2020
Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nın İstanbul’da yapılmasını istiyoruz. Yapılan
kamuoyu anketlerinde diğer aday kentlere nazaran halk desteğinin en yoğun
olduğu kentin İstanbul olduğu görülüyor. Tüm söylemlerde “İstanbul olimpiyatı
hak ediyor” vurgusunu yapıyoruz. Bunun 5. adaylığımız olduğunun altını çizerek
ne kadar arzulu olduğumuzu ortaya koyuyoruz. 2020 Olimpiyatları İstanbul’a
verilirse, tarihte ilk defa oyunların aynı anda iki kıta üzerinde düzenlenmesi mümkün
olacak. İlk defa nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir şehir, olimpiyatla
tanışacak. Görkemli tarihi, eşsiz coğrafi konumu ve güzelliği ile kıtaların
birleştiği yerde, “Bridge Together” sloganıyla köprüler kurulacak.
Bütün
bunların hepsi doğru ancak derinleştirilmezse, içi doldurulmazsa reklam sloganı
olarak kalmaya mahkum söylemler. Yanıtlanması gereken sorular var: Olimpiyatı
neden istiyoruz? Spor kültürümüz olimpiyat düzenlemeye uygun mu? Olimpiyatlar
İstanbul’a ne katacak? Daha da önemlisi İstanbul, olimpiyatlara ne katacak?
Halk
desteğinin bu denli yüksek olmasını Türk insanının neredeyse genetik kodlarına
yerleşmiş “milli gurur” kavramı ile açıklamak ve “neden yapamayalım, en
güzelini yaparız” cümlesindeki hissiyatla açıklamak mümkün. Bu söylemi ve
hissiyatı elitist bir tavırla tepeden bakarak, “bizim halkımız olimpiyattan ne
anlar ki” tavrıyla eleştirenler var ki onlara söyleyecek söz bulamıyorum. Zira
bu isteklilik ve heyecan, Türkiye’de yapılan ve hemen hemen hepsi büyük bir
başarıyla gerçekleştirilen büyük çaplı organizasyonlardaki başarımızın temelinde
yatan en önemli unsur.
Olimpiyatlar İstanbul'a ne katar?
Oyunların İstanbul’a ne kazandıracağı ve sonraki
kuşaklara nasıl bir miras bırakacağı da en çok üzerinde durulması gereken
konulardan biri. Bu noktada, kanaatimce muazzam bir başarı öyküsü olan 2012
Londra Olimpiyatları’na dair bir referansa başvurmak ufuk açıcı olacak. Değerli
dostum Çetin Cem Yılmaz’ın Britanya Spor Bakanı Hugh Robertson ile yaptığı ve http://www.yazihaneden.com/2013/09/olimpiyatlar-ve-spor-mirasi/
sitesinden okuyabileceğiniz röportajından bir alıntı yapayım:
“Londra için
2012 nasıl bir miras bıraktı?
Beş temel mirastan söz
edebiliriz. Ekonomik boyutu var: Ülkenize gelen iş ortaklıkları, ekstra turist
sayıları gibi. Yenileme boyutu var: İstanbul’da da şehrin belli taraflarını
yenileme çalışmalarınız var. Belediye başkanı bana altyapının yapılmakta olduğunu
ve yapıldığını söyledi. Bizde de Stratford bölgesini yenileme durumu vardı,
burası şu anda Londra’nın son 100 yıldaki en geniş şehir parkı konumunda.
Üçüncü olarak, sosyal etkisinden bahsedebiliriz: Oyunları işletmek için 70,000
gönüllüyle çalıştık. Bu gönüllüler bir arada kaldılar ve ileriki etkinliklerde
de gönüllü olarak çalışacaklar. Bu insanları ve toplumu başka hiçbir şeyin
yapamadığı şekilde bir araya getirdi. Dördüncü konu, spor boyutu. 2012’den
sonra Britanya’ya gelecek spor etkinliklerine bakacak olursanız, Olimpiyatlar
olmadan bunlar gerçekleşemezdi. İnsanlar bunu yapabildiğinizi görüyorlar,
tesislerinize bakıyorlar ve ülkenize gelme konusunda cesaretleniyorlar. Ve son
olarak, engelliler üzerindeki etkisi var. Paralimpik Oyunları düzenledikten
sonra İstanbul’da kimse engelli insanlara eskisi gibi bakmayacak. Londra’daki
insanlar, metroda engellilerle karşılaştıklarında konuşuyorlar, onlara
eskisinden tamamen farklı bir şekilde bakıyorlar. Ve elbette Paralimpik
Oyunların düzenlenmesi için harcanan para da tüm toplu taşımayı engelli
insanların kullanımına çok daha açık hale getirdi.”
Burada
bahsedilen beş unsurun her birinin İstanbul için de geçerli olacağını
düşünüyorum ve bu düşünce dahi bana heyecan veriyor. Tabii burada en önemlisi
Paralimpik Oyunların engellilerin şehirde sosyal hayata aktif biçimde
katılmaları ve engellilere yönelik algıların değişmesi yönünde yapacağı katkı.
İstanbul’da bu konuda büyük bir sıkıntı olduğu, asla “engelli dostu” bir şehir
sayılamayacağı aşikar. Paralimpik Oyunlar bir yandan şehir hayatına yapacağı bu
katkıyla, diğer yandan engelli gençlerimizin spor yapmaya teşvik edilmeleri
açısından birçok şeyi geri döndürülemez biçimde değiştirecek güce sahip.
Diğer
yandan, uluslararası sistemde devlet dışı aktörlerin konumlarının giderek
güçlendiği, dış politikanın kapalı kapılarının açılarak kamuoyunun
eğilimlerinin dikkate alınmasının kaçınılmaz hale geldiği bir dönemde,
ülkelerin kendilerini güçlü kılan klasik unsurların yanında “yumuşak güçlerini”
de arttırma çabasında olduğu bir dönemi yaşıyoruz. 2012 Londra Olimpiyatları’nın
sadece açılış ve kapanış törenlerinin dahi Britanya’nın yumuşak gücüne yaptığı
katkıyı yadsımak mümkün görünmüyor. Aynı etkiyi, hatta belki daha fazlasını
İstanbul için beklemek, hayalci bir yaklaşım olmayacaktır.
Spor kültürü
İstanbul
2020 Adaylık Komitesi Başkanı Hasan Arat, 5 Eylül tarihinde Buenos Aires’te
gerçekleştirdiği basın toplantısında bir sürprizle ortaya çıkarak 25 yaşın
altındaki 50 spor elçisi genci dünya kamuoyuna tanıttı ve İstanbul’un
adaylığının esas unsurunun ne politik destek ne de ekonomik hedefler olduğunu,
İstanbul 2020’nin en büyük kozunun bu emaneti sırtında taşıyacak genç nüfus
olacağını vurguladı.
Nüfusunun
yarısının 25 yaşın altında olduğu ve nüfusu istikrarlı biçimde artmakta olan
Türkiye’de, genç nüfusun arzettiği bu potansiyelin, hangi alanda olursa olsun,
en iyi biçimde değerlendirilmesi ülkemizin geleceği için de kilit rol
oynayacak. Hal böyleyken, İstanbul’un ve Türkiye’nin esas kozunun bu genç nüfus
olarak değerlendirilmesi şaşırtıcı değil. Ancak, bugüne kadar sözkonusu
potansiyelin nasıl heba edildiği göz önüne alındığında, umutlu olmanın
güçleştiği de bir gerçek.
Türkiye’de
birçok alanda olduğu gibi sporda da uzun vadeli planlar yapılarak, net bir
stratejiyle zaman içinde sonuç almaktan ziyade, motivasyon ve heyecan gibi
unsurları ön plana alarak günlük başarıların hedeflendiğini kabul etmek gerek.
Bu yüzden birçok başarılı sporcuyu bir yerde “sistem hatası” olarak tanımlamak
mümkün. Her ne pahasına olursa olsun “kazanma” odaklı bir spor kültürünün hakim
olmasının birçok ilave soruna yol açtığına da sıkça şahit oluyoruz.
2012
Londra Olimpiyatları’nın ilk günlerini hatırlayalım isterseniz. Madalya
beklediğimiz haltercilerimiz, güreşçilerimiz, boksörlerimiz beklentilerin
altında kaldıkları müsabakaların ardından, kendilerine uzatılan mikrofonlara
son derece stresli olduklarını gizleyemeyerek, neredeyse utanç içinde “kamuoyunda
özür dileme” çabasına giriştiği sahneleri göz önüne getirelim. Sonra son dönemde
utanç verici boyutlara ulaşan ve İstanbul’un adaylığında en büyük dezavantajlardan
birini oluşturan doping vakalarını da bu minvalde değerlendirmek mümkün. İki
büyük futbol takımının “şike” nedeniyle Avrupa Kupaları’ndan men edilmeleri,
yaş küçültme skandalları, spor sahalarında yaşanan şiddet vb. tüm unsurların
yolu spor kültürümüzdeki temel sakatlığa çıkıyor. Kazanma odaklı olmaktan öte, “ne
pahasına olursa olsun kazanma” odaklı bir anlayış hakim durumda maalesef.
İşte
olimpiyatlar tam da bu noktada Türkiye’nin spor politikasını A’dan Z’ye
değiştirmesi için eşsiz bir fırsat niteliğinde olacak. Bu noktada da henüz bu
çarkın içinde kirlenmemiş genç sporculara eğilmek tek gerçekçi seçenek olarak
öne çıkıyor.
Spor
kültürüne getirilen bir diğer haklı eleştiri de futbol hatta daha da özelinde 3
büyükler odaklı bir anlayışın hakim olması. Bunu sadece basını ele alarak dahi
kavramak mümkün. Gerçekten de Türkiye’de yayınlanan spor gazeteleri ile örneğin
L’Equipe gazetesi
karşılaştırıldığında kahrolmamak elde değil. Bunun ötesinde, yaşanan en büyük
hayal kırıklığı elbette bu yıl ülkemizde düzenlenen 20 Yaş Altı Dünya Kupası’nda
tarihin en az seyirci ortalamalarını yakalamamız oldu. Turnuva sonrasında doğal
olarak “madem sadece futbol odaklıydık, bu maçlara neden kimse gelmedi”
serzenişleri yükseldi.
Tam
da bu noktada, belki fazla iyimser gelebilir ama tablonun o kadar karanlık
olduğunu düşünmüyorum. Futbol seyircimizin genel profili, ülkenin hakim spor
kültürünü yansıtıyor, doğru. Rakibe saygı duymayan, ne pahasına olursa olsun
kazanma odaklı, şiddet eğilimli lümpen bir kültür. Tam da bu yüzden U20 Dünya
Kupası’nda tribünler boş kaldı muhtemelen. Fakat Türkiye’de düzenlenen büyük
organizasyonlarda,İstanbul’da veya başka bir şehirde Akdeniz Oyunları’ndan
Dünya Salon Atletizm Şampiyonası’na; Erzurum Universiade’dan Dünya Basketbol
Şampiyonası’na karşılaşmaların tamamen dolduğunu, Cumhurbaşkanlığı
Bisiklet Turu’nda sokakların taştığını görüyoruz. Türkiye’de geniş
kitleler tarafından “zengin sporu” olarak aşağılanan, Grand Slam’lerde mücadele
edecek bir sporcuya hasret olduğumuz teniste dahi, İstanbul’da düzenlenen WTA
turnuvasının biletleri iki yıldır günler öncesinden tükeniyor. Bu yüzden ben Justin
Gatlin’i veya Sally Pearson’ı izlemek için Ataköy’e koşan, Serena Williams’tan
imzalı bir tenis topu almak için birbiriyle yarışan çocuklara bakıp umutlanmayı
tercih ediyorum.
Son
tahlilde, spor kültürümüzün, olimpiyat düzenlemek için yeterli düzeye sahip
olmadığını öne sürerek İstanbul’un adaylığına karşı çıkmak; AB standartlarının çok gerisinde olduğumuzun
ön kabulüyle, “Bu halimizle bizi almazlar, o yüzden kendi içimizde
standartlarımızı yükseltelim, sonra başvururuz” demeye benziyor. Halbuki, tıpkı
AB müzakere sürecinin Türkiye’deki demokratikleşme reformlarına ciddi ölçüde
katkısı olduğu gibi, olimpiyatlar da ülkemizdeki spor kültürünün gelişmesini ve
bambaşka bir noktaya gelmesini sağlayacak.
Olymp-ist
“İstanbul
olimpiyatları hak ediyor” sonuna kadar hemfikir olduğum bir slogan olmakla
birlikte, “Olimpiyat İstanbul’a yakışacak” sloganını tercih ediyorum. İstanbul,
binlerce yıllık tarihiyle; farklı uygarlıkların, imparatorlukların başkenti
olarak insanlığın sahip olduğu en değerli kültürel miraslardan biri konumunda,
dünyanın en müstesna şehirlerinden biri.
Hiçbir
hazırlık yapılmadan, amatör bir ruhla hazırlanılan 2000 adaylığından beri,
İstanbul olimpiyatı istiyor. Halkın desteği, şehrin kararlılığı bu süreçten
açık alınla çıkılacağı konusundaki ümitleri arttırıyor. İlk adaylık döneminde
arabalara, camlara yapıştırılan afişte vurgulanan sloganda yazılı olan “Let’s
meet where the continents meet” teması, artık kabak tadı verdiği düşünülse de
esasında “Bridge Together” sloganına dönüşmüş haliyle, hala İstanbul’un en
büyük kozu. Olimpizm ruhunu simgeleyen,
farklı kıtaların, farklı kültürlerin, farklı renklerin buluştuğu ve 5 farklı
halkadan oluşan bayrağın dalgalanması için İstanbul’dan daha uygun bir şehrin
bulunmasının kolay olmadığını düşünüyorum.
Siyasi
bir argüman olarak görünse de ilk kez Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bir
ülkede olimpiyat düzenlenmesi düşüncesinin de kaydadeğer bir husus olduğu
kanısındayım. Türkiye, bulunduğu coğrafyada laik bir demokrasi olarak bir
cazibe merkezi ve birçok ülke için bir ilham kaynağı konumunda. Türkiye’nin ve
İstanbul’un bu müstesna konumunun, insanlığın ortak değeri olan olimpizm
ruhuyla taçlandırılmasının, bu bölgeden tüm dünyaya yayılacak olumlu siyasi ve
toplumsal yansımalarının olacağını kabul etmek gerekiyor.
İstanbul’un
birçok avantajı ve eksiği olduğu gibi rakiplerinin de birçok avantajı ve eksiği
var. Bu noktada, kampanya sürecinde İstanbul 2020 Adaylık Komitesi başta olmak
üzere, süreçte rol oynayan herkesi, özverili çabalarının yanında olimpizm ruhuna
uygun tavırları için takdir etmek gerekiyor. Tokyo Belediye Başkanı’nın buram
buram İslamofobi kokan açıklamaları veya Madrid’in “Latin Amerika oyları
çantada keklik, 50’den fazla oyumuz var, ilk turda işi bitiririz” ekseninde
oyları manipüle etmeye yönelik basın oyunlarının benzerini bizim komitede
görmedik. Rakipleri kötülemeden, İstanbul’un artılarını öne çıkarmaya
çalıştılar. Eksikler karşısında kafayı kuma gömmeden, bunlarla yüzleşecek ve
bunları düzeltecek iradaye sahip olduklarını gösterdiler. IOC içinde birçok
farklı denge sözkonusu olduğundan sonucu kestirmek zor ama hayallerimiz başka
bahara kalacak olsa bile İstanbul’un bu adaylık serüveninin saygıyı hak
ettiğine inanıyorum.
Bir
İstanbul sevdalısı olarak, şehrimde olimpiyat düzenlenmesi benim çocukluk
hayallerimden biri. Bu yüzden, konuya biraz fazla duygusal bakıyor olabilirim.
Fakat bugün olimpiyatları kendimden çok o dönemdeki hayallerimi bugün kurmakta
olan çocuklar için istiyorum.
Ben
Türkiye’nin birçok farklı yerinde, 7 Eylül gecesi oylamayı izleyip İstanbul’un
2020 Olimpik ve Paralimpik Oyunları’nı almasının ardından heyecandan
uyuyamayacak, 2020 yılında kendini o muhteşem açılış töreninde yürürken hayal
edecek, bu uğurda çalışacak 12-13 yaşlarında okçular, yüzücüler, boksörler,
bisikletçiler olduğunu biliyorum. Bu umuda tutunuyorum. Olimpiyatı en çok bunun
için, bu çocukların tertemiz yüreklerinde filizlenecek heyecanla güçlenen
omuzlarında yükselecek yeni bir spor kültürü için istiyorum. İnanıyorum…