatisini kazandı. Elit ligler arasında 3-5-2'nin en sık rastlandığı yerin Serie A olmasından hareketle, Prandelli'nin bu sistemi seçmesi ihtimal dahilindeydi ama muhtemelen orta üçlünün teknik kapasitesine güvenerek 4-3-1-2 oynayacaklar. O bahsedilen "1" (muhtemelen Montolivo oynayacak) Del Piero ve Totti kalitesinin çok uzağında. Diğer yandan savunma hattı da isim isim bakıldığında "savunma" kitabını yazmış bir ülke için zayıf kalıyor. Buffon'un tartışılamz kalitesi bir yana, İtalya'nın kaderini forvet hattının başarısı belirleyecek. Burada iki enteresan öykü var. Sürekli kaybolup gitmenin kıyısından dönen "kötü çocuk" Balotelli ve ağır bir rahatsızlığın ardından sahalara dönen Cassano. İkisi de birbirinden yetenekli olan bu isimlerle yola çıkmak riskli ama birinden biri bile Haziran 2012'nin hikayesinde başrolü üstlenmeye niyetlense, İtalya'yı bulutlatın öteisne taşıyabilir. Şahsen böyle bir hikayeyi okumak isterdim.

Hırvatistan, katıldığı ilk büyük turnuva olan 1998'den beri tarafsız futbolseverlerin çok sevdiği bir takım olagelmiştir. Her zaman hücumu düşünen, teknik yönü ön planda bir ekol olan Hırvatistan'ın Biliç yönetiminde Euro 2012'ye gelen kadrosu da bu yapıda. Bu yüzden turnuvanın gizli favorilerinden olarak gösteriliyorlar. Avrupa'nın en iyi kanat oyuncularından Srna, yetenekli orta saha oyuncuları Modriç, Rakitiç, Perisic ve Krajncar ve hücumda bu sezonun ikinci yarısında Everton'da harikalar yaratan Jelavic, Mandzukic ve Eduardo. Buna mukabil, Kovac futbolu bıraktıktan sonra, bu tür takımlar için hayati önemi haiz çapa rolünde ciddi bir sorun yaşıyorlar. Ayrıca savunma da yeterince güvenilir değil, Beşiktaş'ın gözleri görmüyor diye gönderdiği Gordon ve diğer stoperler fazlasıyla ağır. Bir konu daha var ki, onu da söylemeden geçemeyeceğim. Biliç, belki rock gitaristi olmasından belki de tarzı ve karizmasından bir mit oluşturmuş durumda ama onu o kadar da başarılı bulmuyorum açıkçası. Euro 2008'de Almanya'yı yenerek gruptan çıktılar ama yarı finale gidemediler (tamam çok istisnai bir maçtı ama neticede Türkiye'yi yenemediler) sonrasında 2010 Dünya Kupası'na gruplarını 3. sırada bitirip kalamadılar, 2012 elemelerinde de hiç parlak bir görüntü çizmeyip, play-off'ta Türkiye'yi en kötü haliyle yakalayıp 2008'in intikamını aldılar. Kısacası Hırvatistan bana biraz "overrated" geliyor, bunu da mahcup olmayı göze alarak açıkça söylüyorum. O yüzden     gruptan çıkmakta zorlanacakları kanısındayım.

İrlanda, turnuvanın en yaşlı takımlarından biri. Bunun temel sebebi, Trapattoni'nin hep bildiği oyuncularla, belirli bir düzene sadık kalarak, bir kulüp takımını yönetir gibi bir tarz benimsemesi. Yılların Robbie Keane'i ve zaman zaman parlayan McGeady dışında Premier Lig'in vasat takımlarında oynayan oyuncular takımın ağırlığını oluşturuyor. Kısacası, Euro 2004'te Yunanistan "Rehhagel'in takımı" idiyse, bu takım da  "Trapattoni'nin takımı" olacak. İlk maçta Hırvatistan'ı yenmeyi başarabilirlerse ilginç işlere imza atabilirler. Bu durumda 18 Haziran akşamı Trapattoni için ülkesine karşı ilginç bir sınava dönüşebilir. Unutulmasın Euro 88'de Jackie Charlton, İrlanda'nın başında ülkesi İngiltere'yi yenerek onları kupadan elemeyi başarmıştı.

Gözler belki ölüm grubunda olacak ama bu grubun da ilginç hikayeler vaat ettiği kesin.







Share |

7 Haziran 2012 Perşembe

Euro 2012: B grubu

B Grubu: Almanya, Portekiz, Hollanda, Danimarka



Turnuvanın Ölüm Grubu'na hoş geldiniz. Euro 2012'nin en büyük üç favorisinden ikisini ve Avrupa'nın en iyi futbolcusunu barındıran bir takım burada. Bitmedi, hiçbir grupta üç eski şampiyonlardan birden yok. Dahası, Almanya ve Hollanda arasındaki çetin ezeli rekabet, Portekiz'in 1996'dan beri katıldığı tüm şampiyonalarda gruptan çıkmayı başarması, Danimarka'nın grupta Portekiz'i geçerek lider bitirmiş olması durumu kızıştırıyor.


Normal şartlar altında Almanya ve Hollanda'nın ilk iki sırayı alması bekleniyor elbette. İlk maçı kendi aralarında oynamayacak olmaları da, ilk maçlarını kazanmaları halinde, onlar için bir avantaj. Ancak, ilk maçta olası bir puan kaybı 13 Haziran gecesi Kharkiv'deki randevuyu 1988 veya 1990'ı hatırlatan bir ölüm kalım maçına dönüştürebilir.

Almanya, Avrupa Şampiyonaları tarihinin en başarılı ülkesi ve son finalist. 2066'dan beri gözle görülür bir değişim ve gençleşme süreci geçirerek kafalardaki sıkıcı imajı silip, hızlı ve heyecan verici bir takıma dönüştüler. Euro 2012, bu gençleşme sürecinin şahikası olacak zira Almanya turnuvadaki en genç kadroya sahip. Bugüne kadar bu tür turnuvalarda en genç takımın aynı zamanda en büyük favori olduğuna rastlanılmış mıdır, emin değilim. Almanya, Löw'ün ana çizgiyi bozmadan sürekli zenginleştirdiği bir oyun anlayışıyla hızlı ve iştahlı bir oyun oynuyor. Pas oyunuyla süratli oyunu birleştiriyor, kazandığı maçları çok kolaymış izlenimi vererek kazanıyor. Oyun tarzı bir nevi Real Madrid'e benziyor. Ronaldosuz ve daha kollektif bir versiyonuna. Takımın yıldızı Mesut Özil, hiçbir zaman "one man show" şeklinde sahne almayıp, düzen içinde fark yaratan bir isim. İdeal 11 haricinde Götze, Reus, Schürrle gibi patlamaya hazır genç yıldızlar Almanya'nın en önemli artılarından biri olacak.

Portekiz kağıt üzerinde göz kamaştırıcı bir kadroya ve sağlam hücum silahlarına sahip. Ancak takım uyumunda eksik bir şeyler var. Bence en önemli sorun santrfor eksikliği. Almeida veya Postiga, Nani ve Ronaldo'nun oynadığı bir forvetin tamamlayıcısı olacak nitelikte değiller. Ben Bento'nun yerinde olsam belki Ronaldo'yu kanat yerine santrfor olarak kullanıp, oyunu daha çok kendi alanımda kabul eden ve hızlı ataklara dayalı bir oyun düzeni kurardım. Çünkü Portekiz oyunun merkezini ne kadar ileri taşırsa, savunması o kadar açık veriyor. Bunu önlemek için Veloso, Moutinho, Meireles üçlüsünün bir yandan kendi standartlarının üzerine çıkması diğer yandan da kendi aralarında ve savunma hattıyla uyum içinde oynayabilmeleri gerekiyor. Yine de Cristiano Ronaldo'nun olduğu takım her ana her şeyi yapabilir.

Hollanda hakkında objektif değerlendirme yapmam zor. 1988'in unutulmaz kadrosu beni bu tür turnuvalarda bir portakal müptelası yaptı ve vazgeçmeden onları destekledim. Bu yıl forma bile aldım ama bugüne kadar şampiyonluk göremedim, ayrı. Bu süreçte büyük yıldızlar da gördük vasat kadrolar da. Çoğu zaman göze hoş gelen ve sonuç alamayan bir takım vardı. Van Maarwijk bu döngüyü 2010 Dünya Kupası'nda kırdı. Topa hakim olan ve orta tempolu bir pas oyunun tercih eden yapı 1978'den bu yana Hollanda'yı Dünya Kupası'ndaki ilk finaline taşıdı. Aynı anlayış ve büyük ölçüde aynı kadro devam ediyor ama önemli farklar var. Birincisi o yıl kariyerlerinin zirvesini gören Sneijder ve Robben biraz gerilediler. İkincisi takım 2 yıl daha yaşlandı, Sneijder ve Robben henüz 30'u görmediler ama yine de yaş önemli bir faktör. Avantajlar ise Huntelaar ve Van Persie'nin çok iyi birer sezonu geride bırakmış olmaları. Santrforda hangisi oynayacak merak diyorum. Acaba 2006 Dünya Kupası'nda Van Nistelrooy'un santrdor, Van Persie'nin sol açık oynadığı düzen uygulanabilir mi?

Danimarka'nın kadrosu gruptaki en zayıf ve hücum anlamında en kısır kadro gibi görünse de, uzun yıllardır takımın başında olan bir teknik direktör ve birlikte oynama alışkanlığı olan oyuncuların getirdiği avantajla gruptan çıkmak için mücadele edecekler. İlk maçta Hollanda'dan puan alırlarsa, Portekiz'i yenip bir anda avantajlı konuma da gelebilirler. Sağlam bir savunma hattı olmasına karşın, hücum hattında sıkıntıları olduğunu düşünüyorum. Tüm takım Eriksen'in ayağına bakıyor gibi bir hava var ama bence ne kadar umut vaat etse de Eriksen bir Laudrup değil... Bir diğer konu da kaleci Sorensen’in sakatlığı. Bence Danimarka için avantaja dönüşebilir bu durum, çünkü tecrübesine rağmen maç kurtaran yapıda bir kaleci değil Sorensen. Bu tür fırsatlar, yıldızların doğuşuna yol açabilir, bu yüzden Lindegaard'ı dikkatle izleyelim derim.

Sonuçta keyifli maçlar olsa da bu grupta sürpriz olacağını sanmıyorum. Almanya ve Hollanda gruptan el ele çıkıp, hatta çapraz eşleşmedeki rakiplerini de eleyerek yarı finale giderler gibime geliyor.

Share |

6 Haziran 2012 Çarşamba

Euro 2012: A Grubu

A Grubu: Polonya, Yunanistan, Rusya, Çek Cumhuriyeti



Ev sahibi iddiası az bir takım ise, onun bulunduğu grup tüm takımlar için cazip bir yer haline gelir. A Grubu da Avrupa futbolunun "marka" takımlarından veya turnuvanın favorilerinden herhangi birini barındırmadığı için ilk bakışta biraz renksiz görünebilir. Bu takımlardan herhangi birinin çapraz eşleşmedeki rakiplerini aşıp yarı final oynamaları büyük sürpriz olur.

Ancak yine de birbirine yakın takımların sürprizlere açık mücadelesi keyif verecektir. Bu grupta maçların az gollü geçeceğini tahmin ediyorum. Evsahibi Polonya kendi açısından daha iyi bir gruba düşemezdi. Bu yüzden çıkmak için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Eleme maçlarında izlemediğimiz için oyun anlayışları hakkında net bir fikrimiz yok. Herkesin bildiği bir Lewandowski var ama o da gerçekten Avrupa'nın elit forvetlerinden biri mi, yoksa sadece Klopp'un makine gibi işleyen düzeninin iş gören bir parçası mı bu turnuva sonunda anlayacağız.

Yunanistan fazla ışık vermiyor gibi görünse de elemelerdeki performansları göz kamaştırıcı. Yine de eskilerin dediği gibi "atan" ve "tutan" iyi olacak düşüncesini benimsersek, takımın en zayıf iki halkası kaleci ve santrforu olduğundan gruptan çıkmalarını zor görüyorum.

Rusya 4 yıl önceki kadrosundan fazla bir şey kaybetmedi ve bahis sitelerine göre de grubun net favorisi. Dick Advocaat iyi bir hoca ama hollanda deneyimi sonrası bu tür turnuvalarda ona güvenmiyorum. Çek Cumhuriyeti'ni yenemezlerse gruptan çıkmalarının zorlaşağı kanısındayım. Zira 2. maçta Polonya ile oynayacaklar. CSKA'lı Dzagoev, potnasiyeli çok yüksek bir oyuncu belki 2008 Arshavin etkisi yaratabilir. O zaman da işler kolaylaşır.

Çek Cumhuriyeti, Avrupa Şampiyonaları'nda hep (Euro 2008'de kırk yılda bir gerçekleşecek bir maçta bize kaybetmelerinin haricinde) beklentilerin üzerine çıkmayı bilmiştir. Fakat bu kez kadroları zayıf görünüyor. Rosicky, Baros, Plasil gibi isimler 2004 standartlarının çok uzağındalar. Yine de savunmaların ön plana çıkacağı bir grubun en iyi kalecisine sahip olmaları büyük avantaj.

Ezcümle, Polonya ve Rusya bir adım önde gibi görünse de, Çek Cum.-Rusya maçının ardından değerlendirmeleri gözden geçirmekte fayda var.

Share |