28 Ağustos 2013 Çarşamba

Fatih Terim Milli Takım'da: Tehlike anında camı kırınız


                                          



Fatih Terim, 3. kez Türkiye A Milli Futbol Takımı'nın başında. Ancak bu kez öncekilerden farklı olarak, dünyada fazla tercih edilmeyen, Türkiye'de de 1987'de kısa bir dönem Mustafa Denizli örneği dışında denenmemiş bir yapı içinde, aynı anda Galatasaray'ın da teknik direktörü olmayı sürdürecek.

Konu milli takım ve Fatih Terim olunca, üstelik böyle farklı bir model ortaya konmuşken, bu anlaşmanın Türk futbol kamuoyunun gündemine bomba gibi düşmesi doğal. Ne var ki, Türkiye'de siyasi, ekonomik, popüler kültürle ilgili tüm gündemlerde olduğu gibi, bu konu da fazla tartışılmadan, lig ve Avrupa Kupaları maçları, CAS Davası'ndan beklenen sonuç, transfer sezonunun son dönemi gibi sıcak haberlerin arkasında, belki bir sonraki kriz anına kadar nadasa bırakıldı. Tam da bu sebepten ötürü, konuyu daha geniş biçimde değerlendirebilmek için yazacağım şeyleri zihnimde kurmaya çalışırken, imzadan henüz 1 hafta dahi geçmemiş bile olsa,  bu yazı çoktan gecikmiş yaftası yemeye mahkum oldu.

Fatih Terim'in kişiliği, kariyeri ve görevde başarılı olma şansından TFF ve başındaki Yıldırım Demirören'in temsil ettiklerine; milli takımın son yıllardaki hızlı gerileyişinden Türk futbolunun yapısal bozukluklarına, Galatasaray ile TFF arasındaki gerilimden süreç içinde Galatasaray yönetiminin tutumuna kadar hepsi birbiriyle bağlantılı ancak çok farklı açılardan ele alınması gereken bir konuyla karşı karşıyayız. Bu yüzden görüşlerimi dört başlık halinde özetlemeye çalışmam en iyisi olacak. 

"Milli takım=Milli görev" denklemi?

Başlarken bazı noktaları net biçimde ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum. Bugün küresel futbol endüstrisinin  rakamlarla ifade etmekte zorlanacağımız ekonomik büyüklüğü göz önüne alındığında ulusal takımların konumunu, milli takım=milli görev denkleminde yeniden değerlendirmek gerekiyor. 

Fatih Terim'in milli takımda görev yaptığı 2. döneminde en çok konuşulan husus aldığı maaştı. Bu konuda yapılan sayısız polemik karşısında, sesimi duyurabildiğim herkese dilimin döndüğü kadarıyla, futbol milli takımının bir kamu kuruluşu olmadığını, hocanın maaşının bizim vergilerimizle ödenmediğini, TFF'nin özerk bir kuruluş olduğunu, kendine ait gelir kaynakları ve sponsorlarının bulunduğunu, dolayısıyla herhangi bir holdingin CEO'sunun maaşı bizi ne kadar ilgilendiriyorsa, milli takım hocasının maaşının da o kadar ilgilendirdiğini anlatmaya çalışıyordum.   Bu tartışmada elbette hocanın her konuşmasında milli duyguları öne çıkarmasının da payı vardı. Nitekim Hiddink döneminde maaş konusu bu kadar yoğun tartışılmadı.

Oyunculara gelince, elbette milli takımda forma giymek için para alınmıyor, ancak özellikle uluslararası turnuvaların günümüz koşullarında bir futbolcu için en önemli vitrin olduğunu unutmamak lazım. Bugün bir oyuncu milli takımda başarılı olduğu sürece "piyasasını" arttırabiliyor, daha iyi takımlara transfer olma şansı artıyor. Dünya Kupaları, Avrupa Şampiyonaları, genç yaş gruplarının katıldığı turnuvalar bir nevi futbol endüstrisinin fuarları gibi işlev görüyor. Bunun ötesinde, Türkiye'de hangi spor dalında olursa olsun, milli duygular dendiğinde mangalda kül bırakmayan sporcularımızın, yarıştıkları diğer ülke sporcularının ortalamasının üzerinde prim ve ödül aldıklarını, "cip tartışması", canlı yayında "maddi-manevi" çağrıları gibi örneklerin başka diyarlarda dışında pek yaşanmadığını da vurgulamak gerek.

Bu bahsi bağlamak gerekirse, bugünün koşullarında milli takım teknik direktörlüğü vatani bir görev olarak telakki edilmek zorunda olunan bir makam değildir, dolayısıyla profesyonel bir teknik adam kendi kariyer planlamasının içinde bu teklifi gayet rahat reddedebilir ve bunun için hiç kimse tarafından yargılanmaması gerekir. "Aslolan Galatasaray, var olan milli takım" gibi söylemler içi boş popülizmdir.

Yeter Yıldırım Demirören yönetimindeki TFF ve Galatasaray

Türk futbolu maalesef uzun zamandır, belki de Hasan Doğan'ın vefatından beri çok kötü biçimde yönetiliyor. Bu sürecin içinde 3 Temmuz gibi büyük bir depremin yaşanması, belki tüm yapının yeniden ele alınıp temizlenmesi ve beyaz bir sayfa açılması için fırsat olabilecekken, daha önce de defalarca yazdığım gibi kısa vadeli ekonomik ve popülist kaygılarla günü kurtaralım düşüncesiyle Türk futbolunun karanlık günlere doğru hızla yol almasını beraberinde getirdi. Bu dönemde, Beşiktaş'ta arasında yıllar boyunca temizlenmesi güç bir enkaz bırakan Yıldırım Demirören, dönemi "idare etme" misyonuyla TFF'nin başına getirildi.

Yıldırım Demirören'in hakkını yemeyelim bir konuda çok başarılı oldu ve ülkenin tüm stadyumlarını kendisine karşı birleştirdi. Sadece İnönü'de söylenen "yeter Yıldırım Demirören" tezahüratı, Türkiye'nin her yerinde aynı coşkuyla söylenir oldu. Demirören'in "idare etme misyonu" esasında Fenerbahçe ve Beşiktaş'ı 3 Temmuz sürecinden en az  zararla kurtarma çabasıydı. Nitekim şike davasında verilen/verilmeyen cezalar bu çabanın açık göstergesiydi. Bu konuda henüz CAS kararı belli olmadan bir şey söylemek erken ama bu çabanın da uluslararası standartlara toslayacağı tahmin edilebilir.

Yıldırım Demirören'in bu gayretkeşliği ve bunu en azından görünürde gizleyebilecek kadar diplomatik davranma becerisinden uzak oluşu Galatasaray camiasının kendisiyle olan mesafesinin açılmasını beraberinde getirdi. Görevi boyunca 4 kupa kazanan Galatasaray'a karşı, sadece kupa seremonilerindeki tutumu dahi bu tepki dalgasını büyüttü. Son olarak yabancı sınırlaması konusunda yaşanan tartışma (ki burada Galatasaray yönetiminin harekete geçmekte geciktiği için hatalı olduğunu düşünüyorum) ipleri iyice gerdi. Tam da bu dönemde gelen Fatih Terim açılımı Galatasaraylı taraftarların genelinde büyük bir soru işareti yarattı. Hatta bunun işlerin yolunda gittiği Galatasaray'ın ilerleyişine ket vurmak için, TFF tarafından planlanan bir operasyon olduğu fikri bile Galatasaraylı taraftarlar arasında bir hayli rağbet gördü.

Bu verilerle düşünüldüğünde, Galatasaray yönetiminin Fatih Terim'in yolunu bu kadar rahat açması ve tabir caizse Yıldırım Demirören yönetimine bir can simidi uzatmasının Galatasaray camiasında bir nebze şaşkınlık ve burukluk yarattığı görülüyor. Hatırı sayılır bir çoğunluk, Ünal Aysal'ın, "hocamızı bırakmıyoruz" resti çekmesini tercih edebilirdi. Fakat, 3 gün süren Terim-Demirören-Aysal müzakere üçgeninde en kazançlı çıkan isim olduğunu düşündüğüm Ünal Aysal pragmatik bir karar verdi.

Ünal Aysal, Fatih Terim ve Galatasaray

Galatasaray son dönemlerin en kötü sezonunu yaşadıktan sonra gelen Ünal Aysal&Fatih Terim birlikteliği yerine başka bir formül olsaydı, 2 yıl içinde böyle bir dirilişin gerçekleşmesi ve tahmin edilenin ötesinde başarılar elde edilmesi mümkün olamazdı. Aysal ve Terim çok farklı hayat görüşlerine, liderlik tarzlarına ve metodlarına sahip gibi görünseler de ikisinin de ortak hedeflere kilitlenme becerisi Galatasaray'a özlediği günleri yaşatmalarını sağladı.

Galatasaray yönetimi içinde veya "derin Galatasaray"da Fatih Terim'i istemeyen, hatta çirkin biçimde arkasından kuyusunu kazmaya çalışan bir grup olduğu biliniyor. Ünal Aysal, kimseyi karşısına almadan hep doğru zamanda doğru müdahaleleri yapmayı bildi. Ne hocasını "yedirdi" ne de bu grupla çetin bir mücadeleye girişti. Bilakis yine pragmatik bir taktikle, hocanın üzerindeki baskıyı bir tür manivela olarak kullanmasını sağladı.

Fatih Terim, Galatasaray'a geldiği ilk dönemde çok ağır eleştirilerle (kent krosu vs. deniyordu) karşı karşıyaydı ve aslında tüm gücünü öfkesini bu eleştirilerden alıyor, basiretli davranmayı bilen Faruk Süren yönetiminin de desteğiyle elde ettiği her şeyi "savaşarak" alıyordu. Terim, 2. döneminde ise UEFA Kupası'nı almış, Milan gibi bir devi çalıştırmış bir konumda, Lucescu gibi takımı şampiyon yapan bir hocanın yerine getirilmesi dahi bayram gibi algılanan bir konjonktürde göreve gelmişti. O dönemde egosu artık kimseyle savaşmayı gerektirmeyecek kadar yükseklerdeydi. Bu yüzden yanlış kararlar aldı, hatalarını kabullenmek yerine ısrarcı oldu ve krizleri yönetemedi. Galatasaray'da 2. Terim döneminin başarısızlıkla kapanmasının temel sebebi buydu. Terim'in son dönemde bu kadar başarılı olmasını ise kendini yeniden uluslararası planda kabul ettirme yönündeki motivasyonunun Aysal yönetiminin Avrupa vizyonu ile birleşerek yarattığı sinerjinin yanı sıra, yine camia içinde kendini istemeyen odaklarla "savaşma" enerjisinin olumlu yöne kanalize edilmesine bağlayabiliriz. Tabii burada daha olgunlaşmış olmakla beraber, Fatih Terim'in en temel niteliklerinden biri olan özgüvenini güçlendirme yönünde çok zorlu bir sınama olan "Galatasaray'ı bu durumdan ancak ben kurtarırım" düşüncesinin de yattığını unutmamak lazım.

Terim, milli takım teklifini de muhtemelen aynı pencereden, "Türk futbolunu bu durumdan ancak ben kurtarırım" düşüncesiyle kabul etti. Ancak görüşme sürecinde, sezon sonunda Galatasaray'dan ayrılıp milli takımda devam etmesi teklifinin, kendisini istemeyen odakları rahatlatacağını da görüp  resti çekti ve "Galatasaray beni bırakmadan ben Galatasaray'ı bırakmam" diyerek topu Ünal Aysal'ın üzerine attı. Ünal Aysal da bu topu ustalıkla göğsünde yumuşattı ve milli takım için hocaya izni verdi. Burada şüphesiz TFF ile ilişkileri bir nebze olsun düzeltme arzusunun yanında, hocanın karşı karşıya kalacağı bu yeni "sınamanın", ona ayrı bir enerji vereceğini ve bunun Galatasaray'a olumlu yansıyacağını hesapladı. Poker tadında cereyan eden bu müzakerelerde, hamlesini ustalığını konuşturarak yaptı ve Fatih Terim'e Mayıs 2014'e kadar izin verdiklerini, TFF'ye bu modeli "teklif ettiklerini" ve Terim'le uzun yıllar çalışmak istediklerini ilan etti. Bu hamleyle zaten çaresiz durumdaki TFF'yi 4 yıllık sözleşme teklifinden vazgeçmek zorunda bırakıp, "patron benim" mesajı vermekle kalmadı, Terim'in geleceğiyle ilgili kararı da kendisinin vereceğini göstermiş oldu. Son durumda, Terim Mayıs 2014'te milli takımla devam etmek isterse, yaptığı açıklamaya ters düşerek Galatasaray'ı kendisi bırakmak durumunda olacak artık. Kısacası, Ünal Aysal, bağırıp çağırmadan, kimseyle polemiğe girmeden, tereyağından kıl çeker gibi süreci ustalıkla yönetmiş ve tüm tarafları kendi formülüne getirmiş oldu.

Tehlike anında camı kırınız

Milli takımın Dünya Kupası şansının mucizelere bağlı olduğunu kabul etmek gerek. Hatta Türkiye'nin o en kritik Romanya maçından da önce Macaristan, Romanya'yı deplasmanda yenerse diğer maçlar tamamen formalite için oynanacak. Durum böyle olduğu halde, Terim'le uzun vadeli bir planlama için de şartlar sağlanamamışken, neden böyle bir adım atıldığını sorgulamak lazım.

Buna benzer bir senaryo Terim'in milli takımın başına 2. kez geçtiği dönemde de yaşanmış. Fatih Hoca, 2006 DK elemelerinde Ersun Yanal'dan devraldığı takımla son 3 maçta 2'si deplasmanda kazanarak topladığı 7 puanla takımı play-off'a sokmuş, sonrasında da hatırlamak istemediğimiz İsviçre eşleşmesi yaşanmıştı (O maçı Türk futbolu için bir utanç vesilesi olarak gördüğümü burada zikretmeme gerek yok, ancak tüm sorumluluğun Terim'e yüklenmesini de büyük haksızlık olarak görüyorum). Şimdi yine benzer bir durumda, bu kez daha büyük bir mucize bekleniyor.

Yukarıda Türk futbolunun kötü yönetildiğinden söz etmiştim. Bunun en belirgin örneği maalesef milli takım yapılanmasında yaşanıyor. Eleme süreci bittiğinde bu konuda çok daha kapsamlı bir değerlendirme yazmak iyi olacak aslında. Bu değerlendirmede bolca özeleştiriye de yer vermem gerekiyor zira Hiddink hamlesini de Abdullah Avcı hamlesini de başarılı bulmuştum ama yanıldığım anlaşılıyor.

Bugün yapılan şey de Demirören yönetiminin durumu idare etme ve günü kurtarma amacıyla güçlü bir figürü kendilerinin önüne koyarak eleştirilerin etkisini hafifletme, olur da mucizevi bir başarı gelirse de buna ortak olma çabasından ibaret gibi görünüyor. İşler kötüye gittiğinde camı kırıp sarılabileceğiniz Terim veya Denizli formülü sadece birkaç kez işleyebilir. Milli takım yapılanmasında uzun soluklu stratejilere gidilmedikçe, 70 milyon yerine 3 milyon (Almanya) içinden yetişmiş oyuncuları kapma yarışı içinde bulunan Alman altyapısı almış oyuncuya Mesut Özil muamelesi yapıldıkça, alt yaş grubu hocalıklarına sıradaki eski büyük takım futbolcusu varsa emanetçi olarak getirildikçe, alt yaş grubu hocalığı Süper Lig'den gelen alelade bir teklif karşısında bile terk edilebilir görüldükçe çok kıymetli jenerasyonlar Dünya Kupası görmeden harcanmaya devam edecektir.

Fatih Terim, bugünkü görev tanımı içine başarılı olacaktır. Hatta 4 maçta 12 puan alabileceğine de yürekten inanıyorum. Fakat böyle bir yapılanma olabilir mi? Fatih Terim'in sözleşmesi Mayıs'a kadar, olur da takımı Dünya Kupası'na götürürse orada olacak mı belli değil. İmza attığı gün yardımcısı bile belli değil. Seçilen kişi Hamza Hamzaoğlu umut veren bir isim olsa da o da bir koltuğa iki karpuz sığdırmak zorunda olacak.

Görünen o ki, zaten zor olan Dünya Kupası şansı tamamen yitirildiğinde, "elimizden geleni yaptık ama olmadı" denilecek; Terim Galatasaray'da devam ederken yeni bir sayfa adına o an müsait olan bir hoca getirilecek
 ve bu kez Euro2016 için, bagajımızda bütün yapısal problemleri taşıyarak, umuda yolculuk başlayacak.

Özetle Fatih Terim'in bu koşullarda olabileceği kadar başarılı olacağına inanıyorum ama bunun Türk futboluna ne gibi bir katkısı olacağı konusunda ciddi şüphelerim var. Kolonları çürümekte olan bir binanın sıvasını yenilemeye çalışıyormuşuz gibi geliyor. Üstelik nüfusun yarısından fazlasının futbolla yatıp kalktığı bir ülkede, komplo teorilerinin, oyun dışı unsurların ve seviyesiz polemiklerin futbol üzerindeki konuşmaların ekserisini kapladığı bir ortamda, Terim'in aynı anda Galatasaray'ı da çalıştıracak olmasının da ciddi bir sabır ve sinir testi olacağı görünüyor. Bu yüzden bir yanım keşke hoca bu işe hiç soyunmasaydı diyor. Bu sistemin Galatasaray'a  zarar verip vermeyeceğini ise zaman gösterecek.
 








Savaşçı forvet Elmander


                                       


Galatasaray’a gelişi de gidişi de sessiz sedasız oldu onun. Ünal Aysal yönetiminin göreve gelir gelmez, Fatih Terim’le dahi anlaşmadan önce, Mayıs 2011’de Bosman kuralından faydalanarak yaptığı ilk transferdi.  

Bir santrfor için göz alıcı gol istatistiklerine sahip değildi. Feyenoord ve Brondby’nin ardından, Premier Lig’de ve Ligue 1’de iddiasız takımlar olan Bolton ve Toulouse’da forma giymiş; Galatasaray öncesi kariyerinde hep sezon başına 10 gol civarında dolaşmıştı.  Gerek bu istatistikler, gerek Fatih Terim tarafından getirilmemiş bir isim olması (hatta istenmediği de söyleniyordu) Galatasaray taraftarının ondan beklentilerini düşük tutmasına yol açmıştı.

Elmander, Galatasaray’daki ilk sezonunda hepsi ligde olmak üzere (Süper Lig+Play-off) 36 maçta 12 gol atarak istikrarını sürdürdü. Fakat onu farklı kılan attığı gollerle yaptığı katkının çok ötesindeydi. Yukarıda değindiğim düşük beklentilerin hepsini boşa çıkaracak şekilde söke söke formayı aldı ve terlettiği her maçta hakkını verdi. Galatasaray’ın tarihinin en kötü sezonlarından birini yaşadığı 2010-11’in üzerine gelen bu diriliş senesinde, takımın ihtiyacı olan ruhu ortaya koyan, savaşan oyuncuların başında gelerek şampiyonlukta büyük pay sahibi oldu. Her ne kadar sezon bittiğinde Selçuk, Melo, Muslera, Ujfalusi, Semih ve hatta Necati ondan fazla övgüye mazhar olsa da, “savaşçı forvet” kimliğiyle takımın vazgeçilmez bir parçası olarak taraftarların gözünde ayrı bir yer edindi.

2012-13 sezonunda, iki sezon öncesinin enkazından sağlam bir bina dikmeyi başaran Fatih Terim’in Galatasaray’ı, Ünal Aysal yönetiminin vizyonuna da uygun olarak Avrupa’da başarılı olabilmek hedefiyle bu sağlam binayı lüks elemanlarla tefriş etme yoluna gidecekti. Hücum hattına yapılan Burak Yılmaz ve Umut Bulut takviyelerine rağmen, özellikle hücum presteki başarısı ve yüksek temposuyla takımın vazgeçilmez parçalarından biri olmayı başarmıştı Elmander. Fakat 2. yarıda Drogba’nın takıma katılması ve Elmander’in sakatlık problemleri onu takımda 4. sırada düşünülen santrfor konumuna itti. Galatasaray’ın kabuk değiştirerek ısıran bir takımdan teknik kapasiteye dayanan bir takıma evrilmesi Elmander’in rolünü önemsizleştirdi. Elmander sezonu sonuncusu 18. haftada olmak üzere ligde sadece 4 gol atarak kapattı.

Bu yıl da 6+0+4 sistemi olmasaydı, örnek alınacak profesyonelliği ile ihtiyaç halinde görev almak üzere takımda kalabilirdi. Eğer böyle olsaydı eminim birçok maçta ekstra katkı sağlayacaktı. Fakat şimdi oyun karakterine uygun bir lige yine orta sıralar için mücadele edecek bir takım olan Norwich City’e gitti.

Yıllar sonra Elmander’in Galatasaray karnesine bakıldığında, salt rakamlar göz önüne alınırsa, iki sezonda toplam 61 resmi maçta 17 gol 10 asist gibi gibi bir santrfor için vasat bir tabloyla karşı karşıya kalınacak. Halbuki Galatasaray için Elmander’in değeri kağıt üzerinde anlaşılabilecek bir şeyden fazlasıydı. Özellikle ilk sezonunda sahaya koyduğu yürek, azimli mücadelesi ve takım oyununa yatkınlığı ile hatırlanmasını diliyorum.


Bitirirken Elmander’in derbileri sevdiğini, Fenerbahçe’ye de Beşiktaş’a karşı da çok iyi performanslar ortaya koyduğunu ve toplamda Fenerbahçe’ye 2, Beşiktaş’a da 3 gol attığını hatırlatalım. Mükemmel oynadığı ilk Fenerbahçe maçının videosunu, kalitesi yeterince iyi olmasa da, aşağıya ekledim. O maçta attığı gol ve kaçırdıkları onun tüm oyun karakterini yansıtıyor aslında.   Sahanın her yerinde görünen, sürekli golü arayan ve inatçı takibi sonucunda kaptığı topu, yaptığı kötü vuruşa rağmen ağlarla buluşturan adam. Johan Elmander. Her şey için teşekkürler!