15 Eylül 2010 Çarşamba

Bursaspor-Valencia: 0-4 - Kimliğini kaybeden takım



Bursaspor, tarihinin ilk Şampiyonlar Ligi mücadelesinden, kendi sahasında hezimet olarak nitelendirilebilecek bir skorla mağlup ayrıldı.  Aslında, kimse (her ne kadar sezona müthiş bir başalangıç yapmış olsalar da) iki büyük yıldızını kaybetmiş, yenilenme sancılarındaki Valencia'nın bu kadar farklı kazanmasını beklemiyordu ama ortaya Başkan İbrahim Yazıcı'ya dahi "mağlubiyet olur ama bu kadarı fazla" dedirten tablo çıktı.

Maçın analizi için iki kilit nokta var birbiriyle bağlantılı. Sorulması gereken şu: Bursaspor geçen yıl nasıl şampiyon oldu? İlk olarak Savunma ile orta sahadaki Ergiç-Hüseyin ikilisinin bütünleşmesi, kazanılan topların hızlı hücumlar dönüştürerek Sercan, Ozan ve Volkan'ın hızı ve Batalla'nın akılcı sızmalarıyla kazanılan goller, savuınmadaki beklerin ve Ivankov'un hücuma katkısı sayılabilir.

İkinci olarak ise daha önce Sivasspor'un neden başaramadığıyla bağlantılı olarak özellikle 3 büyüklerle oynanan maçlarda kazanılan bir büyük takım kimliği. Açıklamak gerekirse, kendi oyun planına sadık kalarak rakibi kendi yarı sahasında kabul eden, ancak ceza sahasına gömülmeden, rakibi kaleye daha fazla yaklaştırmadan o bölgede boğan bir anlayış. Gereksiz korkularla geriye yaslanmadan aynı agresif ve ısıran, oyunbozan yapının devamı... Bütün bunların getirdiği güven, istek ve mesela Kadıköy'de ve İnönü'de son dakikalarda ayakta kalınarak 3-2 çevirilen maçlar.

Buradan Emery'nin maç sonrası yaptığı ve esasen maçın bütün şifrelerini çözen açıklamaya gelelim: "Bursaspor beklediğimizden farklı oynadı. Bize topla oynama şansı vermeleri maçı bize getirdi." Kısacası, Bursaspor'un ve Ertuğrul Sağlam'ın kendilerini bu arenaya getiren oyun anlayışına ihanet ettiklerini söyleyebiliriz. Belki de psikolojik faktörlerle çok geride kurulan bir defans hattının yanında bugün ayrıca iyi günlerinde de olmayan Ergiç-Hüseyin ikilisinin de fazlasıyla geride kalması orta sahanın tamamen Valencia'nın eline geçmesine sebep oldu. Fiziksel açıdan tam hazır olmadığı  belli olan Insua böylece 60 metrelik bir alanı tek başına kullanmak zorunda kaldı. Oyuna istekli başlayan Volkan ve Ozan'ın da Mathieu ve Bruno önünde fiziksel olarak ezilmesi sonucu Bursaspor geriden top çıkaramayan, ilerde de rakibi rahatsız edemeyen bir takıma dönüştü. Bu yapı yine de belki 0-0'lık bir oyun için sürdürülebilirdi ancak Tino Costa'nın mükemmel golü Valencia'nın hakimiyetini pekiştirdi. Bursaspor, 25-35. dakikalar arası hariç hiç baskı kuramadı.

Bursaspor orta sahasındaki boşluk, Valencia'nın 4-2-3-1 sistemindeki teknik kapasitesi yüksek üçlünün çok rahat hareket etmesine ve yer değiştirerek Bursaspor savunmasını zorlamasını kolaylaştırdı. Yine aynı sebepten Mehmet Topal ve Tino Costa tüm topları karşılayıp, kendilerini rahatsız eden kimse de olmadığından başarılı bir şekilde hücuma katmayı başardılar. Zaten dikkat edilirse ilk golde Costa'nın çevresinde hiç kimse yoktu.

İknici yarıda da aynı yapı değişmediğinden Bursaspor'un baskı kurması beklenemezdi. Fazlasıyla hareketsiz kalan Nunez ve etkisiz Hüseyin'in yerine Sercan ve Turgay'ın girmesi bir an hareket getirir gibi oldu. Özellikle Sercan, gladyatörlerin önüne atılmış aç bir aslan misali hırslı ve istekliydi ve Valencia savunmasının da dengesini bozmayı başardı. Belki ilk 11'de oynasaydı Rakip savunmanın oyunu bu kadar ilerde kurmasını engelleyebilirdi.

Üçüncü gol tek kelimeyle trajikomik bir defans hatası. Aslında bu gol maçı da fiilen bitirdi. Bu arada 3. golde de iyice anlaşıldı ki, ne kadar tecrübeli ve olumlu katkılar sağlayan bir isim de olsa, kaleci Ivankov bu düzey için  fazlasıyla ağır. Bence ilk gol her ne kadar çok beklenmedik ve mükemmel bir vuruştan gelmiş olsa da daha çevik bir kaleci ilk üç goldeki topları da daha erken reaksiyon göstererek çıkarabilirdi.

Son olarak, bir parantez Mehmet Topal'a açalım. Kafası rahat olduğunda, hücuma da katkı sağlayabilen, o klişeleşmiş çift yönlü orta saha oyuncuları gibi oynayabileceğini gösterdi dün akşam. Hem oyun bozan hem de oyun kuran bir isim oldu. Neyse ki Hiddink'in gözü önünde cereyan etti bütün bu performans.

Grupta Rangers'ın Old Trafford'dan puanla dönemsinin ardından Ibrox'taki maç şimdi çok kritik bir hale geldi. Bursaspor oradan puanla dönemezse 3.lük hesaplarının dahi çok zora gireceğini düşünüyorum. Aslında imkansız bir şeyden bahsetmiyoruz. Kaliteli bir kadroya sahip bir takımın kendi kimliğini bulması yeterli olacaktır.

14 Eylül 2010 Salı

Gökhan ve Raşit...




Söyleyebileceğim bir kelime yok, Kanat Atkaya'nın yazısını aşağıya ekliyorum. Huzur içinde yatsınlar..

Gökhan ve Raşit, Galatasaray nice bayramlar yaşasın diye, bir bayram günü öldüler.

*****

Seyrantepe'ye isimlerini verin


Gökhan Yavuz 30 yaşındaydı, Raşit Ek ise 20. Bayram günü öldüler. G.Saray’ın stadı için öldüler. G.Saray’ın boynunun borcudur bu iki işçi kardeşin adlarını yaşatmak.

GÖKHAN Yavuz 30 yaşındaydı. Raşit Ek 20 yaşındaydı.Bir bayram günü, akşam üzeri, Galatasaray’ın Seyrantepe’deki yeni stadı için kanalizasyon kazısı yaparken öldüler. Bayram günü öldüler. Galatasaray’ın stadı için öldüler.

Gökhan ve Raşit, Galatasaray nice bayramlar yaşasın diye, bir bayram günü öldüler. Galatasaray’ın boynunun borcudur bu iki işçi kardeşin adlarını yaşatmak.

Haber ulaştığında içim daraldı, ruhum karardı.

Zayiat olmasınlar

Twitter’a not düştüm “Adları keşke yeni stadın iki kapısına verilse. Gücümüz yeter mi, deneyelim mi?”Galatasaraylısı, Fenerbahçelisi, Beşiktaşlısı, Karşıyakalısı... Takım tutanı tutmayanı “Deneyelim, yanındayız” dedi... Deniz Ülke Arıboğan, Ali Atıf Bir, Bülent Timurlenk, Bener Onar gibi eli medyada kalem tutanı, spor seveni ve sevmeyeni “Yürü” dediler. Gökhan Yavuz ve Raşit Ek bir bayram günü, kanalizasyon kazısı yaparken Galatasaray’ın yeni stadı için öldüler. Büyük inşaatlar için normal kabul edilen zayiat olarak, bir küçük haber haber olarak düşmesinler tarih toprağına.

İsimleri iki kapıya verilsin.

Mutlulukla analım

Mutlulukta, kederde analım iki kardeşimizi. Zor mudur?

Yetki mi gerekir?

İkna mı gerekir?

Kampanya mı gerekir?

Öldü arkadaşlar bir kanalizasyon kazısında; vicdan gerekir. Haydi Galatasaray, yaşat adlarını, üzme bizi...

Raşit 20 yaşındaydı, Gökhan 30...

Bir bayram günü öldüler.

Daha lafa gerek var mı? / KANAT ATKAYA

9 Eylül 2010 Perşembe

Bayram yazısı yerine




Kolay bir şey değil... Dünya Şampiyonası'nda eleme turlarında üst üste 2 maçı 95 sayı atarak sırasıyla 18 ve 22 farkla kazanmak. Üstelik her attığı girdi gibi bir tesadüf sonucu da değil, basketbolnu gerektirdiği ne varsa, savunmada hücumda, bireysel ve kollektif olarak her birini yerine getirerek, ama en önemlisi heyecanla ve coşkuyla, keyif alarak ve keyif vererek...

12 Dev Adam, unutulmayacak bir performansla şimdiden tarihe geçti. En son böyle bir heyecan dalgası hissedildiğinde yine evimizde büyük bir şampiyona düzenliyorduk, 2001'de. Hatta hatırlarsınız, 12 Dev Adam şarksı ve sloganı o döenm çıkan bir reklam kampanyasının ürünüydü. O günden bu güne biraz istikrarsız bir seyir izledi basketbolumuz ama her zaman "hedef 2010" diyen Tanjeviç'e güvenmekle hata yapmadığımız ortaya çıktı. Büyüksün hocam...

2001 finalinde oradaydım demenin süksesi şimdiye kadar sürdü. Cumartesi akşamı Sinan Erdem'de olanlar bambaşka bir heyecan yaşayacak.. Umarım bayramın son gününde, 2001 finalinin rövanşı Sırbistan'dan alınacak ve şimdiden herkesin dilindeki ABD-Türkiye finali gerçekleşecek. Şimdi İstanbul'da olmak vardı.


Share |

Euro 2012



"Sessiz sedasız" deyişiyle bir şey tanımlamak istesem, Euro 2012 elemelerinin başlangıcı bunun için çok uygun olurdu herhalde. Böyle hissedenler azınlıkta mı emin değilim ama belki Dünya Kupası'nın etkisini sürdürmesi, belki büyük liglerde sadece 1-2 hafta oynandığından yeni sezon başlangıcı hissinin tam olarak oturmamış olması veya halihazırda muhteşem bir biçimde devam eden Dünya Basketbol Şampiyonası'nın rol çalması yüzünden ilk maçlar göz ucuyla ve büyük bir merak olmadan takip edildi.

Öyle ki, geçen Cuma günü maç olduğunun farkına o sabah vardım. Gerçi Cumartesi-Çarşamba sisteminin neden Cuma-Salı olarak değiştirildiğini bilmiyorum. (herhalde oyuncular kulüplere erken dönebilsinler diye) Neyse, bu kısmı hızlı geçip gruplar üzerine hızlı bir bakış atalım. Bizim bulunduğumuz A Grubu'nu atlıyorum.

B Grubu
Kağıt üzerinde elemelerin en zayıf grubu gibi görünüyor. Rusya, artık o kadar güçlü olmadığının sinyallerini zaten veriyordu; kendi sahasında Slovakya'ya yenilmesi durumu kesin biçimde ortaya koydu. İrlanda da zayıf rakipleri önünde kazaya uğramadı. Grupta mücadele bu üçü arasında geçecek. Zayıf grup dedim ama aslında en büyük heyecanlar da genelde devlerin olmadığı bu tür gruplarda yaşanır. Benim en şanslı gördüğüm Slovakya, deplasmanda aldığı Rusya galibiyetiyle bu yönde büyük avantaj elde etti.

C Grubu
 Grubun favorisi İtalya, Dünya Kupası travması sonrası bulabileceği en güzel fikstürü iyi değerlendirdi. Grubun İtalya ile birlikte ne büyük favorisi olan Sırbistan ise Slovenya'yı evinde yenmeyi başaramayınca bir açıdan rakibini psikolojik olarak tamamen safdışı etme şansını da tepmiş oldu. Kuzey İrlanda, deplasmanda Slovenya'yı yendi fakat onların gruplarda bu tür sürpriz puanlar almasına ve şanslarını uzun süre korumalarına rağmen son maçlarda çözülmeleri alışık olduğumuz bir durum. Muhtemelen aynısı olacaktır. Bence grupta İtalya ve Sırbistan beklediklerinden de rahat bir seyir izleyerek ilk 2'ye rahatlıkla kurulacaklar. Bu anlamda 12 Ekim'de Genoa'daki maç izlenmeye değer.

D Grubu
Mevcut puan tablosunda Arnavutluk ve Belarus'un liderliği paylaşıyor olması bir ilüzyon. Romanya futbolunun krizde olduğunu düşiünürsek bu grubu götürecek olanlar Bosna Hersek ve Fransa. Yakın zamanda bu durum açıklığa kavuşacaktır ama sürprizlerin şimdiden sıkça yaşandığı bir grup olduğundan, yakından takip etmesi zevkli olacak. Klişe spor basını tabirleriyle konuşmak zorundayım ama "Fransa, Bosna Hersek'i 2-0 yenerek komadan çıktı ve 3 puandan fazlasını aldı." Blanc'ın kadro seçimi ve tavırlarıyla doğru yolda olduğunu düşünüyorum. Bence Belarus maçını kaybdeilmesinin birinci sebebi seyirci baskısı ve kendini ispatlama stresiydi. Bosna maçının büyük bölümünü izledim ve Fransa'nın yavaş yavaş kalitesini göstermeye başladığını söyleyebilirim. Bosna-Hersek ise seyir zevki veren ve olumlu bir futbol anlayışına sahip ancak fazlasıyla dirençsiz. Bu durum kadro yapısında yine kilşe bir tabirle "generallerin çokluğu ve askerlerin azlığı"ndan kaynaklanıyor.Arnavutluk deplasmanında 8 Ekim'de oynayacakları maç çok kritik.

E Grubu
Bu grupta tahmin edildiği üzere Hollanda ve İsveç çok rahat görünüyorlar. Aynı transfer öyküsünün kahramanları Huntelaar'ın bu sezona çok iştahlı başlamış olması ve Ibrahimoviç'in milli takımla "barışması" dikkat çeken noktalar.

F Grubu
İsrail, bugüne kadar zaman zaman çok başarılı grup performansları sergilese de bir türlü üst aşamaya geçmeyi başaramaıştı. Sanıyorum bu grup onlar için büyük bir fırsat. Ciddi bir kriz yşaayan Yunanistan ve Euro 2008'de ortaya koyduğu potansiyelle göz kamaştırırken, şaşırtıcı biçimde gerileyen Hırvatistan'la ciddi bir mücadele içinde olacaklar. Hırvatistan her ne kadar, kendi evinde Yunanistan'ı yenmeyi başaramamış olsa da bana göre halen grubun favorisi konumunda. Gürcistan'ın ise, ilk iki şansı çok zor görünse de ilginç zamanlarda alacağı puanlarla grupta belirleyici bir rol oynayacağı kanaatindeyim.

G Grubu
Şu an itibariyle izlenmeye değer grupların başında geliyor. İngiltere, Güney Afrika parantezini kapatmış, elemelerdeki göz kamaştırıcı performansına kaldığı yerden devam ediyor. İsviçre'yi de deplasmanda yendiklerine göre, grubu 10'da 10'la dahi tamamlayabilirler. Gruptaki esas heyecan unsuru Karadağ, önce Galler'i sonra da deplasmanda Bulgaristan'ı devirmeyi başardılar. Eğer 8 Ekim'de kewndi evlerinde İsviçre'yi de yenebilirlerse (olmayacak iş değil), geçen elemelerde Bosna Hersek'in yaptığı sürprizin aynısını gerçekleştirebilirler. Bu grupta heyecan verici, güzel maçlar vaat eden takımlar var. Grupta 5 takım olduğundan herkesin yenip stresini atabileceği bir rakip de yok. Tabii Bulgaristan'ın durumu bir hayli feci, ciddi anlamda çökmüş vaziyetteler. Aslında bu Balkan ülkelerinin hali ayrı bir yazı konus olmayı hak ediyor.

 H Grubu
Bu grup da 5 takımlı grupların getirdiği heyecana bir örnek. İlk bakışta Portekiz ve Danimarak'nın süpürmesi beklenen grupta Portekiz, 2 maçta 1 puan yaparak ciddi hayal kırıklığı yaşadı. Gerçi Dünya Kupası elemelerinde de bir hayli zorlandıkları göz önünde bulundurulursa, toparlanmalarını bekleyebiliriz.
8 Ekim'deki maçlar grubun geleceği konusunda belirleyici olacak. Kıbrıs Rum Kesimi, kendi sahasında Norveç'i yenmeyi başarırsa ilk 2 için ciddi bir aday olduğunu ispatlayacak, aksi halde Norve çok ciddi bir avantaj  elde edecek. Diğer taraftan Portekiz, kazanmak zorunda olduğu maçta Danimarka'yı ağırlayacak. Şu anki tabloda Danimarka'nın gurptan çıkma şansı yüksek ancak onların da henüz ciddi bir teste tabi tutulmasıklarını (sadece İzlanda'yı 90+1'de attıkları golle 1-0 yenebildiler) unutmamak lazım.

I Grubu
Son olarak, Dünya Şampiyonu'nun grubuna bakalım. İspanya, burada da 8'de 8 yaparak firesiz finallere kalmaya çok yakın zira rakipleri çok kötü durumda. Çek Cumhuriyeti kendi evinde Litvanya'ya kaybedince, ikinciliğin diğer adayı İskoçya ne yaptı diye baktığımızda Liechtenstein'ı 90+7'de yenebilen bir takım görüyoruz. Eminim, İspanya dahi daha güçlü bir grup isterdi, daha iyi hazırlanmak için... 8 Ekim'de Çek Cumhuriyeti-İskoçya maçı çok kritik bir hal aldı. İskoçya deplasmanda galip gelirse büyük bir adım atmış olur.


Milli takım, Hiddink'in takımı....



Polonya ve Ukrayna'da düzenlenecek Euro 2012 elemeleri geçen hafta başladı ve gruplarda ikişer maç geride kaldı. Türkiye açısından bakarsak, iki maç 6 gol, 6 puan var. 2010 Dünya Kupası elemelerinde 10 maçta 13 gol atabildiğimiz düşünülürse gayet iyi. Ayrıca geçen sefer deplasmanda Estonya'yı deplasmanda yenemediğimiz maçta kaybedilen puanları çok aradığımızı unutmamak gerek. Tabii yine 2 maçtır yenemediğimiz ve grupta 2.lik için çekişmemiz öngörülen Belçika'yla şimdiden 6 puan fark açılmış durumda olması da memnuniyet verici.

Tabloya daha geniş bir perspektiften baktığımzda ise toz pembe bir analiz yapmak zor. Hiddink, adı etrafında şimdilik sarsılmaz gibi görünen bir güven halesiyle gelmiş olsa da kadro seçimiyle ilk ciddi ve haklı eleştirileri aldı. Kazanamasaydık bu eleştirilerin nereye kadar gidebileceğini daha önce yaşadığımız örneklerden hareketle kolayca tahmin edebiliyoruz.

İlk geldiği gün de yazmıştım. Hiddink elindeki malzemeyi değerlendirme konusunda belki de dünyanın en iyilerinden birisi. Bu açıdan son derece pragmatik bir yaklaşımla, ortaya konan hedeflere nasıl ulaşılacağını bilen birisi. Tabii ki bunlar Hidink takımlarıın hücumu ve topa sahip olmayı seven genel bir karakter ortaya koyduğu gerçğini değiştirmiyor. Anlatmak istediğim, Hiddink'in mesaisinin bütününü bir ülkenin futbolunu kalkındırmaya vakfeden birisinden çok o ülkenin en iyi oyuncularını, onların karakterine uygun bir oyun anlayışı etrafında toplayıp, optimum verimi alan bir teknik direktör tipi olması. Bu açıdan mesela Piontek'in antitezi. 1990'ların başında gerek mali koşullar gerek organizasyon açısından öyle bir seçenek mantıklıydı, bugün geldiğimiz seviyedeyse böyle bir seçimin uygun olduğunu düşünüyorum.

Kazakistan ve Belçika maçları öncesindeki kadro seçiminde bu pragmatizm, biraz abartılı biçimde ortaya kondu. Kendi takımlarında forma giymeyen oyuncular (Kazım Kazım, Tuncay), sakatlık durumu belirsiz oyuncular (Sabri, Gökhan Gönül) ve formu yerlerde sürünenler (Hakan Balta, Nihat, Selçuk Şahin) çağrılırken Volkan Şen, Mevlüt, Necip gibi isimlerin es geçilmesi tepki topladı.

İlk iki maça baktığımızda Hiddink'in, Uğur Meleke'nin analiz ettiği gibi riske girmekten kaçındığını ve kadro seçimini bu şekilde okumak gerektiğini kabul etmek mümkün.  Bu kadro Euro 2008'de oturmuş, başarısı tescilli bir kadro ve en önemlisi birlikte oynama alışkanlığı var. Dünkü maçın ikinci yarısındaki oyun da bunun göstergesi.

Fakat diğer yandan, Hakan Balta sakatlanmasaydı İsmail'in forma şansı bulamayacağı gerçeği başka bir sonuca götürüyor beni. Denenmiş ve başarmış formüller, özellikle futbol gibi oyuncuların fiziksel ve psikolojik hallerine göre hızla değişen bir alanda en iyi seçenek olmayı ilelebet sürdüremez. Pragmatizm, biraz da formunun zirvesindeki oyunculardan, optimum zamanlarında faydalanmayı gerektirir.

Fakat, Hiddink'in zaman içinde kadro seçimi konusunda futbol kamuyonun beklentilerini karşılayacağını umuyorum. Tabii ki, bunu nabza göre şerbet verme anlamında değil, akılcı seçimler yapma anlamında söylüyorum. Örneğin, halihazırda Necip'in Aurelio'dan, İsmail'in Hakan Balta'dan daha iyi bir durumda olduğunu Hiddink'in bilmemesine, görememesine imkan yok. Ancak birlikte oynama alışkanlığı olan oyuncularla kendine ait oyun düzenini oturttuktan sonra, formayı, radikal bir biçimde olmasa da, yavaş yavaş hak edenlere teslim edeceğini tahmin etmek mümkün.

Peki bu oyun düzeni nasıl bir düzen. Bizim alıştığımız kaos futbolundan uzak, pasa, topa hükmetmeye ve tempo kontrolüne dayalı bir anlayış. Aslında mevcut oyuncu yapımızın rahatlıkla üstesinden gelebileceği, ve zaman ilerledikçe hücum iştahının artarak tam bir tahakküm oyunu izletmenin mümkün olabileceği bir düşünce. Somut bir örnek gerekirse bu anlayışın master tezinin Euro 2008'deki Çek Cumhuriyeti maçının 2. yazısında yazıldığını söyleyebiliriz. Şimdi yapılması planlanan, iş işten geçiyor motivasyonuyla oynanan 45 dakikanın daha sakin bir biçimde 90 dakikaya yayılması. Yine Euro 2008'den örnek verirsek, Rusya'nın oynadığına benzer bir oyun ve takımın tartışmasız yıldızı Arshavin'in rolünü üstlenecek Arda Turan...

Bu noktaya gelmeden önce giderilmesi gereken eksikliklere kısaca değinip kapatacağım. Birincisi savunma bu kadar geride kurulmamalı. Duran toplar kabusu devam diyor, o konudan bahsetmek istemiyorum ama savunmanın geride kalması takımın uzun mesafede oynamak zorunda kalması sonucunu doğurduğundan halledilmesi gereken bir sorun. Belki de stoperlerimiz ağır ve Belçikla forvetleri hızlı olduğundan bu tercih edildi ama uzun vadede arzu edilen oyunun başarıy ulaşması için bunun değişmesi gerek.

İkincisi santrfor meselesi. Dün maçtan sonra Mehmet Demirkol söyledi, "hala Hakan Şükür varmış gibi oynuyoruz" diye, haklıydı bir ölçüde. Dün Tuncay çok iyi niyetle mücadele etmeye ve 4-6-0 gibi tanımlanabilecek bir sistemin gereğini yapmaya çalıştı. Ancak bizim oyuncularımız bir türlü sırtını rakip stopere dayayıp, takımı hücuma yerleştiren tipte bir santrfor olmadan oynamaya alışamadı. Bu yüzden vasat üstü bir santrfor olan Semih, temel bazı özellikleri sayesinde milli takımda çok faydalı oldu. Hiddink'in oyun anlayışında Semih'in ilk tercih olacağını düşünmüyorum. Bu yapıya çok uygun olan, gezmeyi seveni oyun zekası yüksek iki oyuncumuz var Sercan ve Mevlüt... Onlar bu takıma oturduğu vakit oyun kalitemiz de bir üst seviyeye çıkacak şüphesiz.

Çok iyi hücuma çıkan iki bekimiz (Gökhan Gönül, İsmail), uyumlu ve teknik kapasitesi yüksek orta saha oyuncularımız (Hamit, Emre), milli takımda kendisi gibi oynadıüğında ve kafası rahat olduğunda müthiş katkı sağlayan süper yıldızımız (Arda) halihazırda elimizde mevcut önemi artılar.

8 Ekim'de Almanya'ya yenilmemeyi başarırsak, 2. liği garanti altına alma yolunda önemli mesafe kat etmiş olacağız. O tarihten sonra, Hiddink'in takımının gerçek anlamda inşasına tanıklık edebiliriz.    

3 Eylül 2010 Cuma

twitter'dayım

 
 
 
 
Nedense bugüne kadar soğuk yaklaşıyordum twitter hadisesine ama ben de an itibariyle yerimi almış bulunuyorum.
 
Nedense bloga kısa yazmayı sevemedim. Arada bir aklıma gelen ve söyleyiverip geçeceğim fikirleri uzun yazıya dönüştürmeye üşendiğimden, birçok konuyu atlamak rahatsız ediyordu beni. twitter beni rahatlatacak bu açıdan:)
 
Ezcümle, beklerim efendim...

Transfer piyasasında akşam pazarı



Bosman Kuralları kesin olarak yürürlüğe girdiğinden beri, yani yaklaşık 10 yılı aşkın bir süredir Avrupa transfer piyasasını hareketlendiren birkaç temel unsur var. Aslında bu unsurlar, bu blogun FM oynayan okuyucuları için hiç yabancı değil fakat 2010 yaz transfer sezonunu analiz etmeden bunlara değinmek istiyorum.

Bunlardan birincisi, takımların kontratında son senesine giren ve daha büyük takımların teveccühüne mazhar olan oyuncularını uygun fiyata satam yoluna gitmeleri. Bu transfer sezonunda bunu en tipik örneği Mesut Özil'in Real Madrid'e 15 milyon Euro'ya gitmesi oldu.Mesut'un Werder Bremen'le kontratı 3-4 yıl daha devam ediyor olsaydı.en az 25 milyon Euro edeceğine şüphe yok (halihazırda transfermarkt.de verilerine göre değeri 27 milyon Euro)

İkincisi, futbol endüstrisinin büyümesiyle köklü ve zengin kulüpler adeta bir elit grup oluşturdu ve "diğerleriyle" aralarındaki maddi güç farkı giderek belirginleşti. Bu durum, Avrupa'nın en iyi ligleri olarak kabul edilen İspanya ve İngiltere'de makasın açılmasına ve sürpriz unsurunun azalmasını da beraberinde getirdi. Bugün, La Liga'da Barcelona ve Real Madrid dışındaki takımların kurabildikleri en büyük hayal 3. olmak. İngiltere'de ise Şampiyonlar Ligi vizesi alan ilk 4'e girmek bile, şuursuzca para harcayan Man City gibi kulüpler haricinde, büyük başarı olarak kabul ediliyor. Bosman Kuralları'yla zengin olmayan kulüplerin en büyük gelir kaynaklarından olan oyuncu satma imkanlarının azalmasının da bu durumda rolü büyük. Gerçi bu duruma örnekler her yıl yaşanıyor hatta kalburüstü takımlar dahi, zengin kulüplerden gelen teklifler karşısında oyuncularını ellerinde tutamıyor. (Martin O'Neill'ı istifaya kadar götüren James Milner'ın Aston Villa-Man City arasındaki transferini hatırlayalım)

Üçüncüsü ise "kiralama"nın yaygınlaşması. Bunun temel sebebi, "bonservis" kavramının ağırlığını kaybetmesiyle, kulüplerin oyunculara çok büyük meblağlar önerme imkanı bulmaları oldu. Serbest kalan veya kaliteli ama bonservisi ucuz oyuncuları cazip tekliflerle getirip kadrolarını şişiren takımlar, bu ücretleri ödemekte zorlanınca veya büyük umutlarla geldiği halde kadroya giremekten rahatsız olan oyuncular genellikle kiralık ya da kendilerine ödenen bonservis bedelinden ucuza gönderiliyorlar. Oyuncuların yıllık ücretleri genelde yüksek olduğundan, oyuncuların ücretlerinin karşılanması yeterli oluyor ve kulüplere herhangi bir kiralama ücreti ödenmesine gerek kalmıyor. Türkiye için bu çerçevedeki kiralık transferler Jo, Giovani Dos Santos örneklerinden sonra bu sene de Yobo ve Insua ile devam etti. Avrupa'da kiralık transferlerin en çarpıcısı ise Ibrahimovic'in Milan'a gitmesiydi.

Bu kadro şişkinliğinin bir başka sonucu da, başlığa "akşam pazarı" olarak taşıdığım son dakika transferleri. Mesut Özil Real'e, Ibrahimovic Milan'a gittiğinde Van der Vaart ve Huntelaar'ın ayrılmamaları mümkün görünmüyordu.    Nitekim Van der Vaart gerçek anlamda bir son dakika transferiyle, (kağıtlar yetişmiyordu neredeyse) Tabata'dan ucuza 8 milyon Euro'ya Tottenham'a, Huntelaar ise Schalke'ye gitti. Schalke'nin bir başka son dakika transferi ise A.Madrid'den Jurado oldu. Jurado için gelen cazip son dakika teklifini reddedemeyen Atletico, boşluğu doldurmak için son dakikada Arda Turan için 11 milyon Euro'luk teklif yaptı. Wolfsburg Diego'yu alınca Misimovic boşa çıktı. Schalke, Jurado'yu alınca Misimovic'e Galatasaray yolu açılmış oldu. Kısacası akşam pazarında ilginç beşgenler-altıgenler oluşuyor. İlişkiler yumağı bir gençlik dizisi gibi çözmesi zor hale geliyor. Tabii son dakika transferleri içinde en göz alıcısının btün yaz hakkında konuşulan Robinho olduğunu düşündüğümü de söylemek isterim.

Son günlerde blog için tembellik ettim, neyse ki bu hafta milli maç arası geldi. Büyük ligleri ve transferleri genel olarak peyderpey analiz etmeye çalışacağım önümüzdeki hafta içinde.

Son olarak Man City ve akşam pazarı olmasa geçtiğimiz yıla nazaran sönük geçtiğini söyleyebileceğimiz bu yazın bonservis bedeli açısından en pahalı 5 transferini hatırlatayım:

David Villa                   Valencia-Barcelona                      40 Milyon Euro
Yaya Toure                  Barcelona-Man City                    30 Milyon Euro
Mario Balotelli              Inter-Man City                            29,5 Milyon Euro
David Silva                   Valencia-Man City                      28,75 Milyon Euro
Angel Di Maria             Benfica-Real Madrid                    25 Milyon Euro