22 Haziran 2014 Pazar

Dünya Kupası yazıları: Almanya'ya erken uyarı

Dünya Kupası'nda gruplara dair yazılarda, G Grubu'nu 2. maçlar başlamadan önce yetiştiremedim ama bu Almanya'yı 2. kez izlememi sağladığı için daha doğru bir analiz yapabilme imkanı doğurdu.

Almanya, uzun yıllar boyunca özellikle bizden önceki kuşakların kahir çoğunluğunun nefret ettiği bir anlayışı temsil ederkeni 2006'da yaptığı kadro ve oyun anlayışı devrimiyle, heyecan ve seyir zevki vaat eden bir takıma dönüştü. Bunun karşılığını da esasen o kupadan bu yana her turnuvada ilk 4'e girmeyi başararak aldı ama artık herkes onlardan kupa bekliyor. Almanya'nın en son Dünya Kupası'ndan 24, Avrupa şampiyonluğundan ise 18 sene geçti ki bu Alman futbolu için çok uzun bir süre. Almanya, başarı için formülü bulmakla birlikte alternatifleri aramaktan, oyun anlayışını geliştirecek hamleler yapmaktan geri kalmadı ki bu turnuvada da onları benim gözümde birinci favori yapan temel etken kadro kalitesinin ötesinde alternatif zenginliği.

Alman futbolu, açık fikirli bir anlayışla gelişmeye ve zenginleşmeye açık. Guardiola'nın Bayern'e gelmesinin ardından Lahm'ın orta sahaya yerleşmesi, klasik santrfor kullanılmaması hep bu gelişme arzusunu gösteriyor. Portekiz'in kötü günündeki Ronaldo'ya fazla bağımlı bir takım olarak,  bir de erken 10 kişi kalmasıyla birlikte Almanya için ilk maç çok kolay göründü. Fakat Gana maçı aslında her şeyin dört dörtlük olmadığını gösterdi. Almanya'nın oyun sisteminde savunmadaki beklerin hücuma katkı sağlamaları şart ama Boateng ve Höwedes bunu yapabilecek türde oyuncular olarak görünmüyorlar (Schmelzer olsaydı çok şeyi değiştirebilirdi). Gana maçında 2. yarıda oyuna giren Mustafi'nin vasatın biraz üstü performansı bile fark yarattı. Bundan sonra muhtemelen Lahm da savunmanın kanadına çekilecektir. Almanya'da bir diğer sorun ise Mesut Özil'in geçen sezon Arsenal'de yaşadığı düşüşü devam ettiriyor görünmesi. Fakat dediğim gibi şu ana kadar kullanılmayan Draxler, Schürrle, Podoloski gibi oyuncuların varlığı; oyun sıkıştığında ceza sahası içi ustası Klose kozu Almanya'nın yolunun açık olduğunu gösteriyor. Çeyrek finale kadar sorun yaşamayacaklar gibi görünse de özellikle dün hızlı çıkan takımlara karşı kırılganlıklarını gördüğümüzde olası bir Fransa maçının çok zorlu geçeceği söylenebilir.

Portekiz, yukarıda da belirttiğim gibi Ronaldo'ya fazlasıyla bağımlı bir takım olarak hayal kırıklığı yarattı. Ronaldo gibi bir yıldızınız varsa burada yadırganacak bir şey yok ama takımda kimse inisiyatif almazsa, teknik direktör dersine yeterli çalışmamış ve özellikle hücum anlamında hiçbir taktik üretmemişsse, santrfor olarak Almeida'ya mecbur kalınmışsa ortaya hiç parlak bir tablo çıkmıyor. Portekiz'in aslında oyunu tamamen kendi lehine çevirecek kuvvetli, kavgacı, kaos futbolu oynayabilecek, oyunbozan bir orta saha kurgusu olabilir. Veloso ve Meireles'in yanına geçen sezon parlayan Carvalho kullanılıp kazanılan topları dağıtacak Moutinho'dan oluşan bir orta saha kurgusu ve serbest oynayacak bir Ronaldo ile diğer forvet oyuncusu tempolu bir hücum zenginliği getirebilir. Bento, böyle bir senaryo düşünüyor mu bilmiyorum ama Portekiz oyunu kabullenen ve "isyanı" sadece Ronaldo'ya bırakan anlayışını sürdürürse ABD önünde de işleri zor.

Gana, ilk iki maç sonrası bıraktığı olumlu izlenimle, eğer elenirse "yazık olacak" ifadesiyle anılmayı hak etti. Esasında Afrika takımlarının genel itibarıyla önceki turnuvalara göre ciddi anlamda gerilediği bir kupa izliyoruz. Afrika takımları için şu ana kadar 9 maçtaki tablo 2 galibiyet, 2 beraberlik, 5 mağlubiyet. Yine de Kamerun dışındakiler hala iddiasını sürdürüyor. Dünya Kupası düzeyinin altında olduğu görülen Kamerun'u bir kenara bırakırsak, Afrika takımları içinde Gana en hızlı ve en heyecan verici ama aynı zamanda da kolektif uyumu ve oyun disiplini en zayıf takım olarak göründü. Yedikleri goller, oyunu tutamamaları ve en etkili oldukları kontratak oyununda bile pas tercihlerinde ciddi hatalar yapmaları belki de Almanya'yı bile sarsacak bir oyun ortaya koyabilmelerine rağmen elenmelerine yol açacak.

ABD, kupanın en çok merak ettiğim takımlarından biriydi. Dünya Kupası'nın en erken golüyle öne geçtikleri maçta oyunu tutmayı genel itibarıyla başardılar, golü yer yemez de karşılığını verdiler.  ABD, hiçbir takıma kolay teslim olmayacak bir görüntü çiziyor. Klinsmann'ın bu takıma imzasını attığı, uyumlu ve karakterli bir takım oluşturabildiği görülse de oyunun kaderini değiştirebilecek, işler zora girdiğinde devreye girecek bir yıldızlarının olmaması son tahlilde onlara karşı Portekiz'in favori olduğunu gösteriyor. Bütün bunlara rağmen, Portekiz maçını kazanıp gruptan çıkmayı garantileme (hatta liderlik için bile avantaj elde etme) motivasyonu ve Portekiz'in mevcut ciddi sorunları bir sürprize imza atmalarını da sağlayabilir.

Tahmin: Almanya, Portekiz
Kilit adam: Moutinho (Ronaldo tek başına yetmeyeceği için)





More Sharing ServicesShare | Share on facebook Share on myspace Share on google Share on twitter



20 Haziran 2014 Cuma

Dünya Kupası yazıları: Gizli favori diye bir şey var mı?


Turnuvada ilk tur 2. maçları devam ederken İspanya ve İngiltere’nin yaşadıkları hayal kırıklığı, sürpriz unsurunun kupanın olmazsa olmazlarından birini teşkil ettiğini yeniden hatırlattı. E ve F gruplarında böyle bir sürpriz görülmeyecek gibi de olsa, yakından bakmakta fayda var.

 E Grubu:

İsviçre, gruplarda seri başı olan takımlar içinde hem en iddiasızı, hem de en şanslısı gibi görünüyor. Honduras ve Ekvator yerine Meksika ve Şili çekmiş olsalardı belki de son sırada kalacakları bir grupta, pek de iyi oynamadıkları maçta, son saniyede kendi kalelerindeki hücumu keserek Behrami’nin bireysel gayretiyle sürüklediği atakta buldukları golle 2.tur için en önemli rakiplerini yenerek büyük bir avantaj elde ettiler. İsviçre’yi genel olarak yeterince tempolu bulmadım, özellikle hücuma çıkarken çoğalmakta zorlanmaları ve ümitlerinin büyük çoğunluğunu bağladıkları Shaqiri’nin formsuzluğu dikkat çekiciydi. Yine de Drmiç-Mehmedi-Seferoviç üçlüsünden hangisi oynarsa oynasın farklı özellikleriyle rakiplerinin kilidini açabilme şansına sahip. Bugün Fransa karşısında beraberlik hedefiyle çıkacakları maçta tabir caizse rakibi uyutmaya çalışacaklar. Fransa için de tempoyu arttırma becerisine ne ölçüde sahip olduklarını gösteren iyi bir test olacak.

 
Ekvator, Güney Amerika takımları içinde en az “yıldız” oyuncu barındıran kadroya sahip olsa da birbirine uyumlu ve sağlam bir takım görüntüsü verdi. İlk maçı şanssız biçimde kaybetmiş olmaları gruptaki şanslarını iyice azalttı zira muhtemelen son maçta Fransa’yı yenmek zorunda olacaklar. Honduras’a göre daha teknik bir takım oldukları için onları yenebileceklerini düşünüyorum, elbette kuvvetli kaldıkları sürece.

 
Fransa, kupanın başında izleyiciler için en kafa karıştıcı takımlardan biriydi. Gençleştirilmiş bir omurga, kalburüstü bir savunma, çoğu takımda olmayan Pogba-Matuidi-Cabaye üçlüsü ve formda bir Benzema; Ribery’nin eksikliğine rağmen takımı ileriye taşımak için yetebilir gibi görünüyor aslında. Fakat yine de tam oturmayan bir şeyler olduğu görülüyor takımda. Turnuvanın yıldız adayı Pogba’nıni lk maçtaki verimsiz ve aşırı sinirli hali, Honduras 10 kişi kalana kadar kapalı savunmaya karşı pozisyon üretilmekte zorlanılması soru işaretleri doğurdu. Bu son bahisten hareketle, İsviçre onlara nereye kadar hayal kurabileceklerini gösterecek bir sınav olacak. Ribery’nin yokluğunda Griezmann gibi yetenekli bir ismin veya benzer oyuncuların çıkıp kendilerini yıldız statüsüne taşıyacak ekstra işler yapmaları önem taşıyor. Grup lideri olmak onlara çapraz eşleşmede avantajlı bir kura getirecek ve çeyrek finale taşıyacak gibi görünüyor. İşte o aşamada Almanya’yla baş edebilecekler mi, esas mesele bu.

