16 Temmuz 2014 Çarşamba

Die Mannschaft

Hatırladığım ilk Dünya Kupası olan İtalya 90'dan beri 24 sene geçmiş, başka bir deyişle hayatımda 7. Dünya Kupası'nı geride bırakmışım. Futbolseverlerin dört sene boyunca başka hiçbir şeyle kıyaslanmayacak bir hasretle bekledikleri bir organizasyon kötü geçse de bunu itiraf etmeleri çok zor, bu yüzden önceki Dünya Kupalarına da toz konduramıyorum. Fakat sanırım gördüğüm en keyifli, en güzel kupa bu oldu. 

Dünya Kupası'nın bana göre en büyük favorisi olan Almanya, bazı maçlarda şaşırtıcı biçimde zorlanıp (Gana, Cezayir), bazı maçları olağanüstü tanımlamasının dahi eksik kalacağı mükemmel oyunlarla göz alıcı biçimde kazanarak, genel performansıyla hak ettiği bir şampiyonluk elde etti.

Kupanın ardından en iyi oyuncu ödülünü Neuer'e veya Müller'e verelim denilse bu fikir çok sayıda taraftar bulurdu. Aynı şekilde Kroos'a veya Lahm'a da çok fazla kişinin itirazı olmazdı. Final maçında sahanın adamı kimdi derseniz, benim oyum Kramer çıktıktan sonra ikili orta sahada Khedira'nın da yokluğunda tüm açıkları kapatan Schweinsteiger'e giderdi. Turnuvanın en iyi savunma oyuncusunu düşündüğümüzde herhalde Hummels ilk sırada yer alırdı. Diğer taraftan, bu takımın teknik kapasitesi en yüksek, en yaratıcı oyuncusunun Mesut Özil olduğunu söylemek mümkün. Son olarak Dünya Kupaları tarihinin en golcü oyuncusu Klose'yi, kupanın  dakika/gol ortalaması en yüksek oyuncusu Schürrle'yi bulunduran bir kadrodan bahsettiğimizi de unutmamak lazım.

Bu kadar ismi Almanya'nın ne kadar görkemli ve üstün bir kadrosu olduğunu vurgulamak için sıralamadım. Hadi herhangi bir kategoriye konması zor olan Neuer'i bir kenara bırakalım; yukarıda sayılan isimlerin hiçbirisi Messi, Ronaldo, Neymar veya Robben değil. Şu anlamda değil; Almanya herhangi bir takımın tüm sorumluluğunu alıp sırtlamaya soyunacak oyunculardan ziyade, birlikte oynadıkları sürece kıymetlenen ve kusursuz bir sistem içinde büyüyen bir takım. Bizim kuşaktan olanların hatırlayabileceği bir benzetmeyle bir nevi Voltran. Bu yüzden yazının başlığını uzatmadan Almanca "takım" anlamına gelen "Die Mannschaft" koymak istedim, kendi kendini fazlasıyla anlatan bir kelime olsun diye.

Almanya, 4 Dünya Kupası ve 3 Avrupa Şampiyonluğu ile kıtanın gelmiş geçmiş en başarılı futbol ülkesi. Onların her turnuvanın doğal favorisi, final adayı olarak görmeye uzun zamandır alışkınız. Hatta Lineker'in herkesçe bilinen meşhur sözüne atıfla, ne kadar kötü olursa olsunlar bir şekilde kazanmayı bilmeleri özellikle 40-50 yaşlarındaki futbolseverlerde baskın olan bir Alman antipatisi yerleştiği de inkar edilemez.

Almanya'nın bu algıyı nasıl yıktığına bakmak için 2002 yılına dönmek gerektiği kanısındayım. Büyük favoriler Fransa, Arjantin gibi takımların grupta takıldığı, sürprizlerin tüm hesapları karıştırdığı o kupada, Almanya bir şekilde kendisini finalde bulmayı başardı. İddia ediyorum, Oliver Kahn ve Ballack'ı kenarda tutarsak Almanya'nın sahip olabileceği en yetersiz ve vasıfsız oyunculara sahip olan kadronun bu başarısı neyse ki bir yanılsamaya yol açmadı ve bilhassa Euro 2004'te yaşanan fiyaskonun ardından A milli takım seviyesinde yeni bir yapının ateşi yakıldı.

Elbette her şey bir dokunuşla değişmedi. Altyapıya yapılan yatırımlar, milli takım kapılarının göçmen kökenli çocuklara açılması gibi devrimler, 2002'den çok önce başlayan bir sürecin 2006'da olgun bir ürün olarak sahnelenebilmesinin arka planını oluşturdu.  Bu ürün, Klinsmann-Löw ikilisinin önderliğinde 2006'da kendi ülkesinde sahneye çıktığında, sadece ilk 15-20 dakika dudaklardan "bu bildiğimiz Almanya değil" sözlerinin dökülmesine yetti. Almanya o kupada uyumlu kadro yapısı, tempolu oyunu, hızı, hücum varyasyonlarının çeşitliliği ile büyük beğeni topladı ancak yarı finalde Lippi'nin üstün İtalyan savunma makinesine takıldı.

2008 Avrupa Şampiyonası'ndan itibaren dünya futbolunda Barcelona merkezli pas futbolunun (tiki-taka) ulusal takımlar düzeyinde İspanya milli takımıyla tezahür eden hakimiyeti, Almanya'nın geri planda kalmasına yol açtı. Nitekim, Euro 2008 finalinde de 2010 Dünya Kupası yarı finalinde de İspanya'ya takıldılar. Esasında her iki turnuvada da İspanya'ya toslayana kadar göz kamaştıran büyüleyici performanslar sergilediler (2010 Çeyrek Finali'nde 4-0'lık Arjantin maçını hatırlayın). Euro 2012'de bu zinciri kırabilecek gibi görünüyorlardı fakat bu kez de canı oynamak isteyince durdurulması zor bir adam olan Balotelli'nin kariyer zirvesine kurban gittiler.

İspanya'nın dünya futbolundaki hakimiyeti birçoklarına göre bu Dünya Kupası'nda bitmiş olabilir, fakat bence temsil ettikleri pas futbolu giderek temposu düşen ve temposu düştükçe de zayıflayan bir "hasta adam" haline gelmişti ve esasında ölümün mukadder olduğu 2013'te Bayern Münih-Barcelona serisinde görülmüştü. O gün şöyle yazmışım:

"Bayern başka bir oyunun mümkün olabileceğini, kimi zaman iyice monotonlaşan pas futbolunun tahtının sallandığını gösterdi. Bundan sonra hızı güçle birleştirebilen hücum takımları dünya futboluna damga vuracak."

İspanya'nın durumu başka bir analiz konusu olsun. Almanya, bu kupada Cezayir maçı dışında her karşılaşmada istediğini rahatlıkla alabilir, işler zora girdiğinde alternatifleri bulabilir bir görüntü çizdi. Almanya'nın 7 maçının final dahil 4'ünde sonradan oyuna giren oyuncular gol attı (Bu anlamda Schürrle,  oynasaydı takımın en değerli oyuncusu olarak öne çıkabilecek Reus'un yokluğunda ekstra katkı verdi). Löw, denemeler yapmaktan çekinmediği gibi, beklendiği gibi yürümeyen tasarruflarından zamanında geri adım atmayı (Lahm'ın sağ beke çekilmesi gibi) bildi. En çok zorlanacaklarını tahmin ettiğim Fransa maçını da erken gol bulmalarının avantajıyla rahatlıkla istedikleri gibi şekillendirdiler.

Yarı finaldeki Brezilya maçı her türlü öngörüyü boşa çıkaracak kadar inanılmaz biçimde sonuçlandığı gibi her türlü maç sonu analizini de anlamsız kılacak kadar "acayip" bir maçtı. Brezilya'nın aşırı motivasyonu, dünyanın en üretken futbol ülkesine yakışmayacak ölçüde Neymar'a bağımlılıkları ve bu bağımlılığın seremoniye forma çıkartıp tribünde maske dağıtacak kadar şirazesinden kayması, Thiago Silva'nın yokluğunda savunmada yaşanan akıl tutulması gibi faktörler mağlubiyeti açıklayabilir ama 7 golü açıklamakta yetersiz kalıyor. Abartılı gelebilir ama Almanya ilk yarım saatte futbolu icat etmiş bir ülkenin futbolu hiç bilmeyen bir ülkeye oyunun nasıl oynandığına dair bir sunum yapması tadındaydı. Brezilya'nın yediği hiçbir gol savunmada boşluk varken, kontrada az adamla yakalandıklarında gelmedi. Tüm gollerde savunma hattı yerli yerindeydi ancak Almanya'nın üstün uyumu ve hızı karşısında çaresiz kaldılar. 



Güzel final

Final maçı ise gerçekten adına yakışır kalitedeydi. Arjantin, Brezilya maçını çok iyi analiz ederek özellikle göbekte Almanya'ya pozisyon vermemeyi hedefledi ve bunda da başarılı oldu. Takıma girdikten sonra savunma kalitesini birkaç gömlek arttıran Demichelis ile Garay ikilisinin önünde Arjantin'in kupadaki en başarılı oyuncusu Mascherano ve yanında Perez-Biglia ile kusursuz bir beşli blok oluşturdular. Kanatlarda da özellikle Zabaleta önceki maçların aksine hücuma da daha sık çıktığı halde (ki buradan da Almanya'nın zayıf karnının Höwedes ve ona yeterince yardım etmeyen Mesut'tan oluşan sol kanadı olduğunu tespit ettikleri görülüyor) turnuvanın kendi adına en iyi performansını ortaya koymasıyla Almanya'yı zor durumda bıraktılar.

Bu noktada Kramer'in sakatlığının ardından Löw, bir anlamda riskli ama akıllı bir hamleyle Schürrle'yi oyuna alarak sistemi 4-2-3-1'e çevirip oyunu kenarlara doğru genişletmenin yolunu aradı. Burada orta sahadaki ikilide Khedira'nın yokluğunda üzerine büyük yük binen Schweinsteiger tüm açıkları kapayarak, yukarıda da belirttiğim gibi yıldızlaştı.

Arjantin, sağlam savunmasıyla neredeyse hiç pozisyon vermeden oynarken zaman zaman çok etkili ataklar yaptı ve hatta birkaç gollük pozisyonu heba etti.  Bu pozisyonlarda aslında Lavezzi de driplingleriyle etkili oluyordu ama erken bir kararla oyundan alındı. Bu noktada Arjantin'in Di Maria'nın delici özelliklerini aradığını düşünüyorum. Almanya'nın geri düşmüş olması halinde bile maçı çevirebileceğine inanıyorum fakat saldırdığında savunmada açık veren bir takım olduklarından Arjantin golü bulsaydı maçın seyri değişebilirdi.  Nitekim Almanya boyunca sadece 1 kez, Gana maçında geriye düştü ve beraberliği yakalamayı bildi. Fakat o maçta skor 2-1 iken Gana'nın acemiliğiyle bazı net pozisyonları harcadığını hatırlamak gerek.

Almanya'nın çok büyük bir avantajı da "bu adama gol atamayız" hissini veren Neuer'e sahip olması. Final heyecanı da etkili olmuştur elbette ama Higuain ve Palacio'nun karşı karşıya kaçırdıkları çok net pozisyonlarda bunu da biraz hissettim.

Almanya ise maç boyunca etkili bir pres yaparak tempoyu belli aralıklar dışında yüksek tutmaya ve kaybettiği topları çabuk kazanmaya çalıştı. Burada uzatmaya doğru giderken, yorulan Klose'nin yerine oyunu tutmaktan ziyade hücum alanında ele avuca sığmaz tarzıyla hareketlilik getirecek Götze tercihi bunun bir göstergesiydi. Nitekim savunmanın bir anlık dalgınlığında zaferi getiren çok şık golü atmak ona nasip oldu.

Bir paragraf da Mesut Özil'e açarsak, çok iyi bir turnuva geçirmese de neden Löw'ün ondan vazgeçmediğini ayrıntılı biçimde düşünmek lazım. Almanya kupayı kaybetseydi, oyuncular arasında en ağır eleştiriyi onun alacağını tahmin etmek güç değil. Esasında kötü oynadı denemez ama fazlasıyla rahat, kendini zorlamayan ve sadece üstün teknik kapasitesine güvenerek sanki 1980'lerden esintiler sunan bir görüntü çizdi. Final maçının 2. yarısında sağ kanatta topu alıp biraz ayağında tuttuktan sonra yaya doğru Kroos'un önüne yuvarladığı pası hatırlayın mesela. Arjantin'in o bölgeden delindiği tek pozisyondu. Bence Mesut'un vazgeçilmez oluşunun anahtarı o pozisyonda. Makine düzeninde işleyen takımın, zaman zaman düzenin dışına çıkabilen tek parçası olduğu halde kolektif uyuma zarar vermediği için bu kadar kıymetli.

İki saattir yazıyoruz bir kere Messi demedik :) Olsun, Fifa ona ticari kaygılarla hak etmediği bir ödül bahşetti nasıl olsa. Grup sonrası üçü uzatmaya giden dört maçta toplam 450 dakikada bir hücum oyuncusu olarak gol atmadan 1 asistle, dünyanın en iyi oyuncusuna yakışır eşsiz bir performans sergiledi.

2002'den taşınan Klose, 2006'da sahneye çıkan Lahm-Schweinsteiger-Podolski, 2010'da eklenen Neuer-Boateng-Mesut-Khedira-Müller, 2014'te asli oyuncu haline gelen Kroos ve yanına ilave olan Hummels-Götze-Schürrle ve turnuvayı kaçıran Reus ile aslında tek bir jenarasyondan değil uyum içinde yenilenen bir altın çağdan bahsediyoruz. Almanya, sonuna kadar hak ettiği bu zaferi ve parlak görünen geleceği kutlamalı.

Yine de bitirirken, kupanın dünya futbolunun genel gidişatı hakkında umut verdiğini memnuniyetle vurgulamak istiyorum. Şu an için asli unsur hız olduğuna göre Almanya'nın işi bundan sonra daha da zor olacak. Örneğin Euro 2016'da genç kadrosu ve evsahibi avantajıyla şimdiden ciddi bir tehdit olacağı görünen Fransa'yı, kaliteli oyuncu grubunu yeni bir anlayışla harmanlayarak ayağa kalkma potansiyeli olan İspanya'yı, her zaman için pragmatik çözümler üretebilen ve hala Robben'e sahip olacak Hollanda'yı ve hatta geçtiğimiz sezon Liverpool'un fragmanlarını sunduğu hızlı hücum futbolunu sahneye koyma ihtimali olan İngiltere'yi bile hesaba katmak lazım. Yani kupanın ilk turundan sonra Avrupa futbolunu gömenleri mahcup edecek bir süreç izleyeceğiz gibi geliyor.