6 Temmuz Pazartesi akşamı Arda’nın Barcelona’ya transfer olduğu haberini aldığımdan beri aklımın bir köşesi hep 9 yıl önce bir yaz akşamı Ali Sami Yen’de Mleda Boleslav maçında ilk kez izleyip hayran kaldığım çocuğa gidiyor, elimde olmadan gülümsüyorum.
Bir transferden böyle heyecan duymak, o takımın taraftarı olmayan biri için çok anlaşılır bir şey değil aslında. Kendi takımını güçlendirecek bir hamleden duyulan memnuniyet, rakip takıma yapılan göz alıcı bir takviyeden duyulan tedirginlik veya takip ettiğiniz bir ligde rekabetin kalitesini yükseltecek oyuncular… Bunlar dışında bir transfer neden heyecan verici olsun ki?
Futbolun endüstrileşmesiyle eşzamanlı olarak, belki FM kuşağı olmanın da etkisiyle, hatırı sayılır bir kesim için transfer sezonlarının normal futbol sezonundan bile daha fazla ilgi görmeye başladığını yabana atmamak lazım elbette. Burası da bilhassa taraftarlarla kulüp yönetimi arasındaki ilişkilerde etki-tepkinin belki en yoğun biçimde yaşandığı platform olmasının yanında, kulüplerarası rekabette de giderek göze çarpan bir alan. Havaalanında karşılama törenleri, stadyumlarda yoğun taraftar katılımlı imza törenleri, yeni oyuncunun adına basılan formalar, kulüp televizyonunda montajlanan klipler, Twitter başında veya Türkiye için KAP sayfasının başında sürekli f5’e basarak haber peşinde beklenen dakikalar, 31 Ağustos günü uzayan saatlerde dakika başı gerçekleşen son dakika hamleleri… Hepsi, bu ortamın artık yavaş yavaş klişe haline dönüşen unsurları.
Bu tablo içinde ülkende yetişmiş bir oyuncunun dünyanın en iyi takımlarından birine, üstelik “yıldız oyuncu” olarak transfer edildiğine tanıklık etmek ise elbette ülkenin büyük kesimince paylaşılan bir nevi “milli gurur”. Bu hisler kimi zaman Rüştü ve Hakan Şükür örneklerinde olduğu gibi hayal kırıklığına, kimi zaman da düşük beklentilere rağmen iz bırakan performanslarla Nihat ve Tugay örneklerinde olduğu gibi kıvanca dönüşebiliyor.
Arda’nın durumu ise hepsinden izler taşımakla beraber, önceki örneklerden birçok yerde ayrışıyor. Uzun yıllardır Türkiye’den bir oyuncu Avrupa’ya gittiğinde her defasında dillendirilen, muhtemelen Tuncay gibi örneklerin de aklında olan, “oraya gidip kendini gösterip en büyüklere transfer olma” hayalini gerçeğe dönüştüren adam. Üstelik bunu dünyanın en iyi iki liginden birinde, o ligin en prestijli takımlarından birinde 4 sene oynayıp, bu zaman zarfında hem kendini hem de oynadığı takımı “en büyükler” sınıfına kaydetme başarısını göstererek yapıyor.
Arda, Türk futbolunun neresinde?
Türk futbolu kulüpler düzeyinde de milli takımlar düzeyinde de 2000’lerin ilk yıllarındaki seviyeye bir daha çıkamadı. 2008’de milli takım ve Fenerbahçe; 2013’te ise Galatasaray’la gelen başarılar müstesna, genel bir gerileme dönemi içine girildi. Öyle ki, milli takım kaç turnuva sonrasında ilk kez 2018 Dünya Kupası elemelerinde 4. torbaya kadar düştü. Kötü yönetimler, spor ahlakına ilişkin değerlerin aşınması ve futbol ekonomisinin hak etmediği biçimde şişmesi bu karamsar tablonun hem sebebi hem sonucu oldu. Bu kısır döngü içinde ilerlerken, hatırı sayılır bir kitle de futbolu sevdikleri halde başta milli takım olmak üzere Türk futboluna dair her şeyden uzaklaşma ve nefret etme noktasına geldiler.
Bu genel resme bakıldığında Arda’nın “çölde bir vaha” veya sistem hatası olduğunu ileri sürmek de pekâlâ mümkün. Fakat tam tersine onun farkı, kendini bu ortamdan azade tutarak steril kalmasından değil; tam tersine ısrarla bir yanıyla bu sistemin içinde kalmayı tercih ettiği ve hatta buradan beslendiği halde özgün karakteri ve kendine olan güveniyle var olmasından kaynaklanıyor. Başka bir deyişle Arda, ailesinin mahallede bozulmasın diye iyi bir yatılı okula gönderdiği çocuktan ziyade, o okula kendisi olarak gidip mahallesini içinde taşıyan mayası sağlam çocuk.
Arda’nın bu çarkın diğer ana aktörlerinden ayrıldığı bir diğer nokta da samimiyeti, kameralar karşısında oynamaması, içinden geleni geldiği gibi söylemesi. Normalde bu düzeyde futbol oynayan birisinden, gecenin bir saatinde futbol dışında her şeyin konuşulduğu futbol programlarına canlı bağlanıp herhangi bir konuda açıklama yapmasını beklemezsiniz. Yanlış olduğunu bile bile anlaşılan dayanamıyor, bundan kendini alamıyor ve işin güzel tarafı bundan zarar da görmüyor. Bu kontrolsüzlüğü esasen, Arda’nın içinin olduğu gibi yansıdığının, hesap yapmadığının görülmesini ve onun sempatik bir figür olarak algılanmasını sağlıyor. Özellikle Galatasaray’da oynarken, ondan bir Sergen yaratmak isteyen medyanın yoğun ataklarını nasıl olgunlukla savuşturduğunu, hatta tuzaklarını kendi ayaklarına dolaştırdığını (bkz. “Galatasaray formasına küfür etti” videoları) hatırlarsınız. Bugün dahi adını sürekli Fenerbahçe ile anarak (burada menajerinin ağır kabahati olduğunu düşünüyorum) haftalar sürecek bol reytingli bir polemiğin fitilini ateşlemek isteyenlere karşı rahat ama karakterli duruşunu bozmayarak zarar görmeden çıkmayı başardığını görünce aynı zamanda çok zeki bir adamla da karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.
Saha içine baktığımızda ise, bu kontrol edilemezlik, zaman zaman sınırları aşarak hakeme ayakkabı fırlatma noktasına kadar gelse de, herkesin onun ayrılmaz bir parçası olduğunu kabul ettiği ve kart görme istatistiklerine de belirgin biçimde yansıyan saha içi agresifliği, muhtemelen onda bir yönüyle kendi yansımasını gören Diego Simeone’nin de üstün liderlik becerisi ve verdiği cesaret sayesinde, onu farklı kılan başlıca avantaja dönüştü. Dolayısıyla Arda, bu oyun karakterine sahip birçok oyuncunun aksine hem kendi takım arkadaşlarınca hem de İspanya futbol çevrelerince çok sevilen bir karakter olarak öne çıktı. Burada, günümüz koşulları doğrultusunda şekillenen, 300 Spartalı filmindeki Leonidas karakterine oturan başarılı bir imaj çalışmasıyla da “savaşçı” kimliğinin altı kalın çizgilerle çizilmiş oldu.
La Liga macerası: Farkını ortaya koy
Klasik 10 numaraların ve kazma ön liberoların işlevini yitirdiği, kendisinin de bir kanat oyuncusu için Türkiye seviyesinde yeterli olsa da en üst düzey için yeterince hızlı olmadığını görünce, alışılmışın biraz dışında, fakat Atletico Madrid’in oyun anlayışı bakımından kilit bir rol biçildi Arda’ya. Bu bakımdan Arda’yı altyapıdan yetiştiren ve doğal yeteneğini geliştirmesini sağlayan altyapı hocalarından, kiralık gittiği Manisa’da ondan maksimum verimi alan, sağ bekte savunma melekelerini geliştiren ve oynama pratiği kazandıran Ersun Yanal’dan, ilk kez şans veren, ısrarla oynatan ve parlayacağı bir hücum düzenini oluşturan Gerets’ten, 19 yaşında kuşku duymadan milli formayı teslim eden Terim’den ve emeği geçen tüm hocalardan daha önce Simeone’ye şükran borcu var. Zira Manzano kalsaydı, ara ara parlayan yetenekli kanat oyuncusu rolünün ötesine geçemeyeceğini ve bugün geldiği noktanın çok gerisinde kalacağını söylemek mümkün.
Bugün dahi, bilhassa Türkiye’de Barcelona’nın verdiği paranın fazla olduğunu düşünen, salt gol ve asist sayılarına göre başarısız olduğunu iddia edenler var. Bu bakış açısında göre geçen sene ligde gol atamayan Iniesta’nın da kiraya verilmesi gerekir herhalde. Halbuki, Arda’nın son 4 sezonda takımda %84 ile en yüksek pas yüzdesiyle oynayan (ön libero değil bu adam; yan ve geri pas yapmıyor yani), en çok dripling yapan ve Gabi ile Koke’den sonra en çok pozisyon hazırlayan oyuncusu olmasının yanı sıra, Simeone döneminde 159 maça çıkarak ciddi bir istikrar yakaladığını, son 4 sezonda La Liga’da Rakitic’in ardından en çok forma giyen yabancı orta saha oyuncusu olduğunu, onun yokluğunda takımının galibiyet ve gol istatistiklerinin hatırı sayılır biçimde gerilediğini de istatistikler söylüyor*.
Atletico Madrid, Simeone yönetiminde dünyanın en iyi savunma yapan takımlarından birine dönüştü. Özellikle 2013-14 sezonunda kendi zirvesini gören bu oyun anlayışı, La Liga zaferi ve Şampiyonlar ligi finali ile taçlanırken, Arda da bu düzen içinde en başarılı sezonun geçirmişti. Atletico top rakipteyken, takım halinde savunmaya mükemmel biçimde yayılıyor, ancak sadece alan parselasyonunu iyi yapmakla yetinmeyip, salt rakibi kendi mevzisinde karşılayan bir takım olmaktan ziyade, rakibin topu ayağında tutan adamlarının üzerine tabiri caizse birkaç akıncı gönderip amansız bir pres uyguluyordu. İşte Arda, bu akıncıların en göz alıcısı ve en verimlisi olmayı başardı. Tabi bu riskli oyun tarzı yüzünden takımın en çok kart gören isimlerinin de başını çekti.
Hücumda ise eşine az rastlanır stili ve sırtını rakibe dayayarak top saklama becerisi sayesinde takımının rakip yarı alana yerleşimini sağlayan başlıca oyuncu oldu. Bu becerisi, yukarıda belirttiğim isabetli pas istatistiklerine de yansıyan dar alanda yakınındaki arkadaşlarıyla yaptığı verkaçlarla adam eksiltmelerini sağlıyor, pas verecek arkadaşını bulamadığında ise faul alıyordu (Atletico’nun dünyada en verimli duran top kullanan takımlardan biri olduğunu unutmayalım). Bu farklı stiliyle aslında dünyada ona çok benzeyen bir oyuncu bulmak da kolay değil. Belki Nedved ve Davids’in farklı özelliklerini harmanlayarak oluşturulmuş bir oyuncu diyebiliriz.
Arda’nın elbette eksikleri de var; şut tehdidi az, mevkisinde oynayan oyuncular içinde en süratlisi değil, savunmada kontrolsüz müdahaleleri var… Fakat resmin tamamına bakıldığında, birçok farklı rolde değerlendirilebilecek, hala gelişmeye açık büyük bir değer var Luis Enrique’nin elinde.
Transfer yasağından ötürü altı ay maç temposundan uzak kalacak olması fizik gücü açısından handikap yaratacaktır elbette. Fakat bu konuda da referans olabilecek, Barcelona teknik ekibinin verdiği başarılı bir Suarez sınavı var. Dört aylık cezasından sonra nasıl döndüğünü ve hemen 40 yıllık Barcelonalı gibi oynayarak nasıl verimli olduğunu gördük. Arda’dan da benzer bir performans beklemek mümkün.
Arda’nın saha içinde nasıl bir rol üstleneceğini bugünden kestirmek güç. İlerideki rüya üçlüyü zorlayacak bir oyun karakteri yok açıkçası, golcü değil en başta. İmza töreninde dile getirdiği “teknik kapasitesi yüksek bir oyuncuyum, her mevkide oynayabilirim” ifadelerinden yola çıkarak, temelde orta üçlüde Iniesta-Rakitic-Arda arasında bir rotasyon olacağını tahmin etmek mümkün. Luis Enrique’nin şansı farklı karakterdeki rakipler karşısında kilidi açmak istediğinde, farklı görevler vererek verim alabileceği özel bir oyuncuya sahip olmasında.
Saha içinde başarılı olacağına tüm kalbimle inanıyorum. Fakat bunu bugünden derinlemesine konuşmaya gerek yok. İleride uzun uzun değerlendirilecektir zaten. Bugün işin keyfini ve gururunu yaşamak gerek. İmza töreninde ifade ettiği üzere, çocukluk hayalini gerçekleştiren, her adımda üstüne koyarak kendini geliştirmeyi bilen, özel biri olduğunun farkında olan ve Türk futbolunun geleceği için çıtayı olabilecek en güzel noktaya koyan adamı tüm kalbimizle alkışlamak gerek.
Ben, kendi adıma onun sahneye ilk çıktığı 9 Ağustos 2006 tarihli Mleda Boleslav maçında Ali Sami Yen’de bulunan şanslı azınlıktan biri olarak, bu kez Barcelona oyuncusu Arda Turan’ın kaptanlığındaki milli takımı bu Eylül’de Konya’da izlemeyi iple çekiyorum.
Teşekkürler Arda, yolun açık olsun!
*@optacan twitter hesabına teşekkürlerimle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder