Hayat
engelli ve meşakkatli bir koşu, çoğu zaman kendinle başbaşa kalıp mücadele
ettiğin. Hayallerinin
peşinden gidip kendini gerçekleştirebilmek... Tüm toplumsal rollerinden azade bir
birey olarak var olabilmek... Çalışmak, sabretmek ve en sonunda ben başardım
diyebilmek... Herkes için ama daha ziyade kadınlar için zor.
Belki
de bu yüzden kahramanlarını sporculardan seçer çoğu insan. Kendini
özdeşleştirip, izlerini sürebileceğin; onu seyrederken her adımında
özgürleştiğini, saçı her savrulduğunda rüzgarın tadını aldığını, atladığı her
engelde bir tabuyu yıktığını düşündüğün bir atlet mesela. O da hissetmiyor
değildir muhtemelen, arkasına aldığı rüzgarın bilgisayarlarca tespit edilemeyen
o manevi destekten geldiğini. Her adımını daha kararlı atar, o hiçbir mikrofona
yansımayan "koş koş" seslerini duydukça.
Böyle
kahramanlarımız vardı bizim de. Kısa süreliğine hayatımıza girdiler ya da biz "böyle
olacaksa hiç görmeseydik" diyeceğimiz bir rüyanın içinde kaldık. Türk
atletizm tarihinin makus talihinin sona erdiği, yahut böyle olduğuna dair bir
yanılsamanın içine düştüğümüz bir dönemin dört kahramanından bahsediyorum.
Süreyya, Nevin, Aslı ve Gamze'den...
Doping,
bir bakıma spor endüstrisinin kendi kendine yarattığı bir canavar. Bir zamanlar
Soğuk Savaş döneminin siyasi rekabetinin spordaki yansımalarına bağlı olarak
gündeme gelen doping vakalarının sayısındaki artış ve niteliğindeki
karmaşıklaşma, artık sadece ve nasıl olursa olsun kazanma pratiğinin kıymetli
olduğu bir çağın habercisi. Sporcular ise bu düzenin kimi zaman gönüllü
aktörleri, kimi zaman da baskı altında savrulan kader kurbanları olarak arenada
yerlerini alıyor.
Türkiye
özeline gelince durum biraz daha çarpık aslında. Futbolla olan ilişkimizi
sosyolojik analizlerin yoğunlaşacağı bir alana bırakırsak, bizim spor seven bir
toplum olduğumuzu söylemek mümkün değil. Kazanmayı, kazanan olduğunda hiçbir
payımız olmadığı halde zaferlere pişkince sahip çıkmayı, en ufak bir
başarısızlıkta ise en ağır eleştirileri yapma hakkına sahipmişiz gibi yapmayı
seviyoruz. Bu tavırda bir standart var neyse ki, olimpiyatlara 6 defa katılan
yüzücüyü de aşağılayıp dalga geçiyoruz, daha önce görmediğimiz seviyelerde oynayıp Grand Slam'lerde 2.
turda elenen tenisçiyi de.
Bu
sağlıksız kültür içinde umut veren bir ışık, kurak bir iklimdeki ferahlık gibi
geliyordu dört genç kadın. Aralarından Süreyya Ayhan hepsinin öncülüydü, en
büyük sevinci olduğu gibi en derin çöküntüyü de o yaşattı. Onun hep mutlu olmak
için koştuğuna inandım ben. Koşarken mutlu olamamaya başladığında, çöküşü de
başladı muhtemelen. Çünkü ona yapılan en büyük eleştiri, yeteneğini heba edecek
kadar profesyonellikten uzak olmasıydı. Antrenörüne/kocasına duyduğu sonsuz
bağlılık onun tek doğrusuyken, biz ona onu değiştirerek sahip çıkmak istedik ve
belki de boğduk onu. Yine de en başta kendine bu kötülüğü yapma, bu kariyeri
Olimpiyatta koşamadan bitirme hakkı yoktu.
Aldığı
cezanın ardından pistlere dönen Nevin Yanıt'ın öyküsü de bambaşkaydı. Türkiye'den
kısa mesafeci çıkamayacağına dair çok bilmiş ön yargıları da üstelik 100 m.
engelli gibi bir branşta paramparça etmişti. Duruşuyla, röportaj verirken
kamera önündeki rahatlığıyla, özgüveniyle alışılmışın dışında bir sporcu
profiliydi. Sanki orada var olmak kendini ifade etmek için yeterli gibi
görünüyor, fazlasını umursamıyordu. Belki de bu yüzden en çok onun doping işine
bulaşmasına şaşırdım. Şimdi onu tekrar pistlerde gördüğümüzde aynı şeyleri
hissedebilecek miyiz?
Aslı
Çakır Alptekin ise en derin yara, en yüksekten düşen cismin yere en sert
çarpması gibi yaşadığımız hayal kırkılıklarının en büyüğü. Kendi adıma ona hak
vermekte zorlanıyorum. 19 yaşında bir doping vakası yaşamışken, yine aynı yola
girmesi değer miydi bilemiyorum. Hepimizin yıllarca beklediği, gelince çılgınca
sevindiği Olimpiyat şampiyonluğunun bir yalandan ibaret olduğu anlaşılınca,
elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi olduk. O kadar şaşkındık ve ihanete
uğramış gibi hissediyorduk ki, ağlayamadık, kocaman bir damla göz
pınarlarımızda asılı kaldı.
Nihayet,
bu dörtlüyü tamamlayan son isim. İşte en son patlak veren hadise: "2012
Londra Olimpiyatları 1500 m. ikincisi Gamze Bulut'ta da doping tespit edildi."
Soluksuz takip ettiğimiz, henüz 20 yaşındaki Gamze'nin tüm çocuksu
samimiyetiyle "Aslı abla koş arkandayım" dediği, Cüneyt Kıran'ın son
metrelerde gözyaşlarına boğulduğu o yarış. Bir an kulaklarınızda İlker Yasin'in
"ve gol, ve gol, ve gol" veya "ağlamak istiyorum"
sözleriyle hatırlanan Galatasaray-Monaco maçının, Levent Özçelik'in "Haydi
Popescu, haydi oğlum" dediği Arsenal maçının yalandan ibaret olduğunu
düşünsenize. O anın heyecanıyla tarihe
geçen "Aslı altın, Gamze gümüş" yalana dönüşüverdi işte.
Artık "müthiş" yerine ne yazık ki "meşum" diyeceğimiz o finalden
sonra TRT'de izlediğim bir haberi hatırlıyorum. Gamze'nin mütevazı evine gidip
yarışı ailesiyle birlikte izleyip, sıcağı sıcağına o heyecanı yansıtmışlardı
kameraya... O anne-babanın mağrur olmaktan uzak, hafif mahcup gururu ve samimi
mutluluğunu izlerken biraz garipsemiş, benim kızım olimpiyat şampiyonu olsa
dünyayı kurtaran adam gibi dolaşırdım demiştim içimden. Şimdi o ailenin ne
halde olduğunu merak ediyorum. Kimin ne hakkı vardı?
Şimdi
neredeyiz? Bundan sonra bir Türk sporcunun yaptığı her dereceye kuşkuyla
bakılacak ne yazık ki. Bu yaz Rio'da bir şampiyonluk, bir altın madalya gelse
en başta biz tedirgin olacağız. Bir daha
uzun bir süre Cüneyt Kıran'ın hislerimize tercüman olan anlatımındaki
samimiyetle sevinemeyeceğiz.
Bu
işte sorumluluğu olan, bundan çıkar elde eden kim varsa... Türk sporunun
üzerine kara bir bulut, yıllarca geçmeyecek bir kasvet çökerttiniz. Bu ülkedeki
tüm sporseverlerin heyecanını, masumiyetini çaldınız. Binbir güçlükle çocuklarını
spora yönlendiren ailelerin vakur gururunu çaldınız. Fakat daha da beteri, siz
bu ülkenin genç kızlarının hayallerini çaldınız, kendilerini özgürleştirme
umutlarını, hesapsızca koşma haklarını, kahramanlarını...
Şimdi
ben ilk gençliğini süren bir kız yerine koyuyorum kendimi. Tüm kahramanlar bir
yalana dönüşse de, böyle güçleniyor insan belki de. Artık önünde izleyeceği,
"koş abla koş" diyeceği kimse olmadan, sadece kendisi için koşmak
neden insanı daha özgür kılmasın ki?
İçindeki
umutları canlı tutan tüm genç kızların kadınlar günü kutlu olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder