Fatih Terim, 3. kez Türkiye A Milli Futbol Takımı'nın başında. Ancak bu kez öncekilerden farklı olarak, dünyada fazla tercih edilmeyen, Türkiye'de de 1987'de kısa bir dönem Mustafa Denizli örneği dışında denenmemiş bir yapı içinde, aynı anda Galatasaray'ın da teknik direktörü olmayı sürdürecek.
Konu milli takım ve Fatih Terim olunca, üstelik böyle farklı bir model ortaya konmuşken, bu anlaşmanın Türk futbol kamuoyunun gündemine bomba gibi düşmesi doğal. Ne var ki, Türkiye'de siyasi, ekonomik, popüler kültürle ilgili tüm gündemlerde olduğu gibi, bu konu da fazla tartışılmadan, lig ve Avrupa Kupaları maçları, CAS Davası'ndan beklenen sonuç, transfer sezonunun son dönemi gibi sıcak haberlerin arkasında, belki bir sonraki kriz anına kadar nadasa bırakıldı. Tam da bu sebepten ötürü, konuyu daha geniş biçimde değerlendirebilmek için yazacağım şeyleri zihnimde kurmaya çalışırken, imzadan henüz 1 hafta dahi geçmemiş bile olsa, bu yazı çoktan gecikmiş yaftası yemeye mahkum oldu.
Fatih Terim'in kişiliği, kariyeri ve görevde başarılı olma şansından TFF ve başındaki Yıldırım Demirören'in temsil ettiklerine; milli takımın son yıllardaki hızlı gerileyişinden Türk futbolunun yapısal bozukluklarına, Galatasaray ile TFF arasındaki gerilimden süreç içinde Galatasaray yönetiminin tutumuna kadar hepsi birbiriyle bağlantılı ancak çok farklı açılardan ele alınması gereken bir konuyla karşı karşıyayız. Bu yüzden görüşlerimi dört başlık halinde özetlemeye çalışmam en iyisi olacak.
"Milli takım=Milli görev" denklemi?
Başlarken bazı noktaları net biçimde ortaya koymak gerektiğini düşünüyorum. Bugün küresel futbol endüstrisinin rakamlarla ifade etmekte zorlanacağımız ekonomik büyüklüğü göz önüne alındığında ulusal takımların konumunu, milli takım=milli görev denkleminde yeniden değerlendirmek gerekiyor.
Fatih Terim'in milli takımda görev yaptığı 2. döneminde en çok konuşulan husus aldığı maaştı. Bu konuda yapılan sayısız polemik karşısında, sesimi duyurabildiğim herkese dilimin döndüğü kadarıyla, futbol milli takımının bir kamu kuruluşu olmadığını, hocanın maaşının bizim vergilerimizle ödenmediğini, TFF'nin özerk bir kuruluş olduğunu, kendine ait gelir kaynakları ve sponsorlarının bulunduğunu, dolayısıyla herhangi bir holdingin CEO'sunun maaşı bizi ne kadar ilgilendiriyorsa, milli takım hocasının maaşının da o kadar ilgilendirdiğini anlatmaya çalışıyordum. Bu tartışmada elbette hocanın her konuşmasında milli duyguları öne çıkarmasının da payı vardı. Nitekim Hiddink döneminde maaş konusu bu kadar yoğun tartışılmadı.
Oyunculara gelince, elbette milli takımda forma giymek için para alınmıyor, ancak özellikle uluslararası turnuvaların günümüz koşullarında bir futbolcu için en önemli vitrin olduğunu unutmamak lazım. Bugün bir oyuncu milli takımda başarılı olduğu sürece "piyasasını" arttırabiliyor, daha iyi takımlara transfer olma şansı artıyor. Dünya Kupaları, Avrupa Şampiyonaları, genç yaş gruplarının katıldığı turnuvalar bir nevi futbol endüstrisinin fuarları gibi işlev görüyor. Bunun ötesinde, Türkiye'de hangi spor dalında olursa olsun, milli duygular dendiğinde mangalda kül bırakmayan sporcularımızın, yarıştıkları diğer ülke sporcularının ortalamasının üzerinde prim ve ödül aldıklarını, "cip tartışması", canlı yayında "maddi-manevi" çağrıları gibi örneklerin başka diyarlarda dışında pek yaşanmadığını da vurgulamak gerek.
Bu bahsi bağlamak gerekirse, bugünün koşullarında milli takım teknik direktörlüğü vatani bir görev olarak telakki edilmek zorunda olunan bir makam değildir, dolayısıyla profesyonel bir teknik adam kendi kariyer planlamasının içinde bu teklifi gayet rahat reddedebilir ve bunun için hiç kimse tarafından yargılanmaması gerekir. "Aslolan Galatasaray, var olan milli takım" gibi söylemler içi boş popülizmdir.
Yeter Yıldırım Demirören yönetimindeki TFF ve Galatasaray
Türk futbolu maalesef uzun zamandır, belki de Hasan Doğan'ın vefatından beri çok kötü biçimde yönetiliyor. Bu sürecin içinde 3 Temmuz gibi büyük bir depremin yaşanması, belki tüm yapının yeniden ele alınıp temizlenmesi ve beyaz bir sayfa açılması için fırsat olabilecekken, daha önce de defalarca yazdığım gibi kısa vadeli ekonomik ve popülist kaygılarla günü kurtaralım düşüncesiyle Türk futbolunun karanlık günlere doğru hızla yol almasını beraberinde getirdi. Bu dönemde, Beşiktaş'ta arasında yıllar boyunca temizlenmesi güç bir enkaz bırakan Yıldırım Demirören, dönemi "idare etme" misyonuyla TFF'nin başına getirildi.
Yıldırım Demirören'in hakkını yemeyelim bir konuda çok başarılı oldu ve ülkenin tüm stadyumlarını kendisine karşı birleştirdi. Sadece İnönü'de söylenen "yeter Yıldırım Demirören" tezahüratı, Türkiye'nin her yerinde aynı coşkuyla söylenir oldu. Demirören'in "idare etme misyonu" esasında Fenerbahçe ve Beşiktaş'ı 3 Temmuz sürecinden en az zararla kurtarma çabasıydı. Nitekim şike davasında verilen/verilmeyen cezalar bu çabanın açık göstergesiydi. Bu konuda henüz CAS kararı belli olmadan bir şey söylemek erken ama bu çabanın da uluslararası standartlara toslayacağı tahmin edilebilir.
Yıldırım Demirören'in bu gayretkeşliği ve bunu en azından görünürde gizleyebilecek kadar diplomatik davranma becerisinden uzak oluşu Galatasaray camiasının kendisiyle olan mesafesinin açılmasını beraberinde getirdi. Görevi boyunca 4 kupa kazanan Galatasaray'a karşı, sadece kupa seremonilerindeki tutumu dahi bu tepki dalgasını büyüttü. Son olarak yabancı sınırlaması konusunda yaşanan tartışma (ki burada Galatasaray yönetiminin harekete geçmekte geciktiği için hatalı olduğunu düşünüyorum) ipleri iyice gerdi. Tam da bu dönemde gelen Fatih Terim açılımı Galatasaraylı taraftarların genelinde büyük bir soru işareti yarattı. Hatta bunun işlerin yolunda gittiği Galatasaray'ın ilerleyişine ket vurmak için, TFF tarafından planlanan bir operasyon olduğu fikri bile Galatasaraylı taraftarlar arasında bir hayli rağbet gördü.
Bu verilerle düşünüldüğünde, Galatasaray yönetiminin Fatih Terim'in yolunu bu kadar rahat açması ve tabir caizse Yıldırım Demirören yönetimine bir can simidi uzatmasının Galatasaray camiasında bir nebze şaşkınlık ve burukluk yarattığı görülüyor. Hatırı sayılır bir çoğunluk, Ünal Aysal'ın, "hocamızı bırakmıyoruz" resti çekmesini tercih edebilirdi. Fakat, 3 gün süren Terim-Demirören-Aysal müzakere üçgeninde en kazançlı çıkan isim olduğunu düşündüğüm Ünal Aysal pragmatik bir karar verdi.
Ünal Aysal, Fatih Terim ve Galatasaray
Galatasaray son dönemlerin en kötü sezonunu yaşadıktan sonra gelen Ünal Aysal&Fatih Terim birlikteliği yerine başka bir formül olsaydı, 2 yıl içinde böyle bir dirilişin gerçekleşmesi ve tahmin edilenin ötesinde başarılar elde edilmesi mümkün olamazdı. Aysal ve Terim çok farklı hayat görüşlerine, liderlik tarzlarına ve metodlarına sahip gibi görünseler de ikisinin de ortak hedeflere kilitlenme becerisi Galatasaray'a özlediği günleri yaşatmalarını sağladı.
Galatasaray yönetimi içinde veya "derin Galatasaray"da Fatih Terim'i istemeyen, hatta çirkin biçimde arkasından kuyusunu kazmaya çalışan bir grup olduğu biliniyor. Ünal Aysal, kimseyi karşısına almadan hep doğru zamanda doğru müdahaleleri yapmayı bildi. Ne hocasını "yedirdi" ne de bu grupla çetin bir mücadeleye girişti. Bilakis yine pragmatik bir taktikle, hocanın üzerindeki baskıyı bir tür manivela olarak kullanmasını sağladı.
Fatih Terim, Galatasaray'a geldiği ilk dönemde çok ağır eleştirilerle (kent krosu vs. deniyordu) karşı karşıyaydı ve aslında tüm gücünü öfkesini bu eleştirilerden alıyor, basiretli davranmayı bilen Faruk Süren yönetiminin de desteğiyle elde ettiği her şeyi "savaşarak" alıyordu. Terim, 2. döneminde ise UEFA Kupası'nı almış, Milan gibi bir devi çalıştırmış bir konumda, Lucescu gibi takımı şampiyon yapan bir hocanın yerine getirilmesi dahi bayram gibi algılanan bir konjonktürde göreve gelmişti. O dönemde egosu artık kimseyle savaşmayı gerektirmeyecek kadar yükseklerdeydi. Bu yüzden yanlış kararlar aldı, hatalarını kabullenmek yerine ısrarcı oldu ve krizleri yönetemedi. Galatasaray'da 2. Terim döneminin başarısızlıkla kapanmasının temel sebebi buydu. Terim'in son dönemde bu kadar başarılı olmasını ise kendini yeniden uluslararası planda kabul ettirme yönündeki motivasyonunun Aysal yönetiminin Avrupa vizyonu ile birleşerek yarattığı sinerjinin yanı sıra, yine camia içinde kendini istemeyen odaklarla "savaşma" enerjisinin olumlu yöne kanalize edilmesine bağlayabiliriz. Tabii burada daha olgunlaşmış olmakla beraber, Fatih Terim'in en temel niteliklerinden biri olan özgüvenini güçlendirme yönünde çok zorlu bir sınama olan "Galatasaray'ı bu durumdan ancak ben kurtarırım" düşüncesinin de yattığını unutmamak lazım.
Terim, milli takım teklifini de muhtemelen aynı pencereden, "Türk futbolunu bu durumdan ancak ben kurtarırım" düşüncesiyle kabul etti. Ancak görüşme sürecinde, sezon sonunda Galatasaray'dan ayrılıp milli takımda devam etmesi teklifinin, kendisini istemeyen odakları rahatlatacağını da görüp resti çekti ve "Galatasaray beni bırakmadan ben Galatasaray'ı bırakmam" diyerek topu Ünal Aysal'ın üzerine attı. Ünal Aysal da bu topu ustalıkla göğsünde yumuşattı ve milli takım için hocaya izni verdi. Burada şüphesiz TFF ile ilişkileri bir nebze olsun düzeltme arzusunun yanında, hocanın karşı karşıya kalacağı bu yeni "sınamanın", ona ayrı bir enerji vereceğini ve bunun Galatasaray'a olumlu yansıyacağını hesapladı. Poker tadında cereyan eden bu müzakerelerde, hamlesini ustalığını konuşturarak yaptı ve Fatih Terim'e Mayıs 2014'e kadar izin verdiklerini, TFF'ye bu modeli "teklif ettiklerini" ve Terim'le uzun yıllar çalışmak istediklerini ilan etti. Bu hamleyle zaten çaresiz durumdaki TFF'yi 4 yıllık sözleşme teklifinden vazgeçmek zorunda bırakıp, "patron benim" mesajı vermekle kalmadı, Terim'in geleceğiyle ilgili kararı da kendisinin vereceğini göstermiş oldu. Son durumda, Terim Mayıs 2014'te milli takımla devam etmek isterse, yaptığı açıklamaya ters düşerek Galatasaray'ı kendisi bırakmak durumunda olacak artık. Kısacası, Ünal Aysal, bağırıp çağırmadan, kimseyle polemiğe girmeden, tereyağından kıl çeker gibi süreci ustalıkla yönetmiş ve tüm tarafları kendi formülüne getirmiş oldu.
Tehlike anında camı kırınız
Milli takımın Dünya Kupası şansının mucizelere bağlı olduğunu kabul etmek gerek. Hatta Türkiye'nin o en kritik Romanya maçından da önce Macaristan, Romanya'yı deplasmanda yenerse diğer maçlar tamamen formalite için oynanacak. Durum böyle olduğu halde, Terim'le uzun vadeli bir planlama için de şartlar sağlanamamışken, neden böyle bir adım atıldığını sorgulamak lazım.
Buna benzer bir senaryo Terim'in milli takımın başına 2. kez geçtiği dönemde de yaşanmış. Fatih Hoca, 2006 DK elemelerinde Ersun Yanal'dan devraldığı takımla son 3 maçta 2'si deplasmanda kazanarak topladığı 7 puanla takımı play-off'a sokmuş, sonrasında da hatırlamak istemediğimiz İsviçre eşleşmesi yaşanmıştı (O maçı Türk futbolu için bir utanç vesilesi olarak gördüğümü burada zikretmeme gerek yok, ancak tüm sorumluluğun Terim'e yüklenmesini de büyük haksızlık olarak görüyorum). Şimdi yine benzer bir durumda, bu kez daha büyük bir mucize bekleniyor.
Yukarıda Türk futbolunun kötü yönetildiğinden söz etmiştim. Bunun en belirgin örneği maalesef milli takım yapılanmasında yaşanıyor. Eleme süreci bittiğinde bu konuda çok daha kapsamlı bir değerlendirme yazmak iyi olacak aslında. Bu değerlendirmede bolca özeleştiriye de yer vermem gerekiyor zira Hiddink hamlesini de Abdullah Avcı hamlesini de başarılı bulmuştum ama yanıldığım anlaşılıyor.
Bugün yapılan şey de Demirören yönetiminin durumu idare etme ve günü kurtarma amacıyla güçlü bir figürü kendilerinin önüne koyarak eleştirilerin etkisini hafifletme, olur da mucizevi bir başarı gelirse de buna ortak olma çabasından ibaret gibi görünüyor. İşler kötüye gittiğinde camı kırıp sarılabileceğiniz Terim veya Denizli formülü sadece birkaç kez işleyebilir. Milli takım yapılanmasında uzun soluklu stratejilere gidilmedikçe, 70 milyon yerine 3 milyon (Almanya) içinden yetişmiş oyuncuları kapma yarışı içinde bulunan Alman altyapısı almış oyuncuya Mesut Özil muamelesi yapıldıkça, alt yaş grubu hocalıklarına sıradaki eski büyük takım futbolcusu varsa emanetçi olarak getirildikçe, alt yaş grubu hocalığı Süper Lig'den gelen alelade bir teklif karşısında bile terk edilebilir görüldükçe çok kıymetli jenerasyonlar Dünya Kupası görmeden harcanmaya devam edecektir.
Fatih Terim, bugünkü görev tanımı içine başarılı olacaktır. Hatta 4 maçta 12 puan alabileceğine de yürekten inanıyorum. Fakat böyle bir yapılanma olabilir mi? Fatih Terim'in sözleşmesi Mayıs'a kadar, olur da takımı Dünya Kupası'na götürürse orada olacak mı belli değil. İmza attığı gün yardımcısı bile belli değil. Seçilen kişi Hamza Hamzaoğlu umut veren bir isim olsa da o da bir koltuğa iki karpuz sığdırmak zorunda olacak.
Görünen o ki, zaten zor olan Dünya Kupası şansı tamamen yitirildiğinde, "elimizden geleni yaptık ama olmadı" denilecek; Terim Galatasaray'da devam ederken yeni bir sayfa adına o an müsait olan bir hoca getirilecek
ve bu kez Euro2016 için, bagajımızda bütün yapısal problemleri taşıyarak, umuda yolculuk başlayacak.
Özetle Fatih Terim'in bu koşullarda olabileceği kadar başarılı olacağına inanıyorum ama bunun Türk futboluna ne gibi bir katkısı olacağı konusunda ciddi şüphelerim var. Kolonları çürümekte olan bir binanın sıvasını yenilemeye çalışıyormuşuz gibi geliyor. Üstelik nüfusun yarısından fazlasının futbolla yatıp kalktığı bir ülkede, komplo teorilerinin, oyun dışı unsurların ve seviyesiz polemiklerin futbol üzerindeki konuşmaların ekserisini kapladığı bir ortamda, Terim'in aynı anda Galatasaray'ı da çalıştıracak olmasının da ciddi bir sabır ve sinir testi olacağı görünüyor. Bu yüzden bir yanım keşke hoca bu işe hiç soyunmasaydı diyor. Bu sistemin Galatasaray'a zarar verip vermeyeceğini ise zaman gösterecek.
Oyunculara gelince, elbette milli takımda forma giymek için para alınmıyor, ancak özellikle uluslararası turnuvaların günümüz koşullarında bir futbolcu için en önemli vitrin olduğunu unutmamak lazım. Bugün bir oyuncu milli takımda başarılı olduğu sürece "piyasasını" arttırabiliyor, daha iyi takımlara transfer olma şansı artıyor. Dünya Kupaları, Avrupa Şampiyonaları, genç yaş gruplarının katıldığı turnuvalar bir nevi futbol endüstrisinin fuarları gibi işlev görüyor. Bunun ötesinde, Türkiye'de hangi spor dalında olursa olsun, milli duygular dendiğinde mangalda kül bırakmayan sporcularımızın, yarıştıkları diğer ülke sporcularının ortalamasının üzerinde prim ve ödül aldıklarını, "cip tartışması", canlı yayında "maddi-manevi" çağrıları gibi örneklerin başka diyarlarda dışında pek yaşanmadığını da vurgulamak gerek.
Bu bahsi bağlamak gerekirse, bugünün koşullarında milli takım teknik direktörlüğü vatani bir görev olarak telakki edilmek zorunda olunan bir makam değildir, dolayısıyla profesyonel bir teknik adam kendi kariyer planlamasının içinde bu teklifi gayet rahat reddedebilir ve bunun için hiç kimse tarafından yargılanmaması gerekir. "Aslolan Galatasaray, var olan milli takım" gibi söylemler içi boş popülizmdir.
Yeter Yıldırım Demirören yönetimindeki TFF ve Galatasaray
Türk futbolu maalesef uzun zamandır, belki de Hasan Doğan'ın vefatından beri çok kötü biçimde yönetiliyor. Bu sürecin içinde 3 Temmuz gibi büyük bir depremin yaşanması, belki tüm yapının yeniden ele alınıp temizlenmesi ve beyaz bir sayfa açılması için fırsat olabilecekken, daha önce de defalarca yazdığım gibi kısa vadeli ekonomik ve popülist kaygılarla günü kurtaralım düşüncesiyle Türk futbolunun karanlık günlere doğru hızla yol almasını beraberinde getirdi. Bu dönemde, Beşiktaş'ta arasında yıllar boyunca temizlenmesi güç bir enkaz bırakan Yıldırım Demirören, dönemi "idare etme" misyonuyla TFF'nin başına getirildi.
Yıldırım Demirören'in hakkını yemeyelim bir konuda çok başarılı oldu ve ülkenin tüm stadyumlarını kendisine karşı birleştirdi. Sadece İnönü'de söylenen "yeter Yıldırım Demirören" tezahüratı, Türkiye'nin her yerinde aynı coşkuyla söylenir oldu. Demirören'in "idare etme misyonu" esasında Fenerbahçe ve Beşiktaş'ı 3 Temmuz sürecinden en az zararla kurtarma çabasıydı. Nitekim şike davasında verilen/verilmeyen cezalar bu çabanın açık göstergesiydi. Bu konuda henüz CAS kararı belli olmadan bir şey söylemek erken ama bu çabanın da uluslararası standartlara toslayacağı tahmin edilebilir.
Yıldırım Demirören'in bu gayretkeşliği ve bunu en azından görünürde gizleyebilecek kadar diplomatik davranma becerisinden uzak oluşu Galatasaray camiasının kendisiyle olan mesafesinin açılmasını beraberinde getirdi. Görevi boyunca 4 kupa kazanan Galatasaray'a karşı, sadece kupa seremonilerindeki tutumu dahi bu tepki dalgasını büyüttü. Son olarak yabancı sınırlaması konusunda yaşanan tartışma (ki burada Galatasaray yönetiminin harekete geçmekte geciktiği için hatalı olduğunu düşünüyorum) ipleri iyice gerdi. Tam da bu dönemde gelen Fatih Terim açılımı Galatasaraylı taraftarların genelinde büyük bir soru işareti yarattı. Hatta bunun işlerin yolunda gittiği Galatasaray'ın ilerleyişine ket vurmak için, TFF tarafından planlanan bir operasyon olduğu fikri bile Galatasaraylı taraftarlar arasında bir hayli rağbet gördü.
Bu verilerle düşünüldüğünde, Galatasaray yönetiminin Fatih Terim'in yolunu bu kadar rahat açması ve tabir caizse Yıldırım Demirören yönetimine bir can simidi uzatmasının Galatasaray camiasında bir nebze şaşkınlık ve burukluk yarattığı görülüyor. Hatırı sayılır bir çoğunluk, Ünal Aysal'ın, "hocamızı bırakmıyoruz" resti çekmesini tercih edebilirdi. Fakat, 3 gün süren Terim-Demirören-Aysal müzakere üçgeninde en kazançlı çıkan isim olduğunu düşündüğüm Ünal Aysal pragmatik bir karar verdi.
Ünal Aysal, Fatih Terim ve Galatasaray
Galatasaray son dönemlerin en kötü sezonunu yaşadıktan sonra gelen Ünal Aysal&Fatih Terim birlikteliği yerine başka bir formül olsaydı, 2 yıl içinde böyle bir dirilişin gerçekleşmesi ve tahmin edilenin ötesinde başarılar elde edilmesi mümkün olamazdı. Aysal ve Terim çok farklı hayat görüşlerine, liderlik tarzlarına ve metodlarına sahip gibi görünseler de ikisinin de ortak hedeflere kilitlenme becerisi Galatasaray'a özlediği günleri yaşatmalarını sağladı.
Galatasaray yönetimi içinde veya "derin Galatasaray"da Fatih Terim'i istemeyen, hatta çirkin biçimde arkasından kuyusunu kazmaya çalışan bir grup olduğu biliniyor. Ünal Aysal, kimseyi karşısına almadan hep doğru zamanda doğru müdahaleleri yapmayı bildi. Ne hocasını "yedirdi" ne de bu grupla çetin bir mücadeleye girişti. Bilakis yine pragmatik bir taktikle, hocanın üzerindeki baskıyı bir tür manivela olarak kullanmasını sağladı.
Fatih Terim, Galatasaray'a geldiği ilk dönemde çok ağır eleştirilerle (kent krosu vs. deniyordu) karşı karşıyaydı ve aslında tüm gücünü öfkesini bu eleştirilerden alıyor, basiretli davranmayı bilen Faruk Süren yönetiminin de desteğiyle elde ettiği her şeyi "savaşarak" alıyordu. Terim, 2. döneminde ise UEFA Kupası'nı almış, Milan gibi bir devi çalıştırmış bir konumda, Lucescu gibi takımı şampiyon yapan bir hocanın yerine getirilmesi dahi bayram gibi algılanan bir konjonktürde göreve gelmişti. O dönemde egosu artık kimseyle savaşmayı gerektirmeyecek kadar yükseklerdeydi. Bu yüzden yanlış kararlar aldı, hatalarını kabullenmek yerine ısrarcı oldu ve krizleri yönetemedi. Galatasaray'da 2. Terim döneminin başarısızlıkla kapanmasının temel sebebi buydu. Terim'in son dönemde bu kadar başarılı olmasını ise kendini yeniden uluslararası planda kabul ettirme yönündeki motivasyonunun Aysal yönetiminin Avrupa vizyonu ile birleşerek yarattığı sinerjinin yanı sıra, yine camia içinde kendini istemeyen odaklarla "savaşma" enerjisinin olumlu yöne kanalize edilmesine bağlayabiliriz. Tabii burada daha olgunlaşmış olmakla beraber, Fatih Terim'in en temel niteliklerinden biri olan özgüvenini güçlendirme yönünde çok zorlu bir sınama olan "Galatasaray'ı bu durumdan ancak ben kurtarırım" düşüncesinin de yattığını unutmamak lazım.
Terim, milli takım teklifini de muhtemelen aynı pencereden, "Türk futbolunu bu durumdan ancak ben kurtarırım" düşüncesiyle kabul etti. Ancak görüşme sürecinde, sezon sonunda Galatasaray'dan ayrılıp milli takımda devam etmesi teklifinin, kendisini istemeyen odakları rahatlatacağını da görüp resti çekti ve "Galatasaray beni bırakmadan ben Galatasaray'ı bırakmam" diyerek topu Ünal Aysal'ın üzerine attı. Ünal Aysal da bu topu ustalıkla göğsünde yumuşattı ve milli takım için hocaya izni verdi. Burada şüphesiz TFF ile ilişkileri bir nebze olsun düzeltme arzusunun yanında, hocanın karşı karşıya kalacağı bu yeni "sınamanın", ona ayrı bir enerji vereceğini ve bunun Galatasaray'a olumlu yansıyacağını hesapladı. Poker tadında cereyan eden bu müzakerelerde, hamlesini ustalığını konuşturarak yaptı ve Fatih Terim'e Mayıs 2014'e kadar izin verdiklerini, TFF'ye bu modeli "teklif ettiklerini" ve Terim'le uzun yıllar çalışmak istediklerini ilan etti. Bu hamleyle zaten çaresiz durumdaki TFF'yi 4 yıllık sözleşme teklifinden vazgeçmek zorunda bırakıp, "patron benim" mesajı vermekle kalmadı, Terim'in geleceğiyle ilgili kararı da kendisinin vereceğini göstermiş oldu. Son durumda, Terim Mayıs 2014'te milli takımla devam etmek isterse, yaptığı açıklamaya ters düşerek Galatasaray'ı kendisi bırakmak durumunda olacak artık. Kısacası, Ünal Aysal, bağırıp çağırmadan, kimseyle polemiğe girmeden, tereyağından kıl çeker gibi süreci ustalıkla yönetmiş ve tüm tarafları kendi formülüne getirmiş oldu.
Tehlike anında camı kırınız
Milli takımın Dünya Kupası şansının mucizelere bağlı olduğunu kabul etmek gerek. Hatta Türkiye'nin o en kritik Romanya maçından da önce Macaristan, Romanya'yı deplasmanda yenerse diğer maçlar tamamen formalite için oynanacak. Durum böyle olduğu halde, Terim'le uzun vadeli bir planlama için de şartlar sağlanamamışken, neden böyle bir adım atıldığını sorgulamak lazım.
Buna benzer bir senaryo Terim'in milli takımın başına 2. kez geçtiği dönemde de yaşanmış. Fatih Hoca, 2006 DK elemelerinde Ersun Yanal'dan devraldığı takımla son 3 maçta 2'si deplasmanda kazanarak topladığı 7 puanla takımı play-off'a sokmuş, sonrasında da hatırlamak istemediğimiz İsviçre eşleşmesi yaşanmıştı (O maçı Türk futbolu için bir utanç vesilesi olarak gördüğümü burada zikretmeme gerek yok, ancak tüm sorumluluğun Terim'e yüklenmesini de büyük haksızlık olarak görüyorum). Şimdi yine benzer bir durumda, bu kez daha büyük bir mucize bekleniyor.
Yukarıda Türk futbolunun kötü yönetildiğinden söz etmiştim. Bunun en belirgin örneği maalesef milli takım yapılanmasında yaşanıyor. Eleme süreci bittiğinde bu konuda çok daha kapsamlı bir değerlendirme yazmak iyi olacak aslında. Bu değerlendirmede bolca özeleştiriye de yer vermem gerekiyor zira Hiddink hamlesini de Abdullah Avcı hamlesini de başarılı bulmuştum ama yanıldığım anlaşılıyor.
Bugün yapılan şey de Demirören yönetiminin durumu idare etme ve günü kurtarma amacıyla güçlü bir figürü kendilerinin önüne koyarak eleştirilerin etkisini hafifletme, olur da mucizevi bir başarı gelirse de buna ortak olma çabasından ibaret gibi görünüyor. İşler kötüye gittiğinde camı kırıp sarılabileceğiniz Terim veya Denizli formülü sadece birkaç kez işleyebilir. Milli takım yapılanmasında uzun soluklu stratejilere gidilmedikçe, 70 milyon yerine 3 milyon (Almanya) içinden yetişmiş oyuncuları kapma yarışı içinde bulunan Alman altyapısı almış oyuncuya Mesut Özil muamelesi yapıldıkça, alt yaş grubu hocalıklarına sıradaki eski büyük takım futbolcusu varsa emanetçi olarak getirildikçe, alt yaş grubu hocalığı Süper Lig'den gelen alelade bir teklif karşısında bile terk edilebilir görüldükçe çok kıymetli jenerasyonlar Dünya Kupası görmeden harcanmaya devam edecektir.
Fatih Terim, bugünkü görev tanımı içine başarılı olacaktır. Hatta 4 maçta 12 puan alabileceğine de yürekten inanıyorum. Fakat böyle bir yapılanma olabilir mi? Fatih Terim'in sözleşmesi Mayıs'a kadar, olur da takımı Dünya Kupası'na götürürse orada olacak mı belli değil. İmza attığı gün yardımcısı bile belli değil. Seçilen kişi Hamza Hamzaoğlu umut veren bir isim olsa da o da bir koltuğa iki karpuz sığdırmak zorunda olacak.
Görünen o ki, zaten zor olan Dünya Kupası şansı tamamen yitirildiğinde, "elimizden geleni yaptık ama olmadı" denilecek; Terim Galatasaray'da devam ederken yeni bir sayfa adına o an müsait olan bir hoca getirilecek
ve bu kez Euro2016 için, bagajımızda bütün yapısal problemleri taşıyarak, umuda yolculuk başlayacak.
Özetle Fatih Terim'in bu koşullarda olabileceği kadar başarılı olacağına inanıyorum ama bunun Türk futboluna ne gibi bir katkısı olacağı konusunda ciddi şüphelerim var. Kolonları çürümekte olan bir binanın sıvasını yenilemeye çalışıyormuşuz gibi geliyor. Üstelik nüfusun yarısından fazlasının futbolla yatıp kalktığı bir ülkede, komplo teorilerinin, oyun dışı unsurların ve seviyesiz polemiklerin futbol üzerindeki konuşmaların ekserisini kapladığı bir ortamda, Terim'in aynı anda Galatasaray'ı da çalıştıracak olmasının da ciddi bir sabır ve sinir testi olacağı görünüyor. Bu yüzden bir yanım keşke hoca bu işe hiç soyunmasaydı diyor. Bu sistemin Galatasaray'a zarar verip vermeyeceğini ise zaman gösterecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder