Günde 6 saat maç, bir o kadar süre yorum, değerlendirme, özet, tekrar izlediğimiz; bıkıp usanmadan sadece futbol konuşmak istediğimiz; "sosyal aktivitelere hiç yer vermediğini" gururla anlatan ÖSS birincisi genç gibi koltuk ve ekranla bütünleştiğimiz günler başladı.
Her iki yılda bir yaz başlangıçlarını kaplayan Dünya Kupası veya Avrupa Şampiyonası'nın futbolseverlerin büyük çoğunluğu için sabırsızlıkla beklenen eşsiz heyecanlar olmasının birçok sebebi var elbette. Bu sebepler arasında bence her turnuvanın kendi dinamikleriyle öngörülemeyen biçimde tezahür eden hikayeler ve kahramanlar çıkarması en önde geleni. Üst düzey yıldızları bir arada izlediğimiz büyük ligler veya Şampiyonlar Ligi gibi organizasyonlar bir tarafa, her şeyin 1 ay içinde olup bitmesi, bu turnuvaları cazip kılan esas sebep. Bazı oyunculardan beklenmedik ölçüde kötü performanslar gördüğümüzde "gününde değil" denir ya, işte burada başarılı olmak için takımların "ayında" olmaları gerekiyor. Zaten bu "ayında olma" işini sıklıkla başaran takımlara da "turnuva takımı" etiketi isabetle yapıştırılıyor.
Hal böyleyken, uzun bir futbol sezonunun görkemli bir kapanışına dönüşmesini beklediğimiz Euro 2016'da sahneye çıkan takımların, hele 24 takımın katılımıyla format değişmiş ve grup 3.sü olarak dahi eleme safhasına adını yazdırma imkanına kavuşmuşken, temkinli başlangıçlar yapmaları şaşırtıcı değil.
Bu yazı yazıldığı saat itibariyle 24 takımın 14'ü sahne almışken, göze çarpan birinci unsur İngiltere'nin müzmin açılış talihsizliğini sürdürmesi dışında herhangi sürpriz bir sonuçla henüz karşılaşmamış olmamız. Favoriler arasında sayılan Fransa ve Almanya ile turnuvanın zayıf takımlarıyla karşılaşan İsviçre ve Polonya kazaya uğramadılar. Bununla birlikte, hiçbir takım da gümbür gümbür oynayan, eksiksiz bir görüntü çizmedi. Zaten turnuvanın büyüsü de burada saklı. Çoğu takım zamanla iyileşirken, kimileri de zaaflarını görüp, belki taktik ve kadro değişiklikleriyle (Türkiye'den beklediğimiz gibi) sonradan açılmayı umacak.
Her iki yılda bir yaz başlangıçlarını kaplayan Dünya Kupası veya Avrupa Şampiyonası'nın futbolseverlerin büyük çoğunluğu için sabırsızlıkla beklenen eşsiz heyecanlar olmasının birçok sebebi var elbette. Bu sebepler arasında bence her turnuvanın kendi dinamikleriyle öngörülemeyen biçimde tezahür eden hikayeler ve kahramanlar çıkarması en önde geleni. Üst düzey yıldızları bir arada izlediğimiz büyük ligler veya Şampiyonlar Ligi gibi organizasyonlar bir tarafa, her şeyin 1 ay içinde olup bitmesi, bu turnuvaları cazip kılan esas sebep. Bazı oyunculardan beklenmedik ölçüde kötü performanslar gördüğümüzde "gününde değil" denir ya, işte burada başarılı olmak için takımların "ayında" olmaları gerekiyor. Zaten bu "ayında olma" işini sıklıkla başaran takımlara da "turnuva takımı" etiketi isabetle yapıştırılıyor.
Hal böyleyken, uzun bir futbol sezonunun görkemli bir kapanışına dönüşmesini beklediğimiz Euro 2016'da sahneye çıkan takımların, hele 24 takımın katılımıyla format değişmiş ve grup 3.sü olarak dahi eleme safhasına adını yazdırma imkanına kavuşmuşken, temkinli başlangıçlar yapmaları şaşırtıcı değil.
Bu yazı yazıldığı saat itibariyle 24 takımın 14'ü sahne almışken, göze çarpan birinci unsur İngiltere'nin müzmin açılış talihsizliğini sürdürmesi dışında herhangi sürpriz bir sonuçla henüz karşılaşmamış olmamız. Favoriler arasında sayılan Fransa ve Almanya ile turnuvanın zayıf takımlarıyla karşılaşan İsviçre ve Polonya kazaya uğramadılar. Bununla birlikte, hiçbir takım da gümbür gümbür oynayan, eksiksiz bir görüntü çizmedi. Zaten turnuvanın büyüsü de burada saklı. Çoğu takım zamanla iyileşirken, kimileri de zaaflarını görüp, belki taktik ve kadro değişiklikleriyle (Türkiye'den beklediğimiz gibi) sonradan açılmayı umacak.
Bu yazıdan itibaren ilk maçlardaki izlenimlere göre gruplara yakından bakmaya çalışacağım:
A Grubu:
Fransa-Romanya:
Evsahibi olduğu son iki turnuvayı (Euro 1984 ve 1998 Dünya Kupası) kazanan Fransa, Euro 2016'ya da kadro derinliği itibariyle en büyük favorilerden biri olarak girdi. Her turnuva öncesi olduğu gibi yine "çağrılmayanlar" üzerinden bir kavga kopsa da kamuoyunun Deschamps'a ve kadronun gençliğiyle dinamizmine güvendiği anlaşılıyor. Fakat en iyi kadroya sahip olmak her zaman şampiyon olmak demek olmuyor elbette.
Fransa'nın ne yapabileceğini test etmek için açılış maçında Romanya ideal bir takımdı aslında. Ne rahat bir galibiyetle yapay bir moral bombardımanı ve böbürlenme sağlayacak zayıf bir rakip, ne de açılış partisini bozacak tatsız bir sürpriz...Bilakis; kompakt, savunma direnci ve oyun disiplini yüksek, ezilmeyecek bir rakiple karşılaşmak artı ve eksilerin iyi görülmesini sağladı.
Açılış maçlarının kendine özgü bir havası vardır. Takımların oyuna ısınmaları konsantre olmaları gecikir, adeta sahneyi yadırgarlar. Takımlar açılış seremonisine çıktıklarında hala David Guetta sahnesinin arkada duruyor olması da bunun bir kanıtıydı zaten. Buna karşın hem Fransa hem Romanya derli toplu biçimde başlayıp, birbirine benzer formasyonda oynayan iki takım oyunu dar alana ve daha ziyade merkeze sıkıştırdılar. Fransa'nın bu planda tehditkar çözümler üretememesi Romanya'nın işine geldi. Hücuma da beklenenden iyi çıktılar ve Stancu ile net iki pozisyon buldular. Fransa öne geçtikten sonra hemen golü yemeseydi belki oyunun seyri farklı olurdu ama galibiyet için sahanın (ve aldığı gazla da muhtemelen turnuvanın) yıldızı Payet'nin olağanüstü bir katkısına ihtiyaç duydular.
Fransa orta sahası bu haliyle kendisiyle eşdeğer veya yakın tüm takımları bozacak ve oynatmayacak nitelikte. Fakat oyun rakip sahaya yığıldığında bir kişi fazla kalıyorlar. Bu yüzden Deschamps'ın Arnavutluk maçında Matudi'yi kenara çekip 4-2-3-1'e döneceğini ve yaratıcılık becerisi yüksek Coman'ı sağ kenara alıp Payet'yi serbest oynatacağını düşünüyorum. Bence de takımın yaratıcılık gücünün artması için en doğru formül bu. Son olarak savunma sağlam, Kante orta alanda tüm pis işleri yapıp tüm açıkları kapatıyor ama Sagna ve Evra'nın form durumları düşündürücü. Bu kadroya daha iyi seviyede bekler yakışırdı (bkz. İsviçre).
Romanya'nın kaderini ise bitiricilik becerisi tayin edecek. İsviçre maçı tipik bir beraberlik maçı gibi duruyor ama Romanya gol noktalarında etkili olursa ibreyi lehine çevirebilir. Bundan sonra da Arnavutluk maçı geliyor ki, orada da oyunu rakip sahaya yıkıp yıkamadıklarını tam olarak göreceğiz.
İsviçre-Arnavutluk
Şampiyona tarihinde ilk defa iki kardeşin farklı milli takım formalarıyla karşı karşıya gelmeleri, haliyle bu maça damga vuran esas hikayeydi. Bunun üzerine yeterince konuşuldu, analiz edildi o yüzden direkt maça geçmekte sakınca görmüyorum.
Arnavutluk, kadro bakımından turnuvanın en zayıf takımlarının başında geliyor. Ancak şurası unutulmamalı ki, Euro 2016'ya tesadüfen veya wild card gibi bir uygulamayla değil, grupta olaylı maçlar sonrası Sırbistan'ı ve Danimarka'yı geride bırakarak geldiler. Sadece bu 2.lik bile onların asgari bir oyun kalitesine sahip olduklarını gösteriyor. İsviçre önünde de kapasiteleri ölçüsünde doğru bir oyun oynadılar. Oyunun 2/3'ünü 10 kişi oynayınca daha ötesini yapma şansları yoktu ancak yine de 2-3 tane kaçırması atmasından zor pozisyonu heba etmeselerdi belki de turnuvanın ilk büyük sürprizine imza atacaklardı.
İsviçre'yi ise Arnavutluk hakkındaki bu analiz üzerinden okumak ve beklentilerin gerisinde kaldığını söylemek mümkün. Tabii bu yargıya varırken yazının başında atıfta bulunduğumuz "temkinlilik" kavramına ve özellikle santrfor Seferoviç'in aşırı savurganlığının etkisini de hatırda tutmak gerek. İsviçre sahaya 4-3-3 dizilişiyle yayılsa da, dünya çapındaki bekleri Liechsteiner ve Rodriguez'in oyunun büyük bölümünü rakip sahada geçirmesinden dolayı, ön libero Behrami'nin savunma üçlüsünün bir parçası haline gelmesiyle çoğunlukla sistem 3-4-3'e evriliyor. Bu oyun anlayışında ataklar merkezden Behrami-Xhaka ekseninden şekilleniyor ve sahayı enine iyi kullanma becerisi bir hücum zenginliği getiriyor.
Bu yapıda özellikle ilk yarıda Dzemaili'nin, bilhassa Galatasaraylıları hayıflandıracak ölçüde iyi bir performansla takımın hücumlarını şekillendirmesiyle İsviçre rakip kalede etkili oldu. Ancak ileri üçlüde Seferoviç'in yukarıda saydığım kötü performansı ile Shaqiri'nin eski günlerinden çok uzakta sadece "adı kalmış" şekildeki görüntüsü yüzünden İsviçre farkı arttıramadı. Oyunun büyük bölümünü 1 kişi fazla oynamalarına rağmen Embolo girene kadar adam eksiltip top tutma konusunda sıkıntı yaşadılar. Oyunun kontrolünü hep ellerinde tutsalar da, Gashi 89'da golü atsaydı muhtemelen Petkoviç durumu açıklamakta büyük zorluk çekecekti. Bu halde bile Romanya ile 2.lik mücadeleleri averaja kalırsa, bu maçı daha farklı bitirmedikleri için çok üzülebilirler.
Arnavutluk ise ilk maç itibariyle kendisine güven kazandıran ve tarafsız futbolseverlerin sempatisini toplayan bir oyun sergilemiş oldu. Başta kaleci Berisha olmak üzere birkaç oyuncu da kariyerlerine dikkat çekici ve umut vaat eden sahneler eklediler. Fransa önünde direnmelerini zor görüyorum ama böyle başı dik çıkabilecekleri bir mağlubiyet alırlarsa son Romanya maçı daha keyifli ve bir ölçüde sürprize açık hale gelecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder