3 Aralık 2014 Çarşamba

Uçurumdan önce son çıkış / Kimliğini arayan takım



Galatasaray, hatırı sayılır bir süredir kimliksiz bir futbol takımı olarak sahalarda boy gösteriyor. Mücadele etmeyi unutmuş, isyan edebilme yeteneğini kaybetmiş, kabullenmeye alışmış, giderek silikleşen, silikleştikçe mevcut melekelerini yitiren, melekelerini yitirdikçe sevenlerini üzen ve karamsarlığa iten, takım olma niteliğinden dahi uzak bir futbolcu grubunu kahrolarak izliyoruz. 2014-15 sezonunun Galatasaray'ı, ruhunu arayan, "hissizleşmiş" bir hale bürünmüş vaziyette.

Oysa biz Galatasaray efsanelerinden Gündüz Kılıç'ın "Galatasaray bir his takımıdır. Renklerine aşık birbirlerini seven futbolcuların takımıdır. Galatasaray, feragat ve fedakarlıklarla çalışacak futbolcuların takımıdır. Galatasaray şımarıkları, kendini beğenmişleri, yalnız kendini düşünenleri sevmez. Kısacası Galatasaray, bir halatı hep birlikte çekenlerin, hep birlikte üzülüp, hep birlikte sevinmesini bilenlerin takımıdır."  sözlerinin sahadaki tezahürünü arıyoruz. Bazı sözler, tanımladıkları şeyi ifade etmedeki güçleriyle, söylendikleri zamanın ötesinde etkiye sahip oluyor ya,  işte biz o halatın ucundan tutmaya teşvik edecek iradeyi arıyoruz.

Bu arayışta, hiçbir ışık gösteremeyen Prandelli dönemi, maalesef Galatasaray tarihine, umutsuzluğun en baskın olduğu dönemlerden biri olarak geçecek. Bu yüzden, geçen hafta son bulan Galatasaray-Prandelli birlikteliği, "zararın neresinden dönülürse" mantığından hareketle de olsa uçurumun kıyısında düşmeden önceki son hamle olarak görülebilir.

Takımı uçurumun kıyısına getiren temel neden elbette tek başına Prandelli değil. Yapısal sorunlar ve yönetimin geleceğe dair korkular yaratan başarısızlıklarıyla bugüne gelinse de bu yazının konusu sahanın içi olarak kalsın.

Prandelli neyi yapamadı?

Mancini ile Prandelli dönemlerini asla aynı kefeye koymuyorum. Zaten Mancini'nin tam alışmış ve bir oyun düzeni oturtmuşken kalması gerektiğini savunmuştum. Prandelli için ise İtalya'da başardıklarını ve oyun felsefesini genel olarak beğenmekle birlikte, ilk günden tereddütlerim mevcuttu. Bunların en başında, İtalya dışında hiç çalışmamış olmasından da önce, şampiyonluğa oynamış hiçbir takım çalıştırmamış olması geliyordu ki, 8 Temmuz günü twitter'a da böyle yazmışım ve yorum yapmak için ışık görebileceğim bir maç beklemiştim.

Bu yorumda bahsettiğim o ilk maç hiç gelmedi. Prandelli, 16 maçta 6 galibiyetle Galatasaray’da çalışan son 10 teknik adam arasındaki en düşük yüzdeyi yakalamasından daha da vahimi, kazandığı maçlarda dahi hiçbir zaman rakibe karşı oyun üstünlüğü kuramadı. Nadiren gördüğümüz 10’ar dakikalık sekanslar dışında ne baskılı oyun ne tempo ne de belli bir hücum stratejisi vardı. Prandelli sanki her maçta bir de bunu deneyelim, ya nasip dercesine kurduğu 11’leri sahaya sürmesinin yanında oyunu okuma konusunda da yetersiz kalarak, maça etki edecek değişiklikleri yapmakta, aksayan tarafları tespit edip neşteri vurmakta da kayıtsız davrandı.
 
Sistemde değişiklik yapması, sürekli farklı şeyler denemesi bu eleştirilerin ana unsuru değil. Hatta bir şeylerin aksadığını gördüğünü kanıtlaması bakımından olumlu bir puan bile sayılabilir. Fatih Terim de hatırlarsanız 3. döneminin ilk maçında İstanbul BB'ye 3-1 kaybederken Eboue'yi 4-3-3'ün sol açığında denemiş, o sezon gümbür gümbür oynayan takımın ideal dizilişini oturtması 9. haftadaki Fenerbahçe maçını bulmuştu.
 
Benim anlamadığım arayış içinde olan, takımı daha farklı oynatmak isteyen Prandelli'nin neden hazırlık dönemini bomboş geçirdiği? Geçen sezon Emirates Cup'ı kazanan, Malaga ve Napoli'yle oynayan takım bu sezon Süper Kupa'da Fenerbahçe maçından önceki 20 günlük kısımda güç bela bir tek hazırlık maçı yaptı ki o maç da Başkan Aysal'ın gönlünü yapmak için Belçika'nın 2. liginden bir takımla bir kasaba stadında oynandı.
 
Prandelli İtalya dışında hiç çalışmamış olduğu için, Türkiye gibi Löw, Del Bosque, Rijkaard misali nice büyük ismi yemiş bir ülkede zorlanması beklenmedik bir gelişme değildi. Fakat biz sabretmek için hiçbir bir ışık göremedik. Bugün Prandelli sistemi nedir diye sorduğumuzda tereddütsüz tanımlayabileceğimiz bir diziliş, oyun felsefesi, taktik öncelikler vs. herhangi bir biçimde onu sıradan bir teknik direktörden olumlu anlamda ayırt edecek herhangi bir özellik telaffuz edemediğimiz için, orta ve uzun vadede kalmasının herhangi bir şey kazandırmak şöyle dursun, zaten sallantıda olan takıma kimliğini tümden kaybettirme tehlikesi doğuracağını gördük.
 
Fakat bu kimlik meselesinde şüphesiz en büyük darbe, kuruluş gayesi Avrupa'da başarı olan Galatasaray'ın Şampiyonlar Ligi'nde sergilediği utanç verici performans ve esasen başarısızlık karşısındaki "kayıtsızlık" oldu. Benim gözümde Prandelli, Dortmund maçının sonrasında "hedefimiz Şampiyonlar Ligi değil, 4. yıldız" dediği anda değerini yitirmiş ve uzatmaları oynamaya başlamıştı. Zira o sözler Galatasaraylıların çoğunluğuna 4'er 4'er yenen gollerden çok daha ağır gelmişti.
 
Prandelli dönemi herhalde en çok Fenerbahçe'nin 2008-09 sezonunda yaşadığı Aragones dönemine benziyor. Yine de ligde iddiasını sürdüren bir takım bıraktığı için teşekkür etmek lazım kendisine. Yanlış zamanda, kimyası bozuk bir takıma yapısal sorunları ayyuka çıkmış bir camiaya geldi, olmadı. Yolu açık olsun.

 
Yeni dönem ve Hamza Hamzaoğlu  
 
Bitirirken Hamza Hamzaoğlu için de birkaç söz etmek gerek. Skibbe’nin gönderildiği 2008-09 sezonunun ortasında, Erciyes’teki başarısının rüzgarıyla göreve gelen Bülent Korkmaz’la bazı benzerlikleri var. Hamzaoğlu’nun Akhisar’daki başarılı çizgisi, her ne kadar Galatasaray seviyesi için gösterge olmasa da umut vericiydi. En önemlisi Bülent Korkmaz’ın Erciyes’te başarısının dayandığı savunma becerisinin aksine, Akhisar’ı zaman zaman 3 santrforla sahaya çıkan, ofansif bekler kullanan ve rakip kim olursa olsun baskılı oynayan bir takım olarak hatırlıyoruz.
 
Bülent Korkmaz dönemi denince ilk hatırlanan konulardan biri de Lincoln’le rivayete göre (ki haklılık payının yüksek olduğuna inanıyorum) dönemin bazı oyuncularının kışkırtmasıyla yaşadıkları tartışma ve o dönemin 10 numarasının harcanmasına giden süreç. Bu dönemin 10 numarası ise şüphesiz kariyer bakımından da, taraftarın gönlündeki yeri bakımından da Lincoln’ün fersah fersah ötesinde. Hal böyleyken Hamzaoğlu’nun Sneijder hakkında tamamen alakasız bir ortamda yaptığı yorumların, teknik direktörlük için geçtiğinde ilk olarak akla gelmesi doğal. Bu konuda imza töreninde söyledikleri, hatta hatasını kabul etmesi olumlu adımlar. Sneijder ile bereber yükselirse kazanan Galatasaray olacaktır. 
 
Umut etmek güzel şey. Öyleyse yine bir efsanenin, Jupp Derwall'in sözüyle bitirelim: "Galatasaray'ın adının olduğu her yerde umut vardır".





Share |

16 Kasım 2014 Pazar

Geçmişe dönüş



"Teknik analizi herkes yapacaktır ama, güzel bir takımla oynadık. Müthiş bir takım seyrettirdik, zaman zaman biz de seyrettik. Şu olsaydı, bu olsaydı değil bu maçın yorumu. Türkiye'nin her insanının zaman zaman bazı gerçeklerle yüzleşmesinde yarar var. Bu da onlardan bir tanesi, ki sonra da ileride karşılaşacağımız projeleri etkilesin. O yüzden olaya böyle bakmak lazım. Daha da yiyebilirdik. 1-2 tane de belki biz atardık. Dünyanın en iyi takımlarından bir tanesi. Bizden önce Fransızlarla Lens takımıyla oynadılar, o da 3-0. Türkiye'de bazı şeylerin altını daha net çizmemiz lazım. Bir şeylerin yeterli olmadığını, küçük vizyonlarla bir yere gidilmeyeceğini bilmemiz lazım. Sevgi ortamında, kendi gerçeklerimizi görerek yapabiliriz. Takım 4-0 galip dakika 90 Bergkamp hala top istiyor. Wenger'in yardımcısı geldi biraz önce, yarın antrenmanları var, bana Bergkamp yine aynı koşuyor dedi. Uzun vadeli projeler yapmalıyız. Böyle yıldızlar topluluğunu seyrettirdiğimiz için Türk halkına çok mutluyum. Dünya yıldızları böyle oluyor. Bizde de bazı gerçekler bu tip gerçekleri görerek değişebilir. Henry alkışlanmalı, Overmars alkışlanmalı ama bizim çocuklarımız da yuhalanmamalı. Aradaki mesafe çok büyük "

Bu farazi konuşma Fatih Terim'in 13 Kasım'da Türkiye'nin Brezilya'ya 4-0 yenildiği maçtan sonra  verdiği TV röportajından esinlenerek, 17 Mayıs 2000 gecesi Galatasaray-Arsenal maçının sonrası hayal edilerek kurgulandı.

2000 yılının Fatih Terim'i asla böyle bir röportaj vermezdi. Zaten böyle bir anlayışla finale yükselmek de mümkün olmazdı. Peki aynı adam neden Brezilya maçının ardından 1980 model bir "onlar bizden çok güçlü" düşüncesinin ardına saklanma ihtiyacı hissetti?

Türk futbolunda "final oynamak da yetmez kupayı istiyoruz" diyen ve 1993 Akdeniz Oyunları'ndan itibaren ortaya koyduğu vizyonla, bir yerde Derwall'in yaktığı, Denizli'nin büyüttüğü ateşi, umut tacirliği yapmadan, gerçekçi bir özgüvenle yükselen bir futbol devrimine dönüştüren adamın, kariyerinin bu safhasında kendini inkar etme noktasına geldiğine işaret eden bu röportaj çok büyük bir hayal kırıklığıydı.

Esasen Beşiktaş'taki yönetim performansıyla yaptıkları yapacaklarının teminatı olan Demirören'in Türk futbolunun bu çöküş sürecinde başrolü oynaması ve bu rolünde Beşiktaş'takine nazaran çok daha mahir olması belki şaşırtıcı değil. Fakat bu ülkenin futbol tarihini ve talihini değiştiren adamların başında gelen Terim'in bu gemiye binmesi ve sonunu bile bile seyri değiştirmek için hamle yapmamasının anlaşılması çok güç.

Terim, aslında bu görevi ilk başta kabul etmemeliydi ama bir yandan kariyeri boyunca zirveye çıktığı her dönemde kendisini bozan yüksek egosunun kulağına fısıldadığı "Türk futbolunu ancak sen kurtarırsın" yanılsamasıyla, bir yandan da Galatasaray başkanına kendini ispatlama sevdasıyla göreve geldi. Hakkını verelim, 3. döneminin ilk günlerinde tıpkı 2005'te görevi Ersun Yanal'dan devraldığı zamandaki gibi çabuk ve göz alıcı bir etki bıraktı. Ancak, aradan geçen bir yılda milli takım ne kadro yapısı olarak ne de oyun anlayışı olarak ileri gidebildi. Türkiye, bu süreçte Fifa sıralamasında giderek gerileyen, ülke kamuoyunda hiçbir heyecan ve motivasyon dalgası yaratamayan, altyapıyla ilgili herhangi bir plan sunamayan ve dünya futbolundaki saygınlığını kaybetme sürecinde bir takıma dönüştü.  

Bugün Türk futbolunun oyuncu yetiştirmeye dönük bir politikası, geleceğe yatırım yapma gibi bir derdi yok. Genç milli takımları kimin çalıştırdığını bir çırpıda tff sitesine bakmadan söyleyebilecek bir futbolsever var mı bilmiyorum. Antalya'da 3. kaleci olarak tribünde oturan Rüştü'yü, 2. ligde sıradan bir takımın stoperi Vedat'ı ve daha nice yeteneği keşfetmek için nasıl bir çalışma var? Avrupa'da altyapısını almış oyuncuları tükettikten sonra Katar modeli devşirme futbolcu gündemini ısıtıp piyasaya sürmek 75 milyonluk bir ülke için iflasın ilanı değil mi?

Yanlış anlaşılmasın devşirme sporcu olgusuna milliyetçilik temelinde karşı değilim. Mesela bugün Türkiye'de sığınmacı olarak bulunan 16 yaşındaki yetenekli Suriyeli bir genç veya İstanbul'da yaşayan Fildişili bir çocuk, burada altyapı eğitimini alıp burada yetişip neden Türk milli takımında oynamasın? Fakat kendi ülkesinin milli takımında oynayacak kalitede olmayan oyuncuları Türk milli takımının bir parçası yapmak, milli takımın "B" sınıfı bir takım olduğunun ispatı olacaktır. "A" sınıfı takımlarla boğuşan, Dünya 3.lüğü ve Avrupa 3.lüğüyle övünen, "final oynamak yetmez, kupa almak istiyoruz" diyen bir anlayış, kendini "B" sınıfı olarak konumlandırmayı içine sindirse dahi, 2000'leri yaşamış herhangi bir futbolseveri buna ikna edemez.



Türkiye'nin kaptanının 12 yıl önce Dünya Kupası Yarı Finalinde Brezilya'nın Ronaldo, Rivaldo, Ronaldinho, R.Carloslu çok daha görkemli kadrosunu elinden kaçırdığı için ağladığını (bkz. yukarıdaki foto) hatırlayanların, bugün Neymarlı takıma uzaydan gelmiş muamelesi yapılmasını, saha içinde hiçbir direnç gösterilmeden teslim olunmasını, neredeyse atılan bir şutla övünülmesini ve bunun çok doğal karşılanmasını hazmetmesi mümkün değil.

Bu yazıyı bilhassa Kazakistan maçından önce yazıyorum çünkü bu aşamada alınacak skorun (bu arada Kazakistan'ı farklı yeneceğimizi tahmin ediyorum) bu tehlikeli algıyı, iddiasızlaşmanın kanıksanmasını, 1980'lere dönüşü engelleyecek bir etkisi olmayacak.

Fatih Terim, 1996 Avrupa Şampiyonası elemelerine 5. torbadan katılan milli takımı finallere götürmeyi başarmıştı. Şimdi 5. torbaya doğru yol alan geminin kaptanlığını yapmak ona yakışmaz. Sadece "şerefli yenilgileri" saha içinde yaşayıp, onlara isyan ede ede inşa ettiği kariyerini, onu Terim yapanın ne olduğunu hatırlaması lazım.

Bu ülke, futbolunun ilerleyişinin 20 yıllık istisnai bir parantez olarak kalmasını kabul edemez.


  

16 Temmuz 2014 Çarşamba

Die Mannschaft

Hatırladığım ilk Dünya Kupası olan İtalya 90'dan beri 24 sene geçmiş, başka bir deyişle hayatımda 7. Dünya Kupası'nı geride bırakmışım. Futbolseverlerin dört sene boyunca başka hiçbir şeyle kıyaslanmayacak bir hasretle bekledikleri bir organizasyon kötü geçse de bunu itiraf etmeleri çok zor, bu yüzden önceki Dünya Kupalarına da toz konduramıyorum. Fakat sanırım gördüğüm en keyifli, en güzel kupa bu oldu. 

Dünya Kupası'nın bana göre en büyük favorisi olan Almanya, bazı maçlarda şaşırtıcı biçimde zorlanıp (Gana, Cezayir), bazı maçları olağanüstü tanımlamasının dahi eksik kalacağı mükemmel oyunlarla göz alıcı biçimde kazanarak, genel performansıyla hak ettiği bir şampiyonluk elde etti.

Kupanın ardından en iyi oyuncu ödülünü Neuer'e veya Müller'e verelim denilse bu fikir çok sayıda taraftar bulurdu. Aynı şekilde Kroos'a veya Lahm'a da çok fazla kişinin itirazı olmazdı. Final maçında sahanın adamı kimdi derseniz, benim oyum Kramer çıktıktan sonra ikili orta sahada Khedira'nın da yokluğunda tüm açıkları kapatan Schweinsteiger'e giderdi. Turnuvanın en iyi savunma oyuncusunu düşündüğümüzde herhalde Hummels ilk sırada yer alırdı. Diğer taraftan, bu takımın teknik kapasitesi en yüksek, en yaratıcı oyuncusunun Mesut Özil olduğunu söylemek mümkün. Son olarak Dünya Kupaları tarihinin en golcü oyuncusu Klose'yi, kupanın  dakika/gol ortalaması en yüksek oyuncusu Schürrle'yi bulunduran bir kadrodan bahsettiğimizi de unutmamak lazım.

Bu kadar ismi Almanya'nın ne kadar görkemli ve üstün bir kadrosu olduğunu vurgulamak için sıralamadım. Hadi herhangi bir kategoriye konması zor olan Neuer'i bir kenara bırakalım; yukarıda sayılan isimlerin hiçbirisi Messi, Ronaldo, Neymar veya Robben değil. Şu anlamda değil; Almanya herhangi bir takımın tüm sorumluluğunu alıp sırtlamaya soyunacak oyunculardan ziyade, birlikte oynadıkları sürece kıymetlenen ve kusursuz bir sistem içinde büyüyen bir takım. Bizim kuşaktan olanların hatırlayabileceği bir benzetmeyle bir nevi Voltran. Bu yüzden yazının başlığını uzatmadan Almanca "takım" anlamına gelen "Die Mannschaft" koymak istedim, kendi kendini fazlasıyla anlatan bir kelime olsun diye.

Almanya, 4 Dünya Kupası ve 3 Avrupa Şampiyonluğu ile kıtanın gelmiş geçmiş en başarılı futbol ülkesi. Onların her turnuvanın doğal favorisi, final adayı olarak görmeye uzun zamandır alışkınız. Hatta Lineker'in herkesçe bilinen meşhur sözüne atıfla, ne kadar kötü olursa olsunlar bir şekilde kazanmayı bilmeleri özellikle 40-50 yaşlarındaki futbolseverlerde baskın olan bir Alman antipatisi yerleştiği de inkar edilemez.

Almanya'nın bu algıyı nasıl yıktığına bakmak için 2002 yılına dönmek gerektiği kanısındayım. Büyük favoriler Fransa, Arjantin gibi takımların grupta takıldığı, sürprizlerin tüm hesapları karıştırdığı o kupada, Almanya bir şekilde kendisini finalde bulmayı başardı. İddia ediyorum, Oliver Kahn ve Ballack'ı kenarda tutarsak Almanya'nın sahip olabileceği en yetersiz ve vasıfsız oyunculara sahip olan kadronun bu başarısı neyse ki bir yanılsamaya yol açmadı ve bilhassa Euro 2004'te yaşanan fiyaskonun ardından A milli takım seviyesinde yeni bir yapının ateşi yakıldı.

Elbette her şey bir dokunuşla değişmedi. Altyapıya yapılan yatırımlar, milli takım kapılarının göçmen kökenli çocuklara açılması gibi devrimler, 2002'den çok önce başlayan bir sürecin 2006'da olgun bir ürün olarak sahnelenebilmesinin arka planını oluşturdu.  Bu ürün, Klinsmann-Löw ikilisinin önderliğinde 2006'da kendi ülkesinde sahneye çıktığında, sadece ilk 15-20 dakika dudaklardan "bu bildiğimiz Almanya değil" sözlerinin dökülmesine yetti. Almanya o kupada uyumlu kadro yapısı, tempolu oyunu, hızı, hücum varyasyonlarının çeşitliliği ile büyük beğeni topladı ancak yarı finalde Lippi'nin üstün İtalyan savunma makinesine takıldı.

2008 Avrupa Şampiyonası'ndan itibaren dünya futbolunda Barcelona merkezli pas futbolunun (tiki-taka) ulusal takımlar düzeyinde İspanya milli takımıyla tezahür eden hakimiyeti, Almanya'nın geri planda kalmasına yol açtı. Nitekim, Euro 2008 finalinde de 2010 Dünya Kupası yarı finalinde de İspanya'ya takıldılar. Esasında her iki turnuvada da İspanya'ya toslayana kadar göz kamaştıran büyüleyici performanslar sergilediler (2010 Çeyrek Finali'nde 4-0'lık Arjantin maçını hatırlayın). Euro 2012'de bu zinciri kırabilecek gibi görünüyorlardı fakat bu kez de canı oynamak isteyince durdurulması zor bir adam olan Balotelli'nin kariyer zirvesine kurban gittiler.

İspanya'nın dünya futbolundaki hakimiyeti birçoklarına göre bu Dünya Kupası'nda bitmiş olabilir, fakat bence temsil ettikleri pas futbolu giderek temposu düşen ve temposu düştükçe de zayıflayan bir "hasta adam" haline gelmişti ve esasında ölümün mukadder olduğu 2013'te Bayern Münih-Barcelona serisinde görülmüştü. O gün şöyle yazmışım:

"Bayern başka bir oyunun mümkün olabileceğini, kimi zaman iyice monotonlaşan pas futbolunun tahtının sallandığını gösterdi. Bundan sonra hızı güçle birleştirebilen hücum takımları dünya futboluna damga vuracak."

İspanya'nın durumu başka bir analiz konusu olsun. Almanya, bu kupada Cezayir maçı dışında her karşılaşmada istediğini rahatlıkla alabilir, işler zora girdiğinde alternatifleri bulabilir bir görüntü çizdi. Almanya'nın 7 maçının final dahil 4'ünde sonradan oyuna giren oyuncular gol attı (Bu anlamda Schürrle,  oynasaydı takımın en değerli oyuncusu olarak öne çıkabilecek Reus'un yokluğunda ekstra katkı verdi). Löw, denemeler yapmaktan çekinmediği gibi, beklendiği gibi yürümeyen tasarruflarından zamanında geri adım atmayı (Lahm'ın sağ beke çekilmesi gibi) bildi. En çok zorlanacaklarını tahmin ettiğim Fransa maçını da erken gol bulmalarının avantajıyla rahatlıkla istedikleri gibi şekillendirdiler.

Yarı finaldeki Brezilya maçı her türlü öngörüyü boşa çıkaracak kadar inanılmaz biçimde sonuçlandığı gibi her türlü maç sonu analizini de anlamsız kılacak kadar "acayip" bir maçtı. Brezilya'nın aşırı motivasyonu, dünyanın en üretken futbol ülkesine yakışmayacak ölçüde Neymar'a bağımlılıkları ve bu bağımlılığın seremoniye forma çıkartıp tribünde maske dağıtacak kadar şirazesinden kayması, Thiago Silva'nın yokluğunda savunmada yaşanan akıl tutulması gibi faktörler mağlubiyeti açıklayabilir ama 7 golü açıklamakta yetersiz kalıyor. Abartılı gelebilir ama Almanya ilk yarım saatte futbolu icat etmiş bir ülkenin futbolu hiç bilmeyen bir ülkeye oyunun nasıl oynandığına dair bir sunum yapması tadındaydı. Brezilya'nın yediği hiçbir gol savunmada boşluk varken, kontrada az adamla yakalandıklarında gelmedi. Tüm gollerde savunma hattı yerli yerindeydi ancak Almanya'nın üstün uyumu ve hızı karşısında çaresiz kaldılar. 



Güzel final

Final maçı ise gerçekten adına yakışır kalitedeydi. Arjantin, Brezilya maçını çok iyi analiz ederek özellikle göbekte Almanya'ya pozisyon vermemeyi hedefledi ve bunda da başarılı oldu. Takıma girdikten sonra savunma kalitesini birkaç gömlek arttıran Demichelis ile Garay ikilisinin önünde Arjantin'in kupadaki en başarılı oyuncusu Mascherano ve yanında Perez-Biglia ile kusursuz bir beşli blok oluşturdular. Kanatlarda da özellikle Zabaleta önceki maçların aksine hücuma da daha sık çıktığı halde (ki buradan da Almanya'nın zayıf karnının Höwedes ve ona yeterince yardım etmeyen Mesut'tan oluşan sol kanadı olduğunu tespit ettikleri görülüyor) turnuvanın kendi adına en iyi performansını ortaya koymasıyla Almanya'yı zor durumda bıraktılar.

Bu noktada Kramer'in sakatlığının ardından Löw, bir anlamda riskli ama akıllı bir hamleyle Schürrle'yi oyuna alarak sistemi 4-2-3-1'e çevirip oyunu kenarlara doğru genişletmenin yolunu aradı. Burada orta sahadaki ikilide Khedira'nın yokluğunda üzerine büyük yük binen Schweinsteiger tüm açıkları kapayarak, yukarıda da belirttiğim gibi yıldızlaştı.

Arjantin, sağlam savunmasıyla neredeyse hiç pozisyon vermeden oynarken zaman zaman çok etkili ataklar yaptı ve hatta birkaç gollük pozisyonu heba etti.  Bu pozisyonlarda aslında Lavezzi de driplingleriyle etkili oluyordu ama erken bir kararla oyundan alındı. Bu noktada Arjantin'in Di Maria'nın delici özelliklerini aradığını düşünüyorum. Almanya'nın geri düşmüş olması halinde bile maçı çevirebileceğine inanıyorum fakat saldırdığında savunmada açık veren bir takım olduklarından Arjantin golü bulsaydı maçın seyri değişebilirdi.  Nitekim Almanya boyunca sadece 1 kez, Gana maçında geriye düştü ve beraberliği yakalamayı bildi. Fakat o maçta skor 2-1 iken Gana'nın acemiliğiyle bazı net pozisyonları harcadığını hatırlamak gerek.

Almanya'nın çok büyük bir avantajı da "bu adama gol atamayız" hissini veren Neuer'e sahip olması. Final heyecanı da etkili olmuştur elbette ama Higuain ve Palacio'nun karşı karşıya kaçırdıkları çok net pozisyonlarda bunu da biraz hissettim.

Almanya ise maç boyunca etkili bir pres yaparak tempoyu belli aralıklar dışında yüksek tutmaya ve kaybettiği topları çabuk kazanmaya çalıştı. Burada uzatmaya doğru giderken, yorulan Klose'nin yerine oyunu tutmaktan ziyade hücum alanında ele avuca sığmaz tarzıyla hareketlilik getirecek Götze tercihi bunun bir göstergesiydi. Nitekim savunmanın bir anlık dalgınlığında zaferi getiren çok şık golü atmak ona nasip oldu.

Bir paragraf da Mesut Özil'e açarsak, çok iyi bir turnuva geçirmese de neden Löw'ün ondan vazgeçmediğini ayrıntılı biçimde düşünmek lazım. Almanya kupayı kaybetseydi, oyuncular arasında en ağır eleştiriyi onun alacağını tahmin etmek güç değil. Esasında kötü oynadı denemez ama fazlasıyla rahat, kendini zorlamayan ve sadece üstün teknik kapasitesine güvenerek sanki 1980'lerden esintiler sunan bir görüntü çizdi. Final maçının 2. yarısında sağ kanatta topu alıp biraz ayağında tuttuktan sonra yaya doğru Kroos'un önüne yuvarladığı pası hatırlayın mesela. Arjantin'in o bölgeden delindiği tek pozisyondu. Bence Mesut'un vazgeçilmez oluşunun anahtarı o pozisyonda. Makine düzeninde işleyen takımın, zaman zaman düzenin dışına çıkabilen tek parçası olduğu halde kolektif uyuma zarar vermediği için bu kadar kıymetli.

İki saattir yazıyoruz bir kere Messi demedik :) Olsun, Fifa ona ticari kaygılarla hak etmediği bir ödül bahşetti nasıl olsa. Grup sonrası üçü uzatmaya giden dört maçta toplam 450 dakikada bir hücum oyuncusu olarak gol atmadan 1 asistle, dünyanın en iyi oyuncusuna yakışır eşsiz bir performans sergiledi.

2002'den taşınan Klose, 2006'da sahneye çıkan Lahm-Schweinsteiger-Podolski, 2010'da eklenen Neuer-Boateng-Mesut-Khedira-Müller, 2014'te asli oyuncu haline gelen Kroos ve yanına ilave olan Hummels-Götze-Schürrle ve turnuvayı kaçıran Reus ile aslında tek bir jenarasyondan değil uyum içinde yenilenen bir altın çağdan bahsediyoruz. Almanya, sonuna kadar hak ettiği bu zaferi ve parlak görünen geleceği kutlamalı.

Yine de bitirirken, kupanın dünya futbolunun genel gidişatı hakkında umut verdiğini memnuniyetle vurgulamak istiyorum. Şu an için asli unsur hız olduğuna göre Almanya'nın işi bundan sonra daha da zor olacak. Örneğin Euro 2016'da genç kadrosu ve evsahibi avantajıyla şimdiden ciddi bir tehdit olacağı görünen Fransa'yı, kaliteli oyuncu grubunu yeni bir anlayışla harmanlayarak ayağa kalkma potansiyeli olan İspanya'yı, her zaman için pragmatik çözümler üretebilen ve hala Robben'e sahip olacak Hollanda'yı ve hatta geçtiğimiz sezon Liverpool'un fragmanlarını sunduğu hızlı hücum futbolunu sahneye koyma ihtimali olan İngiltere'yi bile hesaba katmak lazım. Yani kupanın ilk turundan sonra Avrupa futbolunu gömenleri mahcup edecek bir süreç izleyeceğiz gibi geliyor.


22 Haziran 2014 Pazar

Dünya Kupası yazıları: Almanya'ya erken uyarı

Dünya Kupası'nda gruplara dair yazılarda, G Grubu'nu 2. maçlar başlamadan önce yetiştiremedim ama bu Almanya'yı 2. kez izlememi sağladığı için daha doğru bir analiz yapabilme imkanı doğurdu.

Almanya, uzun yıllar boyunca özellikle bizden önceki kuşakların kahir çoğunluğunun nefret ettiği bir anlayışı temsil ederkeni 2006'da yaptığı kadro ve oyun anlayışı devrimiyle, heyecan ve seyir zevki vaat eden bir takıma dönüştü. Bunun karşılığını da esasen o kupadan bu yana her turnuvada ilk 4'e girmeyi başararak aldı ama artık herkes onlardan kupa bekliyor. Almanya'nın en son Dünya Kupası'ndan 24, Avrupa şampiyonluğundan ise 18 sene geçti ki bu Alman futbolu için çok uzun bir süre. Almanya, başarı için formülü bulmakla birlikte alternatifleri aramaktan, oyun anlayışını geliştirecek hamleler yapmaktan geri kalmadı ki bu turnuvada da onları benim gözümde birinci favori yapan temel etken kadro kalitesinin ötesinde alternatif zenginliği.

Alman futbolu, açık fikirli bir anlayışla gelişmeye ve zenginleşmeye açık. Guardiola'nın Bayern'e gelmesinin ardından Lahm'ın orta sahaya yerleşmesi, klasik santrfor kullanılmaması hep bu gelişme arzusunu gösteriyor. Portekiz'in kötü günündeki Ronaldo'ya fazla bağımlı bir takım olarak,  bir de erken 10 kişi kalmasıyla birlikte Almanya için ilk maç çok kolay göründü. Fakat Gana maçı aslında her şeyin dört dörtlük olmadığını gösterdi. Almanya'nın oyun sisteminde savunmadaki beklerin hücuma katkı sağlamaları şart ama Boateng ve Höwedes bunu yapabilecek türde oyuncular olarak görünmüyorlar (Schmelzer olsaydı çok şeyi değiştirebilirdi). Gana maçında 2. yarıda oyuna giren Mustafi'nin vasatın biraz üstü performansı bile fark yarattı. Bundan sonra muhtemelen Lahm da savunmanın kanadına çekilecektir. Almanya'da bir diğer sorun ise Mesut Özil'in geçen sezon Arsenal'de yaşadığı düşüşü devam ettiriyor görünmesi. Fakat dediğim gibi şu ana kadar kullanılmayan Draxler, Schürrle, Podoloski gibi oyuncuların varlığı; oyun sıkıştığında ceza sahası içi ustası Klose kozu Almanya'nın yolunun açık olduğunu gösteriyor. Çeyrek finale kadar sorun yaşamayacaklar gibi görünse de özellikle dün hızlı çıkan takımlara karşı kırılganlıklarını gördüğümüzde olası bir Fransa maçının çok zorlu geçeceği söylenebilir.

Portekiz, yukarıda da belirttiğim gibi Ronaldo'ya fazlasıyla bağımlı bir takım olarak hayal kırıklığı yarattı. Ronaldo gibi bir yıldızınız varsa burada yadırganacak bir şey yok ama takımda kimse inisiyatif almazsa, teknik direktör dersine yeterli çalışmamış ve özellikle hücum anlamında hiçbir taktik üretmemişsse, santrfor olarak Almeida'ya mecbur kalınmışsa ortaya hiç parlak bir tablo çıkmıyor. Portekiz'in aslında oyunu tamamen kendi lehine çevirecek kuvvetli, kavgacı, kaos futbolu oynayabilecek, oyunbozan bir orta saha kurgusu olabilir. Veloso ve Meireles'in yanına geçen sezon parlayan Carvalho kullanılıp kazanılan topları dağıtacak Moutinho'dan oluşan bir orta saha kurgusu ve serbest oynayacak bir Ronaldo ile diğer forvet oyuncusu tempolu bir hücum zenginliği getirebilir. Bento, böyle bir senaryo düşünüyor mu bilmiyorum ama Portekiz oyunu kabullenen ve "isyanı" sadece Ronaldo'ya bırakan anlayışını sürdürürse ABD önünde de işleri zor.

Gana, ilk iki maç sonrası bıraktığı olumlu izlenimle, eğer elenirse "yazık olacak" ifadesiyle anılmayı hak etti. Esasında Afrika takımlarının genel itibarıyla önceki turnuvalara göre ciddi anlamda gerilediği bir kupa izliyoruz. Afrika takımları için şu ana kadar 9 maçtaki tablo 2 galibiyet, 2 beraberlik, 5 mağlubiyet. Yine de Kamerun dışındakiler hala iddiasını sürdürüyor. Dünya Kupası düzeyinin altında olduğu görülen Kamerun'u bir kenara bırakırsak, Afrika takımları içinde Gana en hızlı ve en heyecan verici ama aynı zamanda da kolektif uyumu ve oyun disiplini en zayıf takım olarak göründü. Yedikleri goller, oyunu tutamamaları ve en etkili oldukları kontratak oyununda bile pas tercihlerinde ciddi hatalar yapmaları belki de Almanya'yı bile sarsacak bir oyun ortaya koyabilmelerine rağmen elenmelerine yol açacak.

ABD, kupanın en çok merak ettiğim takımlarından biriydi. Dünya Kupası'nın en erken golüyle öne geçtikleri maçta oyunu tutmayı genel itibarıyla başardılar, golü yer yemez de karşılığını verdiler.  ABD, hiçbir takıma kolay teslim olmayacak bir görüntü çiziyor. Klinsmann'ın bu takıma imzasını attığı, uyumlu ve karakterli bir takım oluşturabildiği görülse de oyunun kaderini değiştirebilecek, işler zora girdiğinde devreye girecek bir yıldızlarının olmaması son tahlilde onlara karşı Portekiz'in favori olduğunu gösteriyor. Bütün bunlara rağmen, Portekiz maçını kazanıp gruptan çıkmayı garantileme (hatta liderlik için bile avantaj elde etme) motivasyonu ve Portekiz'in mevcut ciddi sorunları bir sürprize imza atmalarını da sağlayabilir.

Tahmin: Almanya, Portekiz
Kilit adam: Moutinho (Ronaldo tek başına yetmeyeceği için)





More Sharing ServicesShare | Share on facebook Share on myspace Share on google Share on twitter



20 Haziran 2014 Cuma

Dünya Kupası yazıları: Gizli favori diye bir şey var mı?


Turnuvada ilk tur 2. maçları devam ederken İspanya ve İngiltere’nin yaşadıkları hayal kırıklığı, sürpriz unsurunun kupanın olmazsa olmazlarından birini teşkil ettiğini yeniden hatırlattı. E ve F gruplarında böyle bir sürpriz görülmeyecek gibi de olsa, yakından bakmakta fayda var.

 E Grubu:

İsviçre, gruplarda seri başı olan takımlar içinde hem en iddiasızı, hem de en şanslısı gibi görünüyor. Honduras ve Ekvator yerine Meksika ve Şili çekmiş olsalardı belki de son sırada kalacakları bir grupta, pek de iyi oynamadıkları maçta, son saniyede kendi kalelerindeki hücumu keserek Behrami’nin bireysel gayretiyle sürüklediği atakta buldukları golle 2.tur için en önemli rakiplerini yenerek büyük bir avantaj elde ettiler. İsviçre’yi genel olarak yeterince tempolu bulmadım, özellikle hücuma çıkarken çoğalmakta zorlanmaları ve ümitlerinin büyük çoğunluğunu bağladıkları Shaqiri’nin formsuzluğu dikkat çekiciydi. Yine de Drmiç-Mehmedi-Seferoviç üçlüsünden hangisi oynarsa oynasın farklı özellikleriyle rakiplerinin kilidini açabilme şansına sahip. Bugün Fransa karşısında beraberlik hedefiyle çıkacakları maçta tabir caizse rakibi uyutmaya çalışacaklar. Fransa için de tempoyu arttırma becerisine ne ölçüde sahip olduklarını gösteren iyi bir test olacak.

 
Ekvator, Güney Amerika takımları içinde en az “yıldız” oyuncu barındıran kadroya sahip olsa da birbirine uyumlu ve sağlam bir takım görüntüsü verdi. İlk maçı şanssız biçimde kaybetmiş olmaları gruptaki şanslarını iyice azalttı zira muhtemelen son maçta Fransa’yı yenmek zorunda olacaklar. Honduras’a göre daha teknik bir takım oldukları için onları yenebileceklerini düşünüyorum, elbette kuvvetli kaldıkları sürece.

 
Fransa, kupanın başında izleyiciler için en kafa karıştıcı takımlardan biriydi. Gençleştirilmiş bir omurga, kalburüstü bir savunma, çoğu takımda olmayan Pogba-Matuidi-Cabaye üçlüsü ve formda bir Benzema; Ribery’nin eksikliğine rağmen takımı ileriye taşımak için yetebilir gibi görünüyor aslında. Fakat yine de tam oturmayan bir şeyler olduğu görülüyor takımda. Turnuvanın yıldız adayı Pogba’nıni lk maçtaki verimsiz ve aşırı sinirli hali, Honduras 10 kişi kalana kadar kapalı savunmaya karşı pozisyon üretilmekte zorlanılması soru işaretleri doğurdu. Bu son bahisten hareketle, İsviçre onlara nereye kadar hayal kurabileceklerini gösterecek bir sınav olacak. Ribery’nin yokluğunda Griezmann gibi yetenekli bir ismin veya benzer oyuncuların çıkıp kendilerini yıldız statüsüne taşıyacak ekstra işler yapmaları önem taşıyor. Grup lideri olmak onlara çapraz eşleşmede avantajlı bir kura getirecek ve çeyrek finale taşıyacak gibi görünüyor. İşte o aşamada Almanya’yla baş edebilecekler mi, esas mesele bu.

 
Honduras, bu turnuvada futbolseverlerin beğenisini kazanan diğer CONCACAF takımları Meksika, ABD ve Kosta Rika’nın aksine sahada fizik gücü yüksek olmasının dışında fazla bir futbol artısı koyabilecek gibi görünmedi. Takımın genel olarak 2. tura inandıklarını da pek sanmıyorum ama bu akşam Ekvator karşısında tüm güçlerini ortaya koyup kazanmak hedefiyle sahaya çıkarlarsa keyifli bir maç izletebilirler.

 
Tahmin: Fransa, İsviçre
Kilit adam: Paul Pogba

 
F Grubu

Arjantin, bu grubun mutlak favorisi olduğu gibi turnuvanın Güney Amerika topraklarında oynanmasından dolayı final için doğal adaylardan biri. F Grubu’nu Arjantin ve diğerleri gibi tanımlayabiliriz ancak Arjantin’in ileriki aşamalara yürüyebilmesi için “Messi ve diğerleri” kimliğinin çok ötesine geçmeyi başarması lazım. Takıma baktığımızda bu düzey için yetersiz bir kaleci, orta karar bir savunma, renksiz bir orta saha ve rüya gibi bir hücum hattı görüyoruz. Bosna-Hersek karşısındaki performansları birçok açıdan aldatıcı olmuş olabilir. Şöyle ki, golü çok erken bulduktan sonra ilk maç olduğunu düşünerek oyunu forse etmemiş ve rölantide oynamayı tercih etmiş olabilirler. Fakat, bu durum bile bu kadar düşük bir tempoyu açıklayamaz. Messi’nin bu kupaya istekli ve fiziken olabildiğince hazır olarak geldiği görülüyor. Bu malzemeden Higuain gibi bir golcüyü efektif kullanacak, Agüero’yu değerlendirecek ve takımı ateşleyecek birinci isim olan Di Maria’dan verim alacak bir formül çıkarmak Sabella’nın işi. Sıradaki rakibin İran olması, galibiyetle rahatlamak için önemli bir şans. Arjantin’in biraz güvene ve bunun için de bol gollü bir galibiyete ihtiyacı var gibi görünüyor.

Bosna Hersek, turnuvaya ilk kez katılan genç bir ülkenin takımı olarak, sahadaki duruşları ve temsil ettikleri hücumcu futbol anlayışıyla şimdiden “sempati şampiyonu” unvanı için en ciddi aday. Aslında ilk kupada, böyle bir grup yakalamışken 2. Tura yükselme hedefleri de gayet makul. İlk maçta Arjantin önünde ezilmediler ama beklentilerin ötesinde bir ışık da gösteremediler. Misimoviç’in tekniğine lafım yok ama o tarz oyunculara da artık bu platformda yer yok bence. Ibiseviç-Dzeko gibi birbirini iyi tamamlayan bir forvet ikilisinin arkasında kanatları hızlı kullanan ortada da iyi pas yapan bir anlayış onların daha rahat başarılı olmalarını sağlayacaktır. Savunmaları ise sağlam gibi dursa da açık alanda yakalandıklarında zaaf gösterebilirler. Ayrıca Emenike gibi hareketli bir forvetin de başlarına bela olması olası. Son maçta İran’ı muhtemelen yenerler diye düşünsem de böyle pozitif oynayan ama yetersizlikleri olan bir takımı görünce Euro 96’daki Türkiye senaryosunun bir benzerinin yaşanmasından korkuyorum.

Nijerya ise şu ana kadar hayal kırıklığı yaşatan takımlar arasına adını yazdırmış durumda. İran’ın uyuşuk bir tempoyu dikte ettirmesine müsaade ettiler ve kupanın şu ana kadarki en sıkıcı maçına birlikte imza attılar. Nijerya’nın da esas sorunun orta sahadaki organizasyon eksikliği olduğu, yani o eski kupalardaki Okocha gibi bir ismin arandığı görülüyor. Obi Mikel iyi bir oyuncu olsa da bu liderliği gösterebilecek kapasitede değil. Nijerya, kendi kendini zor duruma soktuğu için, zaten grubun kilit maçı olabilecek Bosna Hersek maçı ölüm kalım meselesi haline geldi. Nijerya kazanmak zorunda olduğu maçta tempoyu yükseltmeye çalışırken bir yandan da kontra yememek için gayret sarf edecek. Esasen Nijerya’nın İran maçının tam tersi bir kimliği sergilemesi kadar, buna Bosna’nın cevap verip veremeyeceği de bir muamma. Ben son tahlilde yine de ibreyi biraz Nijerya’dan yana görüyorum.

 
İran, zayıf bir kadrosu olduğu için zaten iddialı değildi ama Nijerya maçında futbol adına ortaya olumlu bir şey koymakta zorlandılar. Yine de takım uyumu ve alan paylaşımları üst seviyede olduğu için, onları sert ve zor bir rakip olarak tanımlamak mümkün. Arjantin’e direnebilmeleri büyük sürpriz olur. O maç sonrasında da son şanslarını kullanmak için Bosna’yı yenmek zorunda olacaklar. İşte galibiyete ihtiyaç duyan böyle bir İran’ın nasıl oynayacağını çok merak ediyorum ben de.

 
Tahmin: Arjantin, Nijerya
Kilit adam: Di Maria (Messi varken başkası yazılamayacağı için onu klasman dışı tuttum)

 

 

19 Haziran 2014 Perşembe

Dünya Kupası yazıları: Farklı kimlikler


Dünya Kupası yazılarında sıra ilk maçlar sonrası, esasen en keyifli gruplar olduklarını düşündüğüm C ve D grupları hakkındaki yorumlarda.

C Grubu:

Kupa başlarken en çok merak ettiğim grup C Grubu'ydu. Çünkü dört takımın da farklı artı ve eksilere sahip, değişik futbol geleneklerini temsil eden ve hiçbirinin diğerini yenmesi sürpriz olmayacak

Kolombiya şu ana kadar izlediğim takımlar içinde en çok kafamı karıştıran ekiplerden biri oldu. Falcao'nun yokluğuyla sarsılacağını düşündüğümüz takım, bu kupada birçok takımda direkt 11'de rahatlıkla oynayacak Carlos Bacca, Jackson Martinez ve Adrian Ramos'u bile yedek oturtma lüksündeki bir hücum zenginliğine sahip.  Kupanın sürpriz yıldızlarından olacağını düşündüğüm Cuadrado'nun sağ kanattaki olağanüstü performansı, James Rodriguez'in "süper yıldız" olma yolundaki koşusu ve takımın hücum etkinliği ve hızı Yunanistan maçının beklenenden rahat kazanılmasını ve geleceğe umut ışıkları saçılmasını sağladı. Bundan sonra Kolombiya'yı daha dikkatli izleyeceğim. Eğer savunma dörtlüsü, özellikle de stoperler Zapata-Yepes, daha ciddi test edildiğinde sağlam durabilirlerse Kolombiya çeyrek finalde Brezilya'nın karşısına ciddi bir rakip olarak dikilebilir.

Yunanistan'ın, bu kupada yıllardır alıştığımız oyun anlayışının dışında görmeyi beklemiyordu. Fakat yine de özellikle hücumda daha etkili olabileceklerini tahmin ediyordum. Özellikle Mitroglu'nun, geçen sezonun ilk yarısındaki müthiş çıkışından sonra, kariyeri için yanlış olduğu anlaşılan Fulham transferinin ardından Dünya Kupası'nda yeni bir patlama yapabileceğine hala inanıyorum. Yunanistan, ilk maçı fazla ışık vermeden kaybederek gruptan çıkma şansını bir hayli zora soktu. Takımın ikilemi orta sahada pas trafiğini yönlendirmek için 37 yaşındaki Karagounis'in aklına ihtiyaç duyarken, onun oynadığı bir sistemde de gerekli hız ve temponun gerisinde kalması. Bu bağlamda, Japonya oyunu hızlandırdığı müddetçe Yunanistan'ı zorlayacaktır.

Fildişi Sahili, yıllardır Afrika'nın en parlak yıldızlarına, en iyi kadrosuna sahip olduğu halde elde edemediği başarıları, bu jenerasyonun son demlerinde özellikle Drogba'nın bir nevi jübile turnuvasında elde edebilecek mi? Drogba'nın varlığı önemli çünkü takım üzerindeki etkisi inanılmaz, Japonya maçında oyuna girer girmez heyecan getirdiği yadsınamaz. Onun yokluğunda bile her yıl kendini geliştiren Bony ve onu destekleyen Kalou-Gervinho ile göz alıcı bir hücum hattı var. Japonya maçında yıldızlaşan ve turnuvanın en iyi sağ beklerinden biri olarak görünen Aurier gibi isimler de büyük katkı sağlıyor. Fakat bu kupada Fildişi'nin ne kadar ileri gidebileceğini Yaya Toure'nin performansı; başka bir deyişle Fildişi'nin ne kadar Yaya Toure takımı olabileceği belirleyecek. Japonya maçını kazanarak gruptan çıkma yolunda büyük adım attıkları bir gerçek.

Japonya, geçen yılki Konfederasyon Kupası'ndan itibaren izlemesi en heyecan verici takımlardan biri oldu. Maçları hep yüksek tempoda, gollü ve bol aksiyonlu geçiyor. Hücum iştahı olan, Honda ve Kagawa gibi teknik kapasitesi yüksek oyuncuları barındıran kadro, aslında bir İtalyan hoca için beklenmedik biçimde her seferinde yediğinden fazlasını atmayı hedeflese de bunu bir türlü başaramıyor.

Tahmin: Kolombiya, Fildişi
Kilit adam: Cuadrado

D Grubu:


Uruguay’ın, çok kaliteli bir kadroya sahip olmasına rağmen, neden elemelerde bu kadar sıkıntı çekerek son anda kupaya gelebildiği önemli bir soru işaretiydi turnuva öncesinde. İlk maçlar itibariyle kupanın en büyük sürprizlerinden birini yaşayarak Kosta Rika’ya 3-1 mağlup olmaları, takımda sorunların beklenenden de ciddi olabileceğini gösteriyor. Maçı maalesef izleyemediğim için ayrıntılı yorum yapamıyorum fakat Uruguay’ın Kosta Rika’nın hızına çıkmakta zorlandığı ve oyundan düştüğü görülüyor. Bundan sonra işleri yoluna koymak için İlk maçta oynayamayan Suarez’in, geçen sezonun bir bölümünde gösterdiği olağanüstü performansı yakalaması şart. Cavani de benim çok beğendiğim ve dünyanın en iyilerinden bir olduğunu düşündüğüm bir santrfor fakat Uruguay’ın Suarez’deki “winner” karaktere ve “ne yapacağı bilinemez” havasına ihtiyacı var. Suarez’in İngiltere önündeki ekstra motivasyonu onların şansı.

Kosta Rika, kupaya rüya gibi bir başlangıç yapsa da esas sınav bu performansı İtalya ve İngiltere önünde ne kadar gösterebilecekleri olacak. Hızlı, fizik olarak kuvvetli ve kontratağa çok etkili çıkan bir takım oldukları görünüyor. İtalya maçını kaybetseler bile, son maçta İngiltere önüne her halükarda iddialı (hatta belki beraberlik yetecek bir konumda) çıkacak olmaları bile onları yabana atmamak için yeterli sebep ve bu sahnede kendini gösterecek ismi bilinmedik oyuncular için ekstra motivasyon kaynağı.

İtalya, sanki her turnuvada daralan kadrolarına ters orantılı olarak daha tehlikeli bir takım haline geliyor. Bunda kuşkusuz Prandelli’nin taktik dehası ve onun saha içindeki beyni, dünyanın belki de oyun zekası en yüksek futbolcusu Pirlo’nun rolü büyük. İngiltere önünde oyunu iyi kontrol eden, ne yaptığını bilen bir görüntü çizdiler. Bu turnuvadaki İtalya, belki önüne geleni ezerek gümbür gümbür gidecek bir hava vermiyor fakat hiçbir takım için de “İtalya’yı rahat geçerler” sözünü kullanmak olası değil. Hücum hattında alternatifleri genişletecek Immobile ve Insigne gibi oyunculardan alınacak ekstra katkı İtalya’yı daha da ileriye taşıyacak. İlk maçlarını kazanmaları büyük bir avantaj oldu. Muhtemelen grup lideri olacaklardır.

İngiltere ise bu turnuvada dünya futbolunda onu antipatik kılabilecek tüm unsurları bırakıp gelmiş sanki. Hudgson’ın geçen sezonki Liverpool’un taktik anlayışı üzerine oturttuğu takım,  bir nevi 2006’da Almanya’nın yaşattığı önyargı yıkımını hatırlattı. İngiltere, ilk maçı kaybetse bile gençliği, oyun iştahı ve hızıyla umut verdi. Uruguay, kazanmak zorunda olacağı bir maça çıkacağı için zorlanacaklar ama esasen kupanın belki de en tehlikeli kontratak takımı olarak bu onlar için bir avantaja dönüşebilir. Joe Hart hala tam olarak güven vermese bile yediğinden fazlasını atmaya meyyal bir takımda esas sorun Rooney’den alınacak performans. Onun geleneksel Dünya Kupası bahtsızlığını kırarak (9 maç 0 gol) ilk maçında golle başlayan Sturridge’e destek vermesi takımın ilerlemesi için elzem.

Tahmin: İtalya, İngiltere
Kilit adam: Luis Suarez






More Sharing ServicesShare | Share on facebook Share on myspace Share on google Share on twitter



18 Haziran 2014 Çarşamba

Dünya Kupası yazıları: Özlediğimize değiyor





Bizim gibi futbol tutkunlarının çift sayılı yılları iple çekmesi, özellikle de bir Dünya Kupası biter bitmez hemen yenisini düşlemeye başlaması boşuna değil. Çünkü hiçbir organizasyon bu kadar çok yıldızın bir araya geldiği, dünyanın her yanından farklı karakterlerde taraftar gruplarının renklerini sergilediği, mevcut yıldızların parlaklığı test edilirken, ismi çok az bilinen yeni yıldızların arzı endam ettiği bir futbol festivaline dönüşmüyor.

Hele bu festival, kuşkusuz futbolun hayatın her alanına nüfuz ettiği ve en renkli biçimde yaşandığı Brezilya'da olunca 2014 Dünya Kupası'ndan beklentiler de bir hayli arttı. Belki konuşmak için henüz erken ama ilk 6 gün futbol kalitesinin ve heyecanının bu yüksek beklentilerin de üzerine çıktığını görmek harika.

Bugün itibariyle 32 takımı da en az bir kez izlemiş bulunuyoruz. Elbette elemeler ve hazırlık dönemi de takımlar için fikir edinmek bakımından önemli göstergeler olsa da kupa atmosferinin bambaşka olduğu her maçta defalarca kendini kanıtlayan bir gerçeğe dönüştü. Detaya girmeden önce, kupanın gruplardaki ilk maçları sonrasında, en büyük favorinin Almanya olduğu yönündeki görüşüm daha da kuvvetlendi.

Fikstürü önüme alıp sanal bir kupa kurguladığımda bir tarafta Almanya-Brezilya diğer tarafta da Hollanda-Belçika ya da Hollanda-Arjantin yarı finali göreceğimizi düşünüyorum. Bu senaryoyu bozması muhtemel gelişme İspanya'nın grubu lider tamamlaması olabilirdi fakat Hollanda'nın ilk maçta benim gibi iyimser bakanların bile rüyasında göremeyeceği bir başlangıç yapması senaryoyu oturttu. Belçika'yı biraz abarttığımı düşünebilirsiniz ama her maç biraz daha tecrübe kazanıp streslerinin azalması onlara yarayacaktır. Örneğin bir Arjantin-Belçika çeyrek finalinde Arjantin üzerinde kazanma baskısı olacakken, Belçika zaten iyi bir noktaya gelmiş olmanın rahatlığıyla oynayacaktır. Buna rağmen, elinde Messi olan bir takıma herhangi bir maçta favori değil demek cesaret ister.

Bu yazıda A ve B gruplarına değinip, diğer gruplarla ilgili düşüncelerimi ilave yazılarda paylaşacağım.

A Grubu:

Brezilya, evsahibi olmasından, başta savunma hattı ve Neymar olmak üzere kadro kalitesinden ve de geçen yılki Konfederasyon Kupası performansından mütevellit kupanın doğal favorisi olarak görünüyordu. Ancak ilk iki maçtaki performansları bu işi o kadar da kolay olmayacağını gösteriyor. Takım tamamen Neymar odaklı bir şekilde kurgulanmış, (Uğur Meleke'nin deyimiyle Neymar+10) dolayısıyla onu kilitlediğinizde ileri gitmekte zorlanıyor. Fred ve Jo santrfor mevkii için yetersiz oyuncular (Örneğin Falcao'nun sakatlığına rağmen Bacca'yı yedek bırakan bir Kolombiya'nın zenginliğini düşünün), orta saha ihtiyaç olduğunda vites arttırıp tempo veremiyor. Yine de onlara gol atmak zor olduğu sürece bir şekilde kazanıp ilerlemenin yolunu bulacaklardır. Yine de 2002'deki gibi gümbür gümbür bir kupa yürüyüşü beklememek gerekir.

Meksika, beni en çok şaşırtan takım oldu. Geçen turnuvalara göre kadrosunun kağıt üzerinde zayıf durması bir yana, elemelerdeki berbat performansları gruptan çıkmalarının zor olduğunu düşündürüyordu. Şimdi 2 maçta gol yemeden 4 puan toplamış ve son maçında Hırvatistan'dan alacağı bir beraberlikle gruptan çıkacak bir takım var. Brezilya maçında Ochoa kurtarışlarıyla haklı kahraman oldu ama tüm defans hattı sağlam bir görüntü çiziyor. Bir varyasyonunu Van Gaal'in de kullandığı 5-3-2  dizilişi bu kupadan sonra iyice poüler olacak gibi. Meksika'da bu beşli savunmanın sağlam durmasının yanında, orta sahasının enerjik karakteriyle dikine oynayan ve oyunun belli bölümlerinde tempo arttırıp baskı kurabilen bir takım. Hırvatistan maçı çok keyifli olacak.

Hırvatistan, Brezilya önünde yeterince iyi bir görüntü vermese de puan bile koparabilirdi. Niko Kovac'ın ilk 11'inde defansif bir orta sahaya yer vermemesi (yani kendi tipinde bir oyuncuya) çok takdir edilesi bir hareket. Bu kupa, bu anlamda Modriç'in giderek büyük bir oyuncuya dönüşebileceğini de bize gösterebilir. Mandzukiç gibi her an gol tehdidi oluşturan bir oyuncunun dönüşü büyük avantaj. Kamerun'u geçerek Meksika'yla grup finali oynayacaklarını düşünüyorum.

Kamerun-Meksika maçının tamamını izleyemediğim için yeterince iyi analiz yapamayabilirim ama Kamerun kadrosunda ciddi anlamda bir hücum kısırlığı olduğu görülüyor. Eto'o bu anlamda bir şeyler yapma potansiyeli taşıyan tek oyuncu gibi duruyor. Hırvatistan'ı yenmek zorunda olmaları (son maçta Brezilya önüne şanslarını taşımak için) onları hızlı başlamak zorunda bırakacak ki bu da maçı keyifli hale getirecek.

Tahmin: Brezilya, Hırvatistan
Kilit adam: Luka Modriç

B Grubu:

Hollanda için ayrı bir yazı yazmak lazım ama önce Avustralya maçını da görmek lazım ki İspanya maçındaki rüyanın ne kadarına inanılabileceği anlaşılsın. Van Gaal, kalıpların dışına çıkmayı seven, elindeki malzemeyi kullanmayı çok iyi bilen ve sonuç odaklı bir hoca olarak kariyerinin zirvesini yaşıyor. Robben'i Van Persie ile 3-5-2'nin ileri ikilisinden biri olarak kullanmak, Sneijder'i en verimli olacağı pozisyonda değerlendirmek ve bu oyuncuların dışındaki hareketli ve tempolu 7 isimsiz isme her biri bir basketbol koçu gibi özenle çizilmiş setler üzerinden nakış gibi bir oyun oynatmak... Hollanda'nın kadrosu belki yıllardır olmadığı kadar dar görünse de şu anki moral durumları onları giderek daha güvenli hale getirecektir.

İspanya'nın moral durumu ise tam tersi bir seyir izliyor. Tarihin en iyi jenerasyonuyla yaptıkları futbol devrimiyle, katıldıkları son 3 büyük turnuvayı da başta sona üstünlüklerini kabul ettirerek kazanmanın güveniyle, Brezilya'ya da başlıca favorilerden biri olarak gelip ilk maçta, öne de geçtikten sonra, üstelik son Dünya Kupası finalindeki rakiplerinden 5 yemek kaldırması kolay değil. İspanya, çok tecrübeli ve karakterli oyunculardan kurulduğu için bu travmayı atlatabilirler, fakat tam tersi yeni bir darbe daha yemeleri durumunda 2002'deki Fransa gibi nakavt da olabilirler. Bu senaryoyu olumlu bir akışa yöneltmek için yapılması gereken oyun içinde farklı alternatifleri deneyebilmek. Şili, tek kelimeyle egzantirik olarak tanımlanabilecek, belli kalıplara çok sığmayan bir rakip olduğu için klasik oyunlarıyla zorlanabilirler. Yine de İspanya'nın bu kupadaki en kaliteli kadroya sahip olduğunu, 2010'da da gruptaki ilk maçı kaybettikten sonra kupaya yürüdüğünü hatırda tutmalı. Şili maçının, bu yürüyüşün başlangıcına dönüşme umudu var hala.

Şili, 2010'da Bielsa yönetiminde heyecan veren bir performans sergilemişti. Kadroda büyük değişimler yok, Vidal ve Alexis gibi isimler büyük yıldız statüsüne yükselmiş durumdalar sadece. Avustralya, yıllardır olmadığı kadar zayıf bir takım görüntüsü verdiği için bu maç Şili adına çok güvenilir bir test teşkil etmedi. Özellikle savunmada alan paylaşımını ve hızlı pas trafiğine karşı ne yapabileceklerini görmek lazım. Güney Amerika elemeleri çok gollü geçtiği için belki bir ölçü teşkil etmez ama 16 maçta 25 gol yiyen bir takımın en azından kuvvetli yönünün savunma olmadığı düşünülebilir. Ben son tahlilde İspanya'yı şanslı görüyorum.

Avustralya, az önce de söylediğim gibi kupanın kadro kalitesi olarak en zayıf ekiplerinden birisi. Şili karşısında yapabileceklerini yaptılar, çok da ezilmediler ama arada büyük bir kalite farkı vardı. Hollanda ve İspanya karşısında daha da zor durumda kalacaklar. Hele son maça kazanmak zorunda olarak çıkacak İspanya'ya karşı direnmeleri büyük sürpriz olur.

Tahmin: Hollanda, İspanya
Kilit adam: Louis van Gaal
    











More Sharing ServicesShare | Share on facebook Share on myspace Share on google Share on twitter