7
Eylül 2013 tarihinde tüm gözler Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te olacak ve
yapılacak oylamada 2020 Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nı düzenleyen şehir
belirlenecek. 2000 Olimpiyatları oylamasının 1993’te yapıldığını hatırlarsak,
İstanbul için 20 yıllık rüyada hedefe en yakın olunan bu 5. adaylığında, hayallerin gerçek olup olmayacağı belli olacak.
Oylamaya
çok az bir süre kalmışken, İstanbul 2020 üzerinde birkaç kelam etmek istedim.
Öncelikle lafı eğip bükmeden, net bir biçimde şunu ortaya koymak lazım.
İstanbul’da olimpiyat düzenlenmesine karşı olmanın, hangi sebeple olursa olsun
gayet meşru ve saygıyla dikkate alınması gereken bir duruş olduğunu, olimpiyat
karşıtlığının asla “hainlik” olarak görülmemesi gerektiğini düşünüyorum. Hatta
önceki adaylıkların kamuoyunda hiç tartışılmadığı düşünüldüğünde, bu
farkındalığı ve ilgiyi olumlu buluyorum.
Olimpiyata
karşı öne sürülen argümanlar özetle,
şehrin mevcut ulaşım ve çarpık kentleşme sıkıntısının olimpiyatlarla
daha büyük bir keşmekeşe dönüşeceği, gerçekleştirilecek projeler için çok
yüksek miktarlarda kamuya ait kaynağın harcanacağı ve bunun geri dönüşünün
olmayacağı, Türkiye’de spor kültürünün olimpiyat için yeterli olmadığı ve
kaynakların sporcu sayısını arttırmaya ve geniş kitlelerin spor yapmasına
yönelik olarak kullanılması gerektiği, yapılacak tesislerden bazı kesimlerin
haksız rant elde edeceği, özellikle
kentin kuzey bölgelerindeki ormanların tahrip edilmesiyle çevre katliamı
yapılacağı görüşlerini kapsıyor.
Bütün
bu görüşlerin hepsini tartışmaya değer bulmakla beraber, okuduklarımdan
olimpiyat karşıtı fikirlerin genelde bir indirgemecilik eğilimine kapıldığını
görüyorum. Bu indirgemecilik çeşitli tarzlarda olabiliyor. .
Örneğin yapılması olimpiyatın alınmasına hiçbir şekilde bağlı olmayan Boğaz’a
yapılacak 3. Köprü ve 3. Havalimanı’na karşı görüşler olimpiyat karşıtlığıyla
birleştiriliyor. Kentsel dönüşüm projelerinde ortaya çıkan toplumsal
sıkıntılar, TOKİ’nin eleştirilen bazı uygulamaları daha temeli bile ortada
olmayan olimpiyat tesisleri için olumsuz bir önyargı aracı olarak ortaya
sunuluyor.
Bunların
ötesinde, herhangi bir konuda hükümete karşı bir duruşu olanlar, yalnızca
İstanbul, olimpiyatları düzenleme hakkını mevcut hükümet döneminde elde edeceği
için olimpiyat karşıtlığını, "muhaliflik" kimliğinin mütemmim cüzü olarak
kabul ediyorlar. Böylelikle, Türkiye’de siyasi, ekonomik, sosyal birçok konuda
olduğu gibi griler yok oluyor ve destekleyenler ile karşı olanlar keskin
biçimde kendi aralarında kamplaşıyorlar. Halbuki unutmamak lazım; olimpiyat herhangi bir
kişiye, kuruma, ideolojiye değil bir şehre/ülkeye ve oradaki tüm insanlara
veriliyor. Olimpiyatlara, "hükümet bu başarıya sahip çıkıp prestij elde etmesin" diye karşı çıkmak, kimse kusura bakmasın bana biraz çocukça geliyor.
Eğer
İstanbul, olimpiyatları düzenleme hakkını elde ederse, bütün kaygıların
giderilmesi için 2020’ye kadar atılacak her adımda kamuoyunun açık biçimde
bilgilendirilmesi, açık ve demokratik bir tartışma ortamı içinde kent
sakinlerinin görüşlerinin dikkate alınması ve bütün harcamaların şeffaf ve
denetlenebilir olması şart. Bu konuda umutlu olmakta beis görmüyorum. Zira
birçok farklı boyutu olmakla beraber, İstanbul halkının gerektiğinde kendi
şehrine sahip çıkarak kuvvetli bir irade ortaya koyan bir halk olduğunu
kanıtladığını ve bu demokratik olgunluğun, bazı kesimlerin düşündüğünün aksine,
İstanbul için bir güvence ve hatta bir avantaj olarak değerlendirilebileceğini
düşünüyorum.
Umutlu
olmamın ikinci sebebi de olimpiyatların genel niteliği. Olimpiyatlar,
insanlığın ortak bir değeri olarak, aracı kurum olarak bu değeri taşıyan bir
yapı olarak nitelendirebileceğimiz IOC tarafından düzenleyen şehirlere tevdi
edilen bir emanet. Dolayısıyla, olimpiyat düzenleyen şehirler bu değerin sahibi
değil, emanetçisi ve işin esas sahibinin sürekli denetimi altında. Nasıl UNESCO
Dünya Kültür Mirası listesindeki herhangi bir yere en ufak bir çivi dahi çakmak
mümkün değilse, olimpiyat oyunları hazırlık sürecinde de olimpizm ruhuna aykırı
faaliyetlerde bulunmak mümkün değil.
İşin
ekonomik boyutuna gelince, bu İstanbul’un aynı anda en büyük avantajı ve en
büyük handikabı olarak öne çıkıyor. 22 milyar Doları aşan bir yatırım taahhüdü
çok etkileyici ve gerçekleştirilebilir olduğu halde, bir yandan da ulaşım ağı
ve altyapı konusunda İstanbul’un rakiplerinin bir hayli gerisinde olduğunu
ortaya koyuyor. Fakat burada herhangi bir hesap karışıklığını engellemek için
dikkatli olmak gerek. Bu 22 milyar Doların sadece 3 milyar Dolarlık kısmı (ki
tahmini rakam olup daha da azalabileceği öngörülüyor) münhasıran oyunlar için
harcanacak. Geriye kalan 19 milyar Dolar zaten İstanbul’un mevcut master
planında yer alan 3. havaalanı, 3. köprü ve yeni raylı sistem ağları gibi
projelerin bedeli olarak hesaplanıyor. Bu projelerin maliyeti, şehir için
gerekli olup olmadığı konusu olimpiyat tartışmalarının dışında ayrıca ele
alınması gereken bir konu. Bu bağlamda, olimpiyatlar yüzünden torunlarımıza
borçlu kalacağız söylemi gerçeği yansıtmıyor.
Çevreye ilişkin kaygılar
vs. inşa edilecek tesisler
Olimpiyatların
İstanbul’un dokusuna ciddi ölçüde zarar vereceğine, hatta şehrin “felaketine”
sebep olacağı (Kent Hareketleri grubunun söylemi) yönünde eleştiriler sıkça
dillendiriliyor. Kentsel dönüşüm konusu bugün küresel gündemde en can alıcı
sosyolojik ve mimari tartışmaların odağındaki bir kavram. Şahsen kentsel
dönüşüm projelerini gözü kapalı desteklemek ya da ilkesel olarak hepsine karşı
durmak yerine, her projenin kendi içinde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
Her türlü kentsel dönüşüm projesine kategorik olarak karşı olan kesimler var
elbette. Bu kesimlerce her ne kadar olimpiyatların bu süreci hızlandıracağı ve
meşruiyet sağlayacağı iddia edilse de, gerek halihazırda uygulanmakta olan ve
olimpiyatlarla hiçbir bağlantısı bulunmayan projelerin varlığı, gerek de
“İstanbul 2020 master plan” uyarınca yapılması öngörülen tesislerin konumu,
olimpiyat oyunlarını kentsel dönüşümün baş suçlusu ilan etmenin haksızlık
olduğu gerçeğini değiştirmiyor gözümde.
Öte
yandan, “İstanbul 2020 Master Plan” incelendiğinde ( www.istanbul2020.com.tr sitesinde detaylar bulunabilir) “çevre katliamı”
boyutuna varan bazı eleştirilerin abartılı olduğunu fark etmek mümkün. Bu
yüzden, kategorik olarak karşı pozisyon alıp, genellemeler yapmak yerine bölge
bölge ele almak gerekirse:
-Boğaz bölgesi
(Bosphorus zone)
Bu
kısımda tartışmaların odağında yer alan Haydarpaşa Limanı ve çevresi yer
alıyor. Olimpiyat sonrasında sökülecek olan (26) kodlu okçuluk tesisi ve (27)
kodlu plaj voleybolu stadyumunun (bu bölgede ben de gerekli olmadığını
düşünüyorum) dışında deniz üzerinde bulunacak (25) kodlu kürek tesisinin de
herhangi bir zararı olmayacak. Anadolu Yakası’nda (28), (29) ve (34) numaralı;
Avrupa Yakası’nda da (22) ve (23) numaralı tesislerin halihazırda aktif biçimde
kullanıldığını, Avrupa yakasındaki da
düşündüğümüzde tartışmalar, açılış ve kapanış törenleri için inşa edilecek
büyük stadyum özelinde yoğunlaşıyor.
Haydarpaşa
Limanı’nın dönüşüm ihalesine, planına, ilerideki kullanım amacına karşı olmak
başka şey; limanın bugünkü gibi kalmasını savunmak başka. Ben doğumumdan
itibaren 24 yıl kesintisiz İstanbul’da yaşamış ve yüzlerce kez vapurla o
bölgeden geçmiş biri olarak liman bölgesinin bugünkü gibi konteynerların yığılı
olduğu bir bölge halinde kalmasının savunulabileceğini düşünemiyorum. Tarihi
miras olarak hepimizin gözbebeği olan Haydarpaşa Garı’na dokunulması da
düşünülmediğine göre halihazırda konteynerların yığılı olduğu alana dünyanın en
güzel manzaralı stadyumunu yapmanın nasıl bir zararı olabilir. Kaldı ki
olimpiyatlar sonrası bu stadyumun dünyanın en prestijli açıkhava konser salonlarından
biri haline dönüşeceğini tahmin etmek için de kahin olmaya gerek yok. Bu
durumda da Haydarpaşa’ya yapılacak olan stadyum, garı veya herhangi bir tarihi
değeri ortadan kaldırmayacak, bilakis ayrı bir cazibe merkezi haline getirecek.
-Orman bölgesi (Forest
zone)
Bu
bölgede yapılacak tesisler için, İstanbul’un zaten nadir kalan ormanlık
bölgelerinden birinin tahribata uğrayacağını üzülerek kabul etmek zorundayım.
Fakat yine bu tahribat konusundaki eleştirilerin de abartılı olduğu bir gerçek.
Bu
bölgede en çok eleştirdiğim proje (30) kodlu atış poligonu. Toplumun geneline
faydası olmayan, başka bir bölgeye de yapılması düşünülebilecek bir tesis
olduğu kanısındayım. Belgrad Ormanları (31) kodlu bisiklet parkı (dağ bisikleti
vs. için) ve (32) kodlu kano için yapılacak tesisler maliyetleri az ve olimpiyat
sonrası kullanılabilecek projeler. (33) kodlu TT Arena da halihazırda
kullanılıyor zaten. Burada bir orman katliamından ziyade, ormanlık alanda
yapılacak tesislerin doğaya en az zarar verecek şekilde tasarlanması, bu
tesislerin etrafında herhangi bir ilave yapılaşmaya izin verilmemesi hususunun esasen
gündemde tutulması gerektiğini düşünüyorum. Ormanlık alanda hiçbir tesis
yapılmaması mümkün olabilir miydi bilemiyorum ama tüm adaylık projesini çöpe
atmayı gerektirecek kadar büyük bir sıkıntı olmadığı açık.
-Olimpik şehir bölgesi
(Olympic city zone)
Bu
bölgedeki tesisler, başta Olimpiyat Köyü olmak üzere oyunların kalbini temsil
edecek. Atatürk Olimpiyat Stadyumu’nun 2001 yılında faaliyete geçmesinden bu
yana hemen herkes tarafından yerin dibine batırıldığını, çoğu haklı sebeplerle
(toplu ulaşım olmaması vs.) eleştirildiğini hepimiz biliyoruz. Bu bölgede inşa
edilecek yeni tesislerle birlikte, Olimpiyat Köyü’nün de oyunlar sonrası toplu
konut olarak kullanılacağını düşündüğümüzde, şu an şehrin sapa bir muhiti olan
bölgenin bir cazibe merkezine dönüşeceğini tahmin etmek mümkün.
Burada
da sapla samanı birbirinden ayırmak, bölgede mevcut gecekondu mahallelerine
uygulanacak kentsel dönüşüm projeleri ve bölgenin değerlendirilmesinden
mütevellit gerçekleştirilecek yeni inşaatlar hususunda kimsenin haksız yere
mağdur edilmemesini ve yine kimsenin haksız rant elde etmemesini sağlamak için
gerekli mücadeleyi vermekle, yapılacak tesislere karşı durup, Olimpiyat Stadı
eleştirisini bir stres topu gibi her fırsatta tekrarlamaya devam etmek, “dağın
başına stad yapıldı, yolu bile yok” söylemini yıllarca sürdürmek başka şeyler.
Kısacası, yapılacak olan o tesislerde yetişecek sporcuları hiç hesaba katmasak
dahi, o bölgenin ihya olması ve bu sürecin en uygun biçimde yürütülmesi için olimpiyat çok önemli bir fırsat olacak.
Olimpiyat
köyü ve civarındaki tesislerin yanı sıra bu bölgede Esenler civarında inşa
edilecek binicilik sahası, basketbol salonu ve golf sahası master plan’da yer
alıyor.
Olimpiyat
adaylığına karşı çıkanların özellikle Atina ve Pekin örneklerinden yola
çıkarak, oyunlar sonrası tesislerin atıl kalarak “beyaz fil” haline geleceği
yönündeki endişelerinin de bu aşamada gündeme getirilmesini çok anlamlı
bulmuyorum. Bu konu, ülkedeki spor kültürünün gelişimiyle ele alınması gereken
bir tartışma olması bir yana, esasen olimpiyat oyunlarından bağımsız olarak bu
görüş, nasıl olsa atıl kalacak diye hiç tesis yapmama düşüncesini de zımnen içinde
barındırıyor.
-Kıyı bölgesi (coastal
zone)
Atatürk
Havalimanı’na yakınlığının getirdiği avantajla, master plan’daki en önemli
bölgelerden birini kıyı bölgesi oluşturuyor. Bu bölgede, halihazırda mevcut (15), (16) ve (17) kodlu Sinan Erdem Spor Salonu ve
çevresindeki tesislerin zaten olimpiyat için tasarlandığını biliyoruz. (18)
kodlu Ataköy Marina da yat yarışları için biçilmiş kaftan.
Kıyı
bölgesinde esas tartışma mevcut (19) kodlu Abdi İpekçi Spor Salonu’nun
yakınlarında, tarihi surların bulunduğu “Golden Gate” olarak belirtilen bölgede
inşa edilecek, yol bisikleti ve yürüyüş yarışlarının yapılacağı (20) kodlu “Golden
Gate Park” ve (21) kodlu “Golden Gate Marina” üzerinde kopuyor. Her iki tesisin
de geçici nitelikte olması ve oyunlar sonrası kaldırılacak olmalarını bir yana
bıraktığımızda, buradaki eleştirileri de anlamakta güçlük çektiğimi
söylemeliyim.
Tarihi
İstanbul surlarının korunmasıyla, hiçbir çalışma yapmayıp, olduğu gibi bırakılması
kastediliyorsa bilemem. Fakat, en son örneğini Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu’nda
gördüğümüz gibi, İstanbul’da yapılacak herhangi bir organizasyonda bilinen
tarihi 2.700 yıla dayanan şehrin, bu derinliğini atlamak sahip olduğumuz bu
engin mirasa ihanet olur gibi geliyor. Şehir merkezinden kilometrelerce uzakta, bir
uydu olimpiyat kentine sıkıştırılacak olimpiyatların İstanbul’da
düzenlenmesinin hiçbir anlamı olmaz. Bu yüzden tarihi dokuya zarar vermeyecek
biçimde, surların eşsiz atmosferinden faydalanma ve bu görsel ziyafeti tüm
dünyayla paylaşma fikrini kesinlikle destekliyorum.
Yazının
ikinci kısmında da İstanbul’da olimpiyatın İstanbul’a, Türkiye’ye, insanımıza,
spor kültürümüze ve bizatihi oyunların kendisine ve olimpizm ruhuna neler
katacağını; olimpiyatların İstanbul’a ne kadar yakışacağını anlatmaya
çalışacağım.
İkinci kısmı beklerken, peki alır mıyız dersin? :)
YanıtlaSil