3 Eylül 2016 Cumartesi

Kosecki: Biz transferi onunla sevdik





Roman Kosecki, Türkiye’de sadece 1,5 sezon forma giymesine rağmen, hafızalardan silinmeyen yıldızlar arasında yerini aldı. Aslında onun 1990-91 sezonunun ortasında Galatasaray’a transferi, her yönüyle Türk futbol endüstrisinin oluşumunda bir milattı. 

Türk futbolunun kabuğunu yırtmaya çalıştığı 1980'lerin sonunda yabancı futbolcu denildiğinde,  Malatyaspor'un Brezilya mili takımının üç oyuncusunu transfer etmesi gibi bugün inanılması güç gelen hamleleri gibi birkaç istisna haricinde, akla sadece Yugoslav oyuncular gelirdi.

Esasen o dönemler, bugün dahi izlerini gördüğümüz, yabancı futbolcuyu takım içi dengeleri bozan, uyum sorunu yaşayan, Türk futbolcusunun gıkını çıkarmayıp sineye çektiği durumları kabullenmeyip "kapris" yapan karakterler olarak resmetme eğiliminin en kuvvetli olduğu zamanlardı. Fenerbahçe 1988-89'da 103 golle şampiyon olurken tek yabancısının kariyerinin sonunda Türkiye'ye uğrayan efsane kaleci Schumacher olması, bu düşünceyi doğrulayan en belirgin örnek olarak ortaya çıkıyordu. Zaten o yıllarda Schumacher'in ve onun tam tersi bir seyir izleyerek kariyerinin başında bir sezonluğuna kiralık olarak Beşiktaş'a gelen Les Ferdinand haricinde Yugoslavya dışından gelip de fazla iz bırakan bir yabancı olmadı.

Yugoslav futbolcuların sosyo-kültürel yakınlığının başarıyı getireceğine dair yerleşmiş kanaatten ziyade, transfer dönemlerinde "oyuncu kaçırma" gibi geleneklerin sürdüğü Türkiye'de bazı menajer ve yöneticilerin bölgeyle olan gayrı şeffaf ilişkilerinin doğal bir uzantısı olarak da yorumlanabilecek bu furyanın, futbolun endüstrileşme sürecinin hızlanması, Doğu Bloku'nun parçalanmasıyla liberalleşen ülkelerin bereketli futbol topraklarının ürünlerinin Avrupa piyasasını zenginleştirmesi gibi faktörlerin etkisiyle yavaş yavaş dönüşümü kaçınılmazdı.

Roman Kosecki transferi bu anlamda belki de Türk futbol endüstrisinin oluşumunda bir milattı. İlk günlük popüler spor gazetesi Fotospor yayın hayatına başlamış; ilk özel televizyon Star 1 kurulmuş; Türkiye naklen yayın haklarının pazarlanabilen ve gayet güzel gelir getiren bir meta olduğunu yeni yeni keşfetmeye başlamışken, 1970'lerden 1980'lerin ortalarına kadar yaşadığı altın çağın ardından gerileme dönemine girmiş Polonya futbolunun Boniek'ten sonraki yeni yıldız adayı olarak büyük umut bağlanan bu genç adam, Türk futbolunda yeni bir döneme geçişi simgeleyen başlıca figür oluyordu.

Kosecki'nin Galatasaray'a transferi, gündeme geldiği ilk andan itibaren gün be gün izlenen, Fenerbahçe'nin devreye girişiyle ezeli rekabet sosuyla daha da cazip hale gelen bir macera romanı tefrikası gibi her sabah son gelişmeleri takip etmek için sabırsızlıkla gazetelerin son sayfasına baktıran bir süreçti. Nihayetinde, Galatasaray'a transfer rekoru kırarak 6 Milyar TL karşılığında imza attığında belki Galatasaray taraftarı biraz rahatlayıp gururlanmıştı ama aslında bu dizinin sadece ilk bölümüydü. Daha sonra Kosecki'nin ilk maçı, Tanju'yla nasıl bir ikili olacağı, Polonya milli takım arkadaşlarının onunla ilgili yorumları, ilk golünü ne zaman atacağı gibi sorular spor sayfalarının gündemini meşgul ediyor; "Koç Zeki" gibi yaratıcılığı zorlayan lakaplar, taraftarı heyecanlandırmak amaçlı mizansenlerle süslü röportajlarla onsuz tek bir gün geçmiyordu. Hani neredeyse Maradona Galatasaray’a transfer olsa, ancak bu kadar çok ilgiye mazhar olabilir gibiydi.

O dönemin Galatasaray’ına baktığımızda, Kosecki, kelimenin tam anlamıyla, yıllar sonra Ünal Aysal’ın literatüre soktuğu “pastanın üzerindeki çilek” olarak takıma katılmıştı. 1990-91 sezonunda, bir yıllık Aachen macerasının ardından bıraktığı mirası bir sezonda heba eden Alman Sigi Held’den görevi yeniden devralan Denizli, hücum iştahı yüksek bir takım oluşturmuştu. Hiddink’le belki de tarihinin en büyük doku uyuşmazlığını yaşayarak tepetaklak olduğu bir sezon geçiren Fenerbahçe’nin devreden çıktığı bir ortamda son şampiyon Beşiktaş’la çekişen Galatasaray ligin ilk yarısını farklı biçimde önde bitirmiş, bahar aylarına güvenle bakan bir konumdayken, takımın en büyük yıldızı Tanju Çolak, Erdal Keser ve beklentileri bir türlü karşılayamayan Hasan Vezir’den oluşan hücum hattına yapılacak bir takviyenin takımı uçuracağı düşüncesi taraftarı heyecanlandırıyordu. Üstelik Kosecki’ye Fenerbahçe’nin de talip olması bu süreci galip bitirme iştahını arttırıyor, neticede kötü günler geçiren rakibine bir gol daha atarak, bugünün tabiriyle “psikolojik üstünlüğü” perçinleme arzusunun peşine düşülüyordu.

Kosecki’nin Galatasaray günleri 

Transferin gerçekleşmesinin yarattığı coşku, Kosecki’nin Galatasaray formasını giydiği ilk maç olan kupadaki Konya deplasmanıyla doruğa ulaşsa da Ocak ayının sonlarında, ligin ikinci yarısının başlamasıyla bir şeylerin ters gittiği ayyuka çıktı. İlk yarının fırtına gibi esen takımı, karlı bir günde Şenol Güneş’in çalıştırdığı Boluspor’a İsmail’in kendi kalesine attığı golle 1-0 yenilerek başladığı ikinci yarının sonraki dört maçından da beraberlikle ayrılınca toplamda 11 puan kaybedip liderliği Beşiktaş’a devretmek zorunda kaldı. Galatasaray daha sonra toparlanıp ligin sonuna kadar iddiasını sürdürse de Ali Sami Yen’de Beşiktaş’a 2-0’dan 3-2 kaybedilen maç şampiyonluk hayallerinin sonu oldu.

Kosecki, bu ilk sezonu 14 maçta 4 golle kapatırken, ilk golünü atmak için ikinci yarının 10. haftasına kadar bekledi. Onun adına akılda kalanlar, Fenerbahçe’ye karşı farklı galip gelme hasretini bitiren 4-1’lik maçta Schumacher’e attığı golle perdeyi açması ve sezon sonunda Ankara’da Beşiktaş’a karşı kaydettiği, kaleci Engin’in ağır eleştirilere uğramasına yol açan golüyle Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı getirmesi oldu.

Galatasaray’ın 1990-91 sezonunun ikinci yarısındaki çöküşü Kosecki transferine bağlayan kitle azımsanmayacak ölçüde kalabalıktı. Hatta bu konudaki yorumlar, benzer yıldız oyuncular bağlamındaki değerlendirmeleri oluşturan geçmiş ve gelecek klişelerin bir manzumesini oluşturdu. Kosecki’nin “takım içi dengeleri” bozduğu, fazlasıyla havalı ve şımarık olduğu, oyunculardan doğrudan haber atlatan muhabirlerin naklettiği üzere takım içinde “madem o kadar para alıyor, takımı o kurtarsın” serzenişlerinin yükseldiği sıklıkla dillendirildi. Oyun stilleri bakımından birbirilerini çok iyi tamamladıkları ve bazı maçlarda müthiş bir seyir zevki sundukları halde, takımın yıldızı Tanju’nun onun gelişiyle yıldız konumunu kaybetmekten huzursuz olduğu ve ikilinin anlaşamadığı ve birbirine pas vermediği, takımın da bu çekişme yüzünden geriye gittiği iddia edildi. Bazı yorumlarda ise daha ziyade metafizik bir yaklaşıma dayanarak, tıpkı 13 yıl Galatasaray forması giyen Fatih Terim’in şampiyonluk hasretinin müsebbibi olarak gösterilmesi gibi Kosecki transferinin “uğursuz geldiği” öne sürüldü.  Türkiye’ye uyum sağlayamadığı, Türk futbolundaki sertlikten ve tekmelerden muzdarip olduğu gibi görece insaflı yorumlar da eksik kalmadı elbette.

Galatasaray üzerindeki değerlendirmeler Kosecki odaklı devam ederken, 1991 yılında Tanju’nun Fenerbahçe’ye transferinin yarattığı deprem etkisi taraftarları depresif bir ruh haline sürüklemişti. Denizli’nin gençleşen takımında yeni dönemde forvet hattındaki alternatif bolluğuna tezat kalite eksikliği endişe yaratıyordu. Tecrübeli isim Erdal Keser, Zeytinburnu’ndan gelen 19 yaşındaki Arif, sezon içinde stoperden devşirilen Taner Alpak, kariyerinin sonbaharında performansından çok şey kaybetmiş Selçuk Yula ve sezonun ikinci yarısında gelen “yılın bidonu” denebilecek Dominic Iorfa gibi beş benzemez ile bir yere varılamayacağından hücumun tüm yükünün takımın tek yıldızı olan Kosecki’nin sırtında olacağı anlaşılıyordu. Kısacası Galatasaray’da yeni sezonda da konuşulacak ilk isim Kosecki olmaya devam edecekti. Galatasaray adına pek de hatırlanmak istenmeyecek bu sezonda, Kosecki ligde 15 golle takımın en golcü ismi oldu. Avrupa’da ise Kupa Galipleri Kupası’nda çeyrek finale kadar giden ve adeta sadece Ali Sami Yen’in üzerine kar yağan bir Mart gününde sonlanan macerada, biri Werder Bremen deplasmanında olmak üzere attığı dört golle dikkat çekti.

Ayrılık vakti ve sonrası 

Sezon sonunda Denizli’ye yollarını ayıran Galatasaray yönetimi Feldkamp’la yeni bir döneme giriyor; daha da gençleşen “yıldızsız” bir kadro, yüksek tempo ve hücum pres odaklı bir oyun anlayışıyla, bir bakıma 2000’in takımını müjdeliyordu. Bu yeni ortamda, Kosecki’nin takımda kalıp kalmayacağı tartışması 1992 yazına damga vururken, bir gün fazla para istemesi ve disiplinsiz davranışları eleştiriliyor; ertesi gün özür dilemeye ve Galatasaray’da kalmak için gerekli fedakarlığı yapmaya hazır olduğu öne sürülüyordu. Bu git-gel süreci içinde, transfer taksiti döviz yerine Türk Lirası olarak ödendiği gerekçesiyle tepki olarak Florya’da paraları yere atınca film kopuyor; belki de yönetim onu gönderme kararını meşru kılacak bahaneyi buluyordu. Dolayısıyla, Kosecki’nin gelişi gibi gidişi de olaylı oluyor; her sezon en büyük yıldızını kaybeden Galatasaray taraftarının çoğunluğu yönetime büyük tepki gösterirken, doyamadıkları Polonyalı ender gelişen ataklarını çoğaltmak üzere Osasuna’nın yolunu tutuyordu.

Kosecki, Türkiye’de yalnızca 1,5 sezon kaldığı halde Galatasaray taraftarının hafızlarında esaslı bir yer etmiş, özellikle o dönem çocukluğunu ve ilk gençliğini yaşayanlar için bir fenomene dönüşmüştü. Ligde toplamda 38 maçta attığı 19 golle ülkeden ayrılırken, Galatasaray tarihinde yeni bir altın sayfanın başlaması, belki de bu ayrılığın iki tarafın da hayrına olduğu kanaatini güçlendiriyordu. Nitekim, o sezon dört yıl aradan sonra yeniden şampiyonluğa ulaşan Galatasaray, ertesi yıl bu başarıyı tekrarlıyor, Manchester United’ı eleyip Şampiyonlar ligi yolunu açarak Türk futbolunda yeni bir çağ başlatıyordu. Kosecki’nin Türkiye sonrası kariyeri de ışıldamaya devam ediyor, yeteneği onu Atletico Madrid’e taşıyordu.

Kosecki transferi bir bakıma Türkiye’de Polonyalı futbolcu modasını da başlattı. Aslında Kosecki’den önce Bakırköyspor’un Nowak ve Araskiewicz transferleriyle başlayan, Fenerbahçe’nin Jakolcewicz transferleriyle devam eden Polonyalı futbolcu akımı, bir sezon sonra Beşiktaş’ın Bako ve Zeyer, Fenerbahçe’nin Soczynski ve Trabzonspor’un Cyzio transferleriyle yeni bir boyuta taşınıyordu. 1990’larda bu akımın son temsilcisi olan Piotr Dobrowski ise yıllar sonra Türk vatandaşı olup Kaan Dobra adını alıyor ve kuşkusuz Türkiye’de en çok iz bırakan Polonyalı futbolcu oluyordu.

Roman Kosecki, Türk futbolunda yeni bir dönemin ilk starıydı. Onun gelişinden sonra, sanki o güne kadar kilitli duran bir odanın kapısı açıldı ve Türk basını ve kamuoyu transfer haberlerinin, sahadaki oyunun kendisinden dahi heyecanlı ve cazip olabileceğini keşfetti. Yalan olduğunu bile bile yıldız hayali kurmanın, son anda çıkan pürüzlerin, milli takımdan arkadaşlarını ikna için devreye giren Türkiye’ye hayran kalan veya tam tersine ikna edilmesi gereken “yenge”lerin, 1990’ların teknolojisiyle formaların üzerine oturtulan fotomontaj kafaların müptelası olundu. Internet ve sosyal medya çağının çok öncesiydi ama o günlerden bu yana sanki fazla bir şey değişmedi, ne dersiniz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder