9 Eylül 2010 Perşembe

Milli takım, Hiddink'in takımı....



Polonya ve Ukrayna'da düzenlenecek Euro 2012 elemeleri geçen hafta başladı ve gruplarda ikişer maç geride kaldı. Türkiye açısından bakarsak, iki maç 6 gol, 6 puan var. 2010 Dünya Kupası elemelerinde 10 maçta 13 gol atabildiğimiz düşünülürse gayet iyi. Ayrıca geçen sefer deplasmanda Estonya'yı deplasmanda yenemediğimiz maçta kaybedilen puanları çok aradığımızı unutmamak gerek. Tabii yine 2 maçtır yenemediğimiz ve grupta 2.lik için çekişmemiz öngörülen Belçika'yla şimdiden 6 puan fark açılmış durumda olması da memnuniyet verici.

Tabloya daha geniş bir perspektiften baktığımzda ise toz pembe bir analiz yapmak zor. Hiddink, adı etrafında şimdilik sarsılmaz gibi görünen bir güven halesiyle gelmiş olsa da kadro seçimiyle ilk ciddi ve haklı eleştirileri aldı. Kazanamasaydık bu eleştirilerin nereye kadar gidebileceğini daha önce yaşadığımız örneklerden hareketle kolayca tahmin edebiliyoruz.

İlk geldiği gün de yazmıştım. Hiddink elindeki malzemeyi değerlendirme konusunda belki de dünyanın en iyilerinden birisi. Bu açıdan son derece pragmatik bir yaklaşımla, ortaya konan hedeflere nasıl ulaşılacağını bilen birisi. Tabii ki bunlar Hidink takımlarıın hücumu ve topa sahip olmayı seven genel bir karakter ortaya koyduğu gerçğini değiştirmiyor. Anlatmak istediğim, Hiddink'in mesaisinin bütününü bir ülkenin futbolunu kalkındırmaya vakfeden birisinden çok o ülkenin en iyi oyuncularını, onların karakterine uygun bir oyun anlayışı etrafında toplayıp, optimum verimi alan bir teknik direktör tipi olması. Bu açıdan mesela Piontek'in antitezi. 1990'ların başında gerek mali koşullar gerek organizasyon açısından öyle bir seçenek mantıklıydı, bugün geldiğimiz seviyedeyse böyle bir seçimin uygun olduğunu düşünüyorum.

Kazakistan ve Belçika maçları öncesindeki kadro seçiminde bu pragmatizm, biraz abartılı biçimde ortaya kondu. Kendi takımlarında forma giymeyen oyuncular (Kazım Kazım, Tuncay), sakatlık durumu belirsiz oyuncular (Sabri, Gökhan Gönül) ve formu yerlerde sürünenler (Hakan Balta, Nihat, Selçuk Şahin) çağrılırken Volkan Şen, Mevlüt, Necip gibi isimlerin es geçilmesi tepki topladı.

İlk iki maça baktığımızda Hiddink'in, Uğur Meleke'nin analiz ettiği gibi riske girmekten kaçındığını ve kadro seçimini bu şekilde okumak gerektiğini kabul etmek mümkün.  Bu kadro Euro 2008'de oturmuş, başarısı tescilli bir kadro ve en önemlisi birlikte oynama alışkanlığı var. Dünkü maçın ikinci yarısındaki oyun da bunun göstergesi.

Fakat diğer yandan, Hakan Balta sakatlanmasaydı İsmail'in forma şansı bulamayacağı gerçeği başka bir sonuca götürüyor beni. Denenmiş ve başarmış formüller, özellikle futbol gibi oyuncuların fiziksel ve psikolojik hallerine göre hızla değişen bir alanda en iyi seçenek olmayı ilelebet sürdüremez. Pragmatizm, biraz da formunun zirvesindeki oyunculardan, optimum zamanlarında faydalanmayı gerektirir.

Fakat, Hiddink'in zaman içinde kadro seçimi konusunda futbol kamuyonun beklentilerini karşılayacağını umuyorum. Tabii ki, bunu nabza göre şerbet verme anlamında değil, akılcı seçimler yapma anlamında söylüyorum. Örneğin, halihazırda Necip'in Aurelio'dan, İsmail'in Hakan Balta'dan daha iyi bir durumda olduğunu Hiddink'in bilmemesine, görememesine imkan yok. Ancak birlikte oynama alışkanlığı olan oyuncularla kendine ait oyun düzenini oturttuktan sonra, formayı, radikal bir biçimde olmasa da, yavaş yavaş hak edenlere teslim edeceğini tahmin etmek mümkün.

Peki bu oyun düzeni nasıl bir düzen. Bizim alıştığımız kaos futbolundan uzak, pasa, topa hükmetmeye ve tempo kontrolüne dayalı bir anlayış. Aslında mevcut oyuncu yapımızın rahatlıkla üstesinden gelebileceği, ve zaman ilerledikçe hücum iştahının artarak tam bir tahakküm oyunu izletmenin mümkün olabileceği bir düşünce. Somut bir örnek gerekirse bu anlayışın master tezinin Euro 2008'deki Çek Cumhuriyeti maçının 2. yazısında yazıldığını söyleyebiliriz. Şimdi yapılması planlanan, iş işten geçiyor motivasyonuyla oynanan 45 dakikanın daha sakin bir biçimde 90 dakikaya yayılması. Yine Euro 2008'den örnek verirsek, Rusya'nın oynadığına benzer bir oyun ve takımın tartışmasız yıldızı Arshavin'in rolünü üstlenecek Arda Turan...

Bu noktaya gelmeden önce giderilmesi gereken eksikliklere kısaca değinip kapatacağım. Birincisi savunma bu kadar geride kurulmamalı. Duran toplar kabusu devam diyor, o konudan bahsetmek istemiyorum ama savunmanın geride kalması takımın uzun mesafede oynamak zorunda kalması sonucunu doğurduğundan halledilmesi gereken bir sorun. Belki de stoperlerimiz ağır ve Belçikla forvetleri hızlı olduğundan bu tercih edildi ama uzun vadede arzu edilen oyunun başarıy ulaşması için bunun değişmesi gerek.

İkincisi santrfor meselesi. Dün maçtan sonra Mehmet Demirkol söyledi, "hala Hakan Şükür varmış gibi oynuyoruz" diye, haklıydı bir ölçüde. Dün Tuncay çok iyi niyetle mücadele etmeye ve 4-6-0 gibi tanımlanabilecek bir sistemin gereğini yapmaya çalıştı. Ancak bizim oyuncularımız bir türlü sırtını rakip stopere dayayıp, takımı hücuma yerleştiren tipte bir santrfor olmadan oynamaya alışamadı. Bu yüzden vasat üstü bir santrfor olan Semih, temel bazı özellikleri sayesinde milli takımda çok faydalı oldu. Hiddink'in oyun anlayışında Semih'in ilk tercih olacağını düşünmüyorum. Bu yapıya çok uygun olan, gezmeyi seveni oyun zekası yüksek iki oyuncumuz var Sercan ve Mevlüt... Onlar bu takıma oturduğu vakit oyun kalitemiz de bir üst seviyeye çıkacak şüphesiz.

Çok iyi hücuma çıkan iki bekimiz (Gökhan Gönül, İsmail), uyumlu ve teknik kapasitesi yüksek orta saha oyuncularımız (Hamit, Emre), milli takımda kendisi gibi oynadıüğında ve kafası rahat olduğunda müthiş katkı sağlayan süper yıldızımız (Arda) halihazırda elimizde mevcut önemi artılar.

8 Ekim'de Almanya'ya yenilmemeyi başarırsak, 2. liği garanti altına alma yolunda önemli mesafe kat etmiş olacağız. O tarihten sonra, Hiddink'in takımının gerçek anlamda inşasına tanıklık edebiliriz.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder