Turnuva başladığında ben dahil büyük bir çoğunluğun sadece Ronaldo'ya endeksli bir takım olarak düşündüğü ve dolayısıyla da ilk planda sayılan favoriler arasında yer vermediği Portekiz, Euro 2016'da zafere ulaştı. Üstelik grup maçlarından itibaren yeterince renkli bir oyun ortaya koyamadığı, takımı taşıması beklenen Ronaldo'nun bir türlü havasını bulamadığı halde, ha şimdi, ha bu turda elendi elenecek derken, biraz da 24 takımlı formatın yarattığı fikstür anormalikleriyle, tabir caizse "beraberlik beraberlik büyüyen" bir zaferdi bu. Bir diğer ifadeyle ezberleri bozarak bu noktaya geldi Portekiz.
Öyleyse biz de bu şampiyonluk öyküsünün izlerini sürerken bazı ezberleri bozmayı deneyerek başlayalım. Euro 2016'nın tarihin en sıkıcı turnuvalarından biri olduğu ve iyi futbol oynayan takımların kaybedip savunmayı ön plana alanların hakimiyet kurduğu gibi yorumlar sıkça dillendirildi. Portekiz'in Yunanistan 2004'ten farkı olmadığı (ki bu benzetmeye yakın bir göndermeyi biraz da ironik boyutunu vurgulayarak ben de twitter'da yaptım), anti-futbolun kazandığı söylendi, hatta futbolun ölümünün mukadder olduğuna dair distopyalar yazıldı.
Halbuki bu kadar kötümser olmaya gerek yok aslında. Futbol da gündelik alışkanlıklarımızdan insan ilişkilerine, sanat eserlerinden üretim-tüketim biçimlerine kadar hayatımızı kaplayan her şey için geçerli olduğu üzere, zamanın ruhuna göre evriliyor. Peki bu cümle aslında bir paradoksu ortaya koymuyor mu? Yani günümüzde dev bir endüstriye dönüşen futbol endüstrisinin cazibesini koruması, "tüketici" konumundaki seyircinin zevk almasına bağlı olduğuna göre, maçlar sıkıcı hale gelip gol sayısı azaldıkça eğlenceyi futbolda bulan kitle başka alanlara kaymayacak mı?
İşte ben bu soruya hayır cevabını veriyorum. Zira futbolun esas cazibesinin hala önceden kestirilemez birçok unsur barındırmasında yattığını, ilk düdük ile son düdük arasındaki her bir zaman diliminin yazılmamış yeni bir hikaye doğuracak emsalsiz birer büyü barındırdığına inanıyorum.
Portekiz: Turnuva takımının yeniden tanımı
Evrim kavramıyla esasen kastettiğim, bu büyünün muhafazasını ve sürekli ilerlemeyi sağlayan diyalektik bir süreç. Aksi halde İtalya 90'da futbolu öldürüp tabutuna son çiviyi çakmış olurduk. Halbuki, son 30 yılda onlarca sistem, taktik anlayış, diziliş, ekol geldi geçti ama hiçbiri kalıcı bir hegemonya kuramadı. Çünkü en basite indirgersek, her zaman için,kusursuza eriştiği düşünülen bir defansif anlayışı aşacak bir hücum formülü; herkesi ezip geçecek hücum makinelerini kilitlemeyi başaran bir savunma sistemi ortaya kondu. Bu kendini yenileyebilme gücü de her geçen gün futbola müptela olan kitlenin genişlemesini sağladı.
Bu turnuvada da belki de hiç bir kupada görülmemiş ölçüde, maçın saha içinden de önce kulübede ve hatta çoğunlukla maç öncesi hazırlığıyla kazanıldığına tanıklık ettik. Bu durum insanoğlunun fiziksel kapasitesinin artması ve teknolojiyle doğru orantılı aslında. Artık üst seviyede mücadele eden her takım futbolun temel doğrularını (topun arkasına geçme, alan daraltma vs.) ihmal etmemesi gerektiğini, en basitinden 90 dakika içinde en az 110 km. koşması gerektiğini biliyor. Yine her takım rakip oyuncuların tüm performans verilerine, artı ve eksilerine, rakiplerinin kuvvetli ve zayıf taraflarına ilişkin bilgilere kolaylıkla erişip stratejisini bunun üzerine kurabiliyor.
Dolayısıyla, artık hiçbir takımın sadece teknik kapasitesine güvenerek yola çıkma, az mücadele etme, ben rakibe göre oynamam onlar kendini bana göre ayarlasın deme lüksü yok. Zaten Euro 2016'da en büyük hayal kırıklığı yaşayan ülkelerin başta Türkiye olmak üzere (Türkiye'nin serüvenini ayrı bir yazıda bu boyutu vurgulayarak irdelemeyi de düşünüyorum), Belçika ve hatta İzlanda'nın taçlarını bile izlememiş İngiltere gibi ülkelerin kaybettiği temel nokta da buydu. Çünkü Löw çok daha kuvvetli olduğu halde İtalya'yla baş etmek için üçlü savunmaya dönerken, Deschamps evsahibi olduğu halde topu Almanya'ya teslim etmekten gocunmayarak kazanmanın formülünü ararken, kadrolarında üst seviye takımlardan herhangi bir oyuncu bulmakta zorlanacağımız K.İrlanda ve özellikle de İzlanda unutulmaz izler bırakırken, günümüz futbolunda "oyunbozan" olmanın ayıp olmadığını iyice anlamış olduk.
Elbette her şeyin 1 ay içinde olup bittiği bu tür turnuvaların kendine özgü dinamikleri oluyor. Yukarıda bahsettiğim diyalektik bu kadar kısa içinde gerçekleşmediğinden mesela 2004 Yunanistan'ın anti tezleri turnuva içinde üretilemiyor. Sadece savunmaya yönelik bir stratejiyle veya kapanarak örneğin üst seviyede 34-38 haftalık bir ligi kazanmak, hatta grup sonrası çift maç eliminasyon sistemine dönen Şampiyonlar Ligi gibi turnuvalarda ilerlemek mümkün değil ama bu tür kupalar kazanılabiliyor.
Yine de Portekiz'i sadece savunma takımı olarak tanımlayıp Yunanistan ile aynı kefeye koymak büyük haksızlık olur. Benim bu takımı yerleştireceğim yer Simeone'nin Atletico Madrid'ine yakın bir yerler olur. Zira bir ara El Clasico derbisinden ibaret, ikili bir rekabete indirgenebilir hale gelme tehlikesiyle karşı karşıya kalan La Liga'da rakiplerine göre çok kısıtlı kadrosuyla şampiyonluğa ulaşabilen ve Şampiyonlar Ligi'nde iki kez final oynayarak başarısının tesadüf olmadığını kanıtlayan, yensin yenilsin hiçbir takıma kolaylıkla teslim olmayacağından emin olduğumuz bir takım yaratan Simeone, bugünün futbolunun belki de en müstesna teknik adamı. Benim gözümde de işte bu "oyunbozan" olarak tanımladığım oyun anlayışının en usta temsilcisi.
Başka bir tarafa yönelip, bu yıl birçoklarınca "peri masalı" olarak nitelendirilen Leicester'ın Premier Lig şampiyonluğunu ele alalım. Neredeyse her futbolsevere heyecan veren bu serüvende Leicester, oyunu sahasında kabul edip topu rakibe bırakan bir anlayışla, dünyanın en pahalı liginde 38 haftalık bir maratonu şampiyonlukla tamamlaması da mevcut bir çok ezberi bozan bir sansasyon yarattı. Buradan belki de basit oyunun kazandığı yargısına dahi varmak mümkün. Leicester'ın başarısı asla tesadüf olarak nitelendirilemez ancak bunun bir egemen futbol anlayışına dönüşüp dönüşmeyeceğini görmek için en azından bir sezon daha beklemek gerekiyor elbette.
Bu bahsi kapatırken bazı yerleşik algılara yeniden meydan okumak istiyorum. Topa sahip olma esasına dayalı futbol illa pozitif futbol anlamına gelmediği gibi topu rakibe teslim etmek de anti-futbol anlamına gelmiyor. Yani salt seyir zevki açısından bakarsak "tiki taka=anti futbol" olabiliyor bazen. Zaten Bayern'in Barcelona'yı sürklase ettiği 2013 yılındaki Şampiyonlar Ligi randevusu benim gözümde bir devrin kapanışı olmuş, pas futbolunun yerini hız futbolu almıştı. Ancak şu anda dünya futboluna hakim bir akım mevcut olmadığından rakibe göre aksiyon alınan "oyunbozan" futbol öne çıkıyor.
Portekiz nasıl kazandı?
Son olarak Portekiz'in Euro 2016'da ne yaptığına odaklanmak gerekiyor. Kulüpler düzeyinde Benfica-Porto ekseninde zaman zaman rastlanan başarıları saymazsak, Portekiz, 1960'larda Eusebio ile yakaladığı büyük çıkışa rağmen büyük bir turnuvada final görememiş bir ülkeydi. Fakat 1991'de Figo-Rui Costa jenerasyonuyla Dünya Gençler Şampiyonu olmasının ardından son 25 senede hızla başaltından Avrupa'nın elitleri arasında yerini aldı. Aslında bu şampiyonluk o 1991 jenerasyonundan bekleniyordu ama bir türlü o en üst seviyeye çıkmak mümkün olmadı. Zaferin gelmesi ise belki de en az beklenen zamana Euro 2016'ya kısmet oldu.
Bu son 25 yılda çok iyi kadrolara sahip olmasına rağmen hiçbir zaman A sınıfı bir 9 numaraya sahip olmadı Portekiz. En iyisi Nuno Gomes olmak üzere Pauleta, Almeida, Helder Postiga gibi isimler şampiyon bir takımın yükünü taşıyacak oyuncular değillerdi. Euro 2016'da tek gerçek santrfor olarak görünen ancak final dışında hiç şans bulamayan Eder'i de bu kervana katmak yadırgatıcı olmaz.
Fernando Santos'un nasıl bir oyun anlayışı yansıttığına da bu noktadan başlamak yerinde olur diye düşünüyorum. Tabii ki Portekiz'e Ronaldo'dan başlayarak bakmamak mümkün değil. Zaten santrfor bahsi de, orta saha kurgusu da doğrudan Ronaldo'nun takım içindeki rolü ve konumuyla doğrudan ilintili.
İyi bir santrforun yokluğunda Ronaldo'yu Real'de oynadığı gibi kanada yakın oynatmak lükse olacağı gibi yeterli verimi de sağlamazdı. Bu yüzden, F.Santos onu ileri ikiliden biri olarak ancak serbestçe gezinebileceği bir rolde, tüm hücumları şekillendireceği bir konumda değerlendirildi. Rakip savunmaların tüm konsantrasyonun onun üzerindeyken, ceza sahasındaki boşlukları tamamlayacak ekürisi ise kanat oyuncusu olarak görmeye alıştığımız Nani oldu. Bu sayede ceza sahası dışından şutlarıyla gol bulmasına alıştığımız Nani, turnuvada attığı üç golünü de ceza sahası içinden buldu ve büyük sükse yaptı.
Nani-Ronaldo ikilisini böyle kullanarak verim almak tesadüf değildi. Onları iki kanada yerleştirerek yaratıcılıklarıyla elde edeceği avantaj, takımın orta sahada baskı yapan dört oyuncuyla sağlayacağı sertliğe nazaran daha kolay feda edilebilirdi. Başka bir deyişle Ronaldo'nun takımı taşıyabilmesi için, Ronaldo'yu taşıyacak bir takım kompozisyonu ortaya koymak başarının anahtarı oldu.
Bu durumda orta saha dörtlüsünü, klasik kanat oyuncusu olmadan kurgulamak, alışılmışın dışında, biraz cesur ama doğru bir karardı. Gerçi her maça farklı bir 11'de çıkan Fernando Santos, bir türlü %100 memnun olamadı. Bu orta saha yapısı, Fatih Terim'in 2011-12 sezonunda yıl içinde döndüğü ve takımın şaha kalkmasını sağladığı Emre Çolak, Melo, Selçuk, Engin (kanatlarda Riera ve Kazım'dan vazgeçerek) dörtlüsünü veya Simeone'nin Atletico Madrid'de kanatlarda Arda ve Koke'yi kullandığı formasyonu hatırlatır biçimde, savunma önünde bir çapa (William Carvalho/Danilo) ve önündeki üç orta saha oyuncusu şeklinde diziliyordu. Bu orta saha hem disiplinli biçimde sahaya yerleşerek alan daralttı, hem bilhassa Hırvatistan maçında görüldüğü üzere rakibi bunaltacak amansız baskıyı yapıyor, hem de top ayağına geçtiğinde iyi kullanacak kaliteyi sergiliyordu.
Tabii orta saha ve hücum hattını saydıktan sonra savunma kalitesinin yüksekliğine de değinmeden geçmemek lazım. Günümüzün belki de en antipatik sporcularından biri olan Pepe'nin düşmanlarında bile saygı uyandıran üstün performansı, Rui Patricio'nun Macaristan maçındaki kazayı saymazsak kariyerinin en iyi maçlarını çıkarması ve kanatlardaki iki bekin merkezde kümelenen oyunun açılmasını sağlayan çıkışları, özellikle Raphael Guerreiro'nun B.Dortmund'a ne kadar isabetli bir hamle yaptığına sevindirecek görüntüsü şampiyon takımın sistemini tamamlıyordu.
Yazının başlarında söylediğimizi bitirirken yineleyelim. Fernando Santos, Simeone'nin zirveye çıkardığı "oyunbozan" futbol anlayışının daha az gelişmiş, daha renksiz ve daha pragmatik bir versiyonunu ortaya koyarak takımının başarısında, Ronaldo'nun bile önünde başrolde yer aldı. Portekiz belki ilk turda elenme noktasına geldi, belki karşısına Almanya veya İtalya çıksa ilerleyemezdi bilinmez. Bu oyun anlayışının uzun vadede yenilmez olmadığını, antitezinin üretilebilir olduğu da bir gerçek. Ama bu turnuvada her şey bir ay içinde olup bitiyor.
Dünya futbolu adına karamsar değilim. Yeter ki taktiksel arayışlar ve ilerleme arzusu tükenmesin. Bir de zaten sürprizleri kim sevmez?