 
Honduras, bu turnuvada futbolseverlerin beğenisini kazanan diğer CONCACAF takımları Meksika, ABD ve Kosta Rika’nın aksine sahada fizik gücü yüksek olmasının dışında fazla bir futbol artısı koyabilecek gibi görünmedi. Takımın genel olarak 2. tura inandıklarını da pek sanmıyorum ama bu akşam Ekvator karşısında tüm güçlerini ortaya koyup kazanmak hedefiyle sahaya çıkarlarsa keyifli bir maç izletebilirler.

 
Tahmin: Fransa, İsviçre
Kilit adam: Paul Pogba

 
F Grubu

Arjantin, bu grubun mutlak favorisi olduğu gibi turnuvanın Güney Amerika topraklarında oynanmasından dolayı final için doğal adaylardan biri. F Grubu’nu Arjantin ve diğerleri gibi tanımlayabiliriz ancak Arjantin’in ileriki aşamalara yürüyebilmesi için “Messi ve diğerleri” kimliğinin çok ötesine geçmeyi başarması lazım. Takıma baktığımızda bu düzey için yetersiz bir kaleci, orta karar bir savunma, renksiz bir orta saha ve rüya gibi bir hücum hattı görüyoruz. Bosna-Hersek karşısındaki performansları birçok açıdan aldatıcı olmuş olabilir. Şöyle ki, golü çok erken bulduktan sonra ilk maç olduğunu düşünerek oyunu forse etmemiş ve rölantide oynamayı tercih etmiş olabilirler. Fakat, bu durum bile bu kadar düşük bir tempoyu açıklayamaz. Messi’nin bu kupaya istekli ve fiziken olabildiğince hazır olarak geldiği görülüyor. Bu malzemeden Higuain gibi bir golcüyü efektif kullanacak, Agüero’yu değerlendirecek ve takımı ateşleyecek birinci isim olan Di Maria’dan verim alacak bir formül çıkarmak Sabella’nın işi. Sıradaki rakibin İran olması, galibiyetle rahatlamak için önemli bir şans. Arjantin’in biraz güvene ve bunun için de bol gollü bir galibiyete ihtiyacı var gibi görünüyor.

Bosna Hersek, turnuvaya ilk kez katılan genç bir ülkenin takımı olarak, sahadaki duruşları ve temsil ettikleri hücumcu futbol anlayışıyla şimdiden “sempati şampiyonu” unvanı için en ciddi aday. Aslında ilk kupada, böyle bir grup yakalamışken 2. Tura yükselme hedefleri de gayet makul. İlk maçta Arjantin önünde ezilmediler ama beklentilerin ötesinde bir ışık da gösteremediler. Misimoviç’in tekniğine lafım yok ama o tarz oyunculara da artık bu platformda yer yok bence. Ibiseviç-Dzeko gibi birbirini iyi tamamlayan bir forvet ikilisinin arkasında kanatları hızlı kullanan ortada da iyi pas yapan bir anlayış onların daha rahat başarılı olmalarını sağlayacaktır. Savunmaları ise sağlam gibi dursa da açık alanda yakalandıklarında zaaf gösterebilirler. Ayrıca Emenike gibi hareketli bir forvetin de başlarına bela olması olası. Son maçta İran’ı muhtemelen yenerler diye düşünsem de böyle pozitif oynayan ama yetersizlikleri olan bir takımı görünce Euro 96’daki Türkiye senaryosunun bir benzerinin yaşanmasından korkuyorum.

Nijerya ise şu ana kadar hayal kırıklığı yaşatan takımlar arasına adını yazdırmış durumda. İran’ın uyuşuk bir tempoyu dikte ettirmesine müsaade ettiler ve kupanın şu ana kadarki en sıkıcı maçına birlikte imza attılar. Nijerya’nın da esas sorunun orta sahadaki organizasyon eksikliği olduğu, yani o eski kupalardaki Okocha gibi bir ismin arandığı görülüyor. Obi Mikel iyi bir oyuncu olsa da bu liderliği gösterebilecek kapasitede değil. Nijerya, kendi kendini zor duruma soktuğu için, zaten grubun kilit maçı olabilecek Bosna Hersek maçı ölüm kalım meselesi haline geldi. Nijerya kazanmak zorunda olduğu maçta tempoyu yükseltmeye çalışırken bir yandan da kontra yememek için gayret sarf edecek. Esasen Nijerya’nın İran maçının tam tersi bir kimliği sergilemesi kadar, buna Bosna’nın cevap verip veremeyeceği de bir muamma. Ben son tahlilde yine de ibreyi biraz Nijerya’dan yana görüyorum.

 
İran, zayıf bir kadrosu olduğu için zaten iddialı değildi ama Nijerya maçında futbol adına ortaya olumlu bir şey koymakta zorlandılar. Yine de takım uyumu ve alan paylaşımları üst seviyede olduğu için, onları sert ve zor bir rakip olarak tanımlamak mümkün. Arjantin’e direnebilmeleri büyük sürpriz olur. O maç sonrasında da son şanslarını kullanmak için Bosna’yı yenmek zorunda olacaklar. İşte galibiyete ihtiyaç duyan böyle bir İran’ın nasıl oynayacağını çok merak ediyorum ben de.

 
Tahmin: Arjantin, Nijerya
Kilit adam: Di Maria (Messi varken başkası yazılamayacağı için onu klasman dışı tuttum)

 

 

19 Haziran 2014 Perşembe

Dünya Kupası yazıları: Farklı kimlikler


Dünya Kupası yazılarında sıra ilk maçlar sonrası, esasen en keyifli gruplar olduklarını düşündüğüm C ve D grupları hakkındaki yorumlarda.

C Grubu:

Kupa başlarken en çok merak ettiğim grup C Grubu'ydu. Çünkü dört takımın da farklı artı ve eksilere sahip, değişik futbol geleneklerini temsil eden ve hiçbirinin diğerini yenmesi sürpriz olmayacak

Kolombiya şu ana kadar izlediğim takımlar içinde en çok kafamı karıştıran ekiplerden biri oldu. Falcao'nun yokluğuyla sarsılacağını düşündüğümüz takım, bu kupada birçok takımda direkt 11'de rahatlıkla oynayacak Carlos Bacca, Jackson Martinez ve Adrian Ramos'u bile yedek oturtma lüksündeki bir hücum zenginliğine sahip.  Kupanın sürpriz yıldızlarından olacağını düşündüğüm Cuadrado'nun sağ kanattaki olağanüstü performansı, James Rodriguez'in "süper yıldız" olma yolundaki koşusu ve takımın hücum etkinliği ve hızı Yunanistan maçının beklenenden rahat kazanılmasını ve geleceğe umut ışıkları saçılmasını sağladı. Bundan sonra Kolombiya'yı daha dikkatli izleyeceğim. Eğer savunma dörtlüsü, özellikle de stoperler Zapata-Yepes, daha ciddi test edildiğinde sağlam durabilirlerse Kolombiya çeyrek finalde Brezilya'nın karşısına ciddi bir rakip olarak dikilebilir.

Yunanistan'ın, bu kupada yıllardır alıştığımız oyun anlayışının dışında görmeyi beklemiyordu. Fakat yine de özellikle hücumda daha etkili olabileceklerini tahmin ediyordum. Özellikle Mitroglu'nun, geçen sezonun ilk yarısındaki müthiş çıkışından sonra, kariyeri için yanlış olduğu anlaşılan Fulham transferinin ardından Dünya Kupası'nda yeni bir patlama yapabileceğine hala inanıyorum. Yunanistan, ilk maçı fazla ışık vermeden kaybederek gruptan çıkma şansını bir hayli zora soktu. Takımın ikilemi orta sahada pas trafiğini yönlendirmek için 37 yaşındaki Karagounis'in aklına ihtiyaç duyarken, onun oynadığı bir sistemde de gerekli hız ve temponun gerisinde kalması. Bu bağlamda, Japonya oyunu hızlandırdığı müddetçe Yunanistan'ı zorlayacaktır.

Fildişi Sahili, yıllardır Afrika'nın en parlak yıldızlarına, en iyi kadrosuna sahip olduğu halde elde edemediği başarıları, bu jenerasyonun son demlerinde özellikle Drogba'nın bir nevi jübile turnuvasında elde edebilecek mi? Drogba'nın varlığı önemli çünkü takım üzerindeki etkisi inanılmaz, Japonya maçında oyuna girer girmez heyecan getirdiği yadsınamaz. Onun yokluğunda bile her yıl kendini geliştiren Bony ve onu destekleyen Kalou-Gervinho ile göz alıcı bir hücum hattı var. Japonya maçında yıldızlaşan ve turnuvanın en iyi sağ beklerinden biri olarak görünen Aurier gibi isimler de büyük katkı sağlıyor. Fakat bu kupada Fildişi'nin ne kadar ileri gidebileceğini Yaya Toure'nin performansı; başka bir deyişle Fildişi'nin ne kadar Yaya Toure takımı olabileceği belirleyecek. Japonya maçını kazanarak gruptan çıkma yolunda büyük adım attıkları bir gerçek.

Japonya, geçen yılki Konfederasyon Kupası'ndan itibaren izlemesi en heyecan verici takımlardan biri oldu. Maçları hep yüksek tempoda, gollü ve bol aksiyonlu geçiyor. Hücum iştahı olan, Honda ve Kagawa gibi teknik kapasitesi yüksek oyuncuları barındıran kadro, aslında bir İtalyan hoca için beklenmedik biçimde her seferinde yediğinden fazlasını atmayı hedeflese de bunu bir türlü başaramıyor.

Tahmin: Kolombiya, Fildişi
Kilit adam: Cuadrado

D Grubu:


Uruguay’ın, çok kaliteli bir kadroya sahip olmasına rağmen, neden elemelerde bu kadar sıkıntı çekerek son anda kupaya gelebildiği önemli bir soru işaretiydi turnuva öncesinde. İlk maçlar itibariyle kupanın en büyük sürprizlerinden birini yaşayarak Kosta Rika’ya 3-1 mağlup olmaları, takımda sorunların beklenenden de ciddi olabileceğini gösteriyor. Maçı maalesef izleyemediğim için ayrıntılı yorum yapamıyorum fakat Uruguay’ın Kosta Rika’nın hızına çıkmakta zorlandığı ve oyundan düştüğü görülüyor. Bundan sonra işleri yoluna koymak için İlk maçta oynayamayan Suarez’in, geçen sezonun bir bölümünde gösterdiği olağanüstü performansı yakalaması şart. Cavani de benim çok beğendiğim ve dünyanın en iyilerinden bir olduğunu düşündüğüm bir santrfor fakat Uruguay’ın Suarez’deki “winner” karaktere ve “ne yapacağı bilinemez” havasına ihtiyacı var. Suarez’in İngiltere önündeki ekstra motivasyonu onların şansı.

Kosta Rika, kupaya rüya gibi bir başlangıç yapsa da esas sınav bu performansı İtalya ve İngiltere önünde ne kadar gösterebilecekleri olacak. Hızlı, fizik olarak kuvvetli ve kontratağa çok etkili çıkan bir takım oldukları görünüyor. İtalya maçını kaybetseler bile, son maçta İngiltere önüne her halükarda iddialı (hatta belki beraberlik yetecek bir konumda) çıkacak olmaları bile onları yabana atmamak için yeterli sebep ve bu sahnede kendini gösterecek ismi bilinmedik oyuncular için ekstra motivasyon kaynağı.

İtalya, sanki her turnuvada daralan kadrolarına ters orantılı olarak daha tehlikeli bir takım haline geliyor. Bunda kuşkusuz Prandelli’nin taktik dehası ve onun saha içindeki beyni, dünyanın belki de oyun zekası en yüksek futbolcusu Pirlo’nun rolü büyük. İngiltere önünde oyunu iyi kontrol eden, ne yaptığını bilen bir görüntü çizdiler. Bu turnuvadaki İtalya, belki önüne geleni ezerek gümbür gümbür gidecek bir hava vermiyor fakat hiçbir takım için de “İtalya’yı rahat geçerler” sözünü kullanmak olası değil. Hücum hattında alternatifleri genişletecek Immobile ve Insigne gibi oyunculardan alınacak ekstra katkı İtalya’yı daha da ileriye taşıyacak. İlk maçlarını kazanmaları büyük bir avantaj oldu. Muhtemelen grup lideri olacaklardır.

İngiltere ise bu turnuvada dünya futbolunda onu antipatik kılabilecek tüm unsurları bırakıp gelmiş sanki. Hudgson’ın geçen sezonki Liverpool’un taktik anlayışı üzerine oturttuğu takım,  bir nevi 2006’da Almanya’nın yaşattığı önyargı yıkımını hatırlattı. İngiltere, ilk maçı kaybetse bile gençliği, oyun iştahı ve hızıyla umut verdi. Uruguay, kazanmak zorunda olacağı bir maça çıkacağı için zorlanacaklar ama esasen kupanın belki de en tehlikeli kontratak takımı olarak bu onlar için bir avantaja dönüşebilir. Joe Hart hala tam olarak güven vermese bile yediğinden fazlasını atmaya meyyal bir takımda esas sorun Rooney’den alınacak performans. Onun geleneksel Dünya Kupası bahtsızlığını kırarak (9 maç 0 gol) ilk maçında golle başlayan Sturridge’e destek vermesi takımın ilerlemesi için elzem.

Tahmin: İtalya, İngiltere
Kilit adam: Luis Suarez






More Sharing ServicesShare | Share on facebook Share on myspace Share on google Share on twitter



18 Haziran 2014 Çarşamba

Dünya Kupası yazıları: Özlediğimize değiyor





Bizim gibi futbol tutkunlarının çift sayılı yılları iple çekmesi, özellikle de bir Dünya Kupası biter bitmez hemen yenisini düşlemeye başlaması boşuna değil. Çünkü hiçbir organizasyon bu kadar çok yıldızın bir araya geldiği, dünyanın her yanından farklı karakterlerde taraftar gruplarının renklerini sergilediği, mevcut yıldızların parlaklığı test edilirken, ismi çok az bilinen yeni yıldızların arzı endam ettiği bir futbol festivaline dönüşmüyor.

Hele bu festival, kuşkusuz futbolun hayatın her alanına nüfuz ettiği ve en renkli biçimde yaşandığı Brezilya'da olunca 2014 Dünya Kupası'ndan beklentiler de bir hayli arttı. Belki konuşmak için henüz erken ama ilk 6 gün futbol kalitesinin ve heyecanının bu yüksek beklentilerin de üzerine çıktığını görmek harika.

Bugün itibariyle 32 takımı da en az bir kez izlemiş bulunuyoruz. Elbette elemeler ve hazırlık dönemi de takımlar için fikir edinmek bakımından önemli göstergeler olsa da kupa atmosferinin bambaşka olduğu her maçta defalarca kendini kanıtlayan bir gerçeğe dönüştü. Detaya girmeden önce, kupanın gruplardaki ilk maçları sonrasında, en büyük favorinin Almanya olduğu yönündeki görüşüm daha da kuvvetlendi.

Fikstürü önüme alıp sanal bir kupa kurguladığımda bir tarafta Almanya-Brezilya diğer tarafta da Hollanda-Belçika ya da Hollanda-Arjantin yarı finali göreceğimizi düşünüyorum. Bu senaryoyu bozması muhtemel gelişme İspanya'nın grubu lider tamamlaması olabilirdi fakat Hollanda'nın ilk maçta benim gibi iyimser bakanların bile rüyasında göremeyeceği bir başlangıç yapması senaryoyu oturttu. Belçika'yı biraz abarttığımı düşünebilirsiniz ama her maç biraz daha tecrübe kazanıp streslerinin azalması onlara yarayacaktır. Örneğin bir Arjantin-Belçika çeyrek finalinde Arjantin üzerinde kazanma baskısı olacakken, Belçika zaten iyi bir noktaya gelmiş olmanın rahatlığıyla oynayacaktır. Buna rağmen, elinde Messi olan bir takıma herhangi bir maçta favori değil demek cesaret ister.

Bu yazıda A ve B gruplarına değinip, diğer gruplarla ilgili düşüncelerimi ilave yazılarda paylaşacağım.

A Grubu:

Brezilya, evsahibi olmasından, başta savunma hattı ve Neymar olmak üzere kadro kalitesinden ve de geçen yılki Konfederasyon Kupası performansından mütevellit kupanın doğal favorisi olarak görünüyordu. Ancak ilk iki maçtaki performansları bu işi o kadar da kolay olmayacağını gösteriyor. Takım tamamen Neymar odaklı bir şekilde kurgulanmış, (Uğur Meleke'nin deyimiyle Neymar+10) dolayısıyla onu kilitlediğinizde ileri gitmekte zorlanıyor. Fred ve Jo santrfor mevkii için yetersiz oyuncular (Örneğin Falcao'nun sakatlığına rağmen Bacca'yı yedek bırakan bir Kolombiya'nın zenginliğini düşünün), orta saha ihtiyaç olduğunda vites arttırıp tempo veremiyor. Yine de onlara gol atmak zor olduğu sürece bir şekilde kazanıp ilerlemenin yolunu bulacaklardır. Yine de 2002'deki gibi gümbür gümbür bir kupa yürüyüşü beklememek gerekir.

Meksika, beni en çok şaşırtan takım oldu. Geçen turnuvalara göre kadrosunun kağıt üzerinde zayıf durması bir yana, elemelerdeki berbat performansları gruptan çıkmalarının zor olduğunu düşündürüyordu. Şimdi 2 maçta gol yemeden 4 puan toplamış ve son maçında Hırvatistan'dan alacağı bir beraberlikle gruptan çıkacak bir takım var. Brezilya maçında Ochoa kurtarışlarıyla haklı kahraman oldu ama tüm defans hattı sağlam bir görüntü çiziyor. Bir varyasyonunu Van Gaal'in de kullandığı 5-3-2  dizilişi bu kupadan sonra iyice poüler olacak gibi. Meksika'da bu beşli savunmanın sağlam durmasının yanında, orta sahasının enerjik karakteriyle dikine oynayan ve oyunun belli bölümlerinde tempo arttırıp baskı kurabilen bir takım. Hırvatistan maçı çok keyifli olacak.

Hırvatistan, Brezilya önünde yeterince iyi bir görüntü vermese de puan bile koparabilirdi. Niko Kovac'ın ilk 11'inde defansif bir orta sahaya yer vermemesi (yani kendi tipinde bir oyuncuya) çok takdir edilesi bir hareket. Bu kupa, bu anlamda Modriç'in giderek büyük bir oyuncuya dönüşebileceğini de bize gösterebilir. Mandzukiç gibi her an gol tehdidi oluşturan bir oyuncunun dönüşü büyük avantaj. Kamerun'u geçerek Meksika'yla grup finali oynayacaklarını düşünüyorum.

Kamerun-Meksika maçının tamamını izleyemediğim için yeterince iyi analiz yapamayabilirim ama Kamerun kadrosunda ciddi anlamda bir hücum kısırlığı olduğu görülüyor. Eto'o bu anlamda bir şeyler yapma potansiyeli taşıyan tek oyuncu gibi duruyor. Hırvatistan'ı yenmek zorunda olmaları (son maçta Brezilya önüne şanslarını taşımak için) onları hızlı başlamak zorunda bırakacak ki bu da maçı keyifli hale getirecek.

Tahmin: Brezilya, Hırvatistan
Kilit adam: Luka Modriç

B Grubu:

Hollanda için ayrı bir yazı yazmak lazım ama önce Avustralya maçını da görmek lazım ki İspanya maçındaki rüyanın ne kadarına inanılabileceği anlaşılsın. Van Gaal, kalıpların dışına çıkmayı seven, elindeki malzemeyi kullanmayı çok iyi bilen ve sonuç odaklı bir hoca olarak kariyerinin zirvesini yaşıyor. Robben'i Van Persie ile 3-5-2'nin ileri ikilisinden biri olarak kullanmak, Sneijder'i en verimli olacağı pozisyonda değerlendirmek ve bu oyuncuların dışındaki hareketli ve tempolu 7 isimsiz isme her biri bir basketbol koçu gibi özenle çizilmiş setler üzerinden nakış gibi bir oyun oynatmak... Hollanda'nın kadrosu belki yıllardır olmadığı kadar dar görünse de şu anki moral durumları onları giderek daha güvenli hale getirecektir.

İspanya'nın moral durumu ise tam tersi bir seyir izliyor. Tarihin en iyi jenerasyonuyla yaptıkları futbol devrimiyle, katıldıkları son 3 büyük turnuvayı da başta sona üstünlüklerini kabul ettirerek kazanmanın güveniyle, Brezilya'ya da başlıca favorilerden biri olarak gelip ilk maçta, öne de geçtikten sonra, üstelik son Dünya Kupası finalindeki rakiplerinden 5 yemek kaldırması kolay değil. İspanya, çok tecrübeli ve karakterli oyunculardan kurulduğu için bu travmayı atlatabilirler, fakat tam tersi yeni bir darbe daha yemeleri durumunda 2002'deki Fransa gibi nakavt da olabilirler. Bu senaryoyu olumlu bir akışa yöneltmek için yapılması gereken oyun içinde farklı alternatifleri deneyebilmek. Şili, tek kelimeyle egzantirik olarak tanımlanabilecek, belli kalıplara çok sığmayan bir rakip olduğu için klasik oyunlarıyla zorlanabilirler. Yine de İspanya'nın bu kupadaki en kaliteli kadroya sahip olduğunu, 2010'da da gruptaki ilk maçı kaybettikten sonra kupaya yürüdüğünü hatırda tutmalı. Şili maçının, bu yürüyüşün başlangıcına dönüşme umudu var hala.

Şili, 2010'da Bielsa yönetiminde heyecan veren bir performans sergilemişti. Kadroda büyük değişimler yok, Vidal ve Alexis gibi isimler büyük yıldız statüsüne yükselmiş durumdalar sadece. Avustralya, yıllardır olmadığı kadar zayıf bir takım görüntüsü verdiği için bu maç Şili adına çok güvenilir bir test teşkil etmedi. Özellikle savunmada alan paylaşımını ve hızlı pas trafiğine karşı ne yapabileceklerini görmek lazım. Güney Amerika elemeleri çok gollü geçtiği için belki bir ölçü teşkil etmez ama 16 maçta 25 gol yiyen bir takımın en azından kuvvetli yönünün savunma olmadığı düşünülebilir. Ben son tahlilde İspanya'yı şanslı görüyorum.

Avustralya, az önce de söylediğim gibi kupanın kadro kalitesi olarak en zayıf ekiplerinden birisi. Şili karşısında yapabileceklerini yaptılar, çok da ezilmediler ama arada büyük bir kalite farkı vardı. Hollanda ve İspanya karşısında daha da zor durumda kalacaklar. Hele son maça kazanmak zorunda olarak çıkacak İspanya'ya karşı direnmeleri büyük sürpriz olur.

Tahmin: Hollanda, İspanya
Kilit adam: Louis van Gaal
    











More Sharing ServicesShare | Share on facebook Share on myspace Share on google Share on twitter






8 Haziran 2014 Pazar

2013-14 sezonunda Galatasaray: Ne umduk, ne bulduk, daha neler göreceğiz?

Blogdaki son yazılarım yaklaşık 9 ay öncesinde kalmış; o zamandan beri dokunmak içimden gelmedi. Olimpiyatların İstanbul’da olmasını çok arzu etmiş, buna da kendimi iyice inandırmış ve sanki IOC üyelerinin umurundaymış gibi yüzlerce kelimelik yazılar döşenmiştim. Bu yazılar uzun bir süre yaşadığım hayal kırıklığının nişanesi olarak blogun en üstünde kaldı.

Olimpiyat bahsinden hemen önce de 28 Ağustos 2013’te Fatih Terim-Ünal Aysal ilişkisi üzerine bir şeyler karalamıştım. O noktada da yaşadığım büyük hayal kırıklığının yanına bütün vaziyeti çok yanlış yerden okuduğumu anlamamın kendi içimde yol açtığı mahcubiyet eklendi. Bahsettiğim dönemde Fatih Terim Galatasaray’ın başında 3. sezona başlamış ve krizdeki milli takım için de acil durum çözümü olarak düşünülmüştü. Ben de hocanın görevi kabul ederek risk aldığını, yönetimin ise olgun ve pragmatik bir tavır gösterdiğini yazmıştım. İtiraf edeyim, hayatımda yaşadığım en ağır yanılgılardan biriymiş. Meğer Başkan Ünal Aysal ve yönetimi, ağırlığı altında ezildiklerini hissettikleri Fatih Terim’den kurtulmak için bahane arıyormuş.   

Dostlarla sohbetlerde, twitter gibi mecralarda Fatih Terim’in kovulmasına karşı duyduğum tepkiyi dile getirdim ama herhalde bu çuvallamamın ağırlığıyla yüzleşip buraya yazamadım. Sonra yeniden Galatasaray’ı yazabilmek için uzun bir süre Mancini’yi çözmeye çalıştım. Kimi zaman beni heyecanlandıran ve umutlandıran hamlelerini kısa bir süre içinde hayrete düşüren ve öfkelendiren hamleleri takip edince net bir karara varamadım. Sonunda da sezon sonunu bekleyip kendi kendime bir değerlendirme yapayım dedim.

Burayı okuyanlar bilirler, aylık dergiye yazar gibi uzun yazmayı seviyorum.   Hele 9 ay ara verdikten sonra ben de kafamdaki her şeyi nasıl özetleyeceğimi bilmiyorum. Bu yüzden, Galatasaray’ın 2013-14 sezonunu 10 maddede analiz etmeyi denemeye karar verdim. Şimdiden kaçacaklar için söyleyeyim, yazının iki ana fikri var. Birincisi: Galatasaray, öncelikle yapısal sorunları olan kadrosu yüzünden başarısız bir sezon geçirdi. İkincisi: Mancini’nin kalması doğru karar, çünkü yeni sezonda daha başarılı olacak.

  1. Boşa harcanan 2013 yaz transfer dönemi

Üst üste 2 yıl şampiyon olmuş, uzun yıllar sonra ilk kez katıldığı Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek finale çıkmış ve orada da Real Madrid’i titretmiş, oturmuş bir kadroya sahip bir takımdan, yeni sezon öncesi eksikliğini gördüğü noktalara birkaç rötuşun yeterli olacağını düşünmek normaldir. Galatasaray’ın yazın yaptığı transferler bu anlamda isabetli denebilirdi. Bruma, sürati ve patlayıcılığıyla tüm dünyanın izlediği müthiş bir genç yetenek olarak kanatlara canlılık getirecek, Lille’deki başarısıyla oynadığı aylar boyunca izlenen Chedjou da savunmaya liderlik yapacaktı. Fakat bu iki isim takımın yaşadığı eksikliği gidermeye yetmedi. Örneğin sezon başında Fenerbahçe’ye kaptırılan Alper Galatasaray’a çok gerekli tipte bir oyuncuydu, Alper gelmeyince bu ihtiyaç unutuldu. Sol bekte inanılmaz bir profesyonellikle sırıtmadan oynayan Riera herhalde biraz daha idare eder denince sol bek alınmadı. 2012-13 sezonunda daha düşük tempoda oynayan, daha ziyade topa fazla sahip olmaya dayalı bir anlayışta ileri top taşımada kritik rol üstlenen Hamit’e (belki Engin’in bu işi yapabileceği düşünüldü), iki yıldır üst düzey performans veren Selçuk’a bir alternatif veya kadro derinliğin arttıracak yerli bir stoper (Uğur Demirok, Serdar Aziz) düşünülmedi. En önemlisi 6+0+4 sistemi hiç uygulanmayacakmış gibi takım kimyası hiç umursanmadı.

  1. Yabancı sınırından en olumsuz etkilenen takım

Türkiye Ligi’nde kadroyu kurarken ilk önce yabancıları yazılıyor. Sezon başındaki Galatasaray’a bir bakalım. Muslera, Melo, Sneijder ve Drogba’nın yerleri garanti görüldüğüne göre kalan 2 yer için Chedjou, Eboue, Riera, Amrabat, Bruma ve Dany savaşıyor. Burada hangi oyuncuyu ilk 11’e koyarsanız koyun alternatif sıkıntısı yaşanması doğal. Defansa ağırlık verecek olup bir bek ve bir stoper alsanız, hem diğer bekin (Sabri veya Hakan Balta) güvenilmez performansına muhtaç kalıyor hem de oyunu açabilecek bir hamle oyuncusundan yoksun kalıyorsunuz. Hücumcuları oynatsanız bu sefer savunmada sıkıntı büyüyor zira 2012/13 sezonunun son 10 maçını harika oynasa da açık alanda zaaf gösteren ve sağlık durumuna %100 güvenemeyeceğiniz Gökhan Zan’a muhtaç kalıyorsunuz.

Bu sıkıntıyı Galatasaray sezon boyunca özellikle ilk yarıda derinden yaşadı. Mancini, bu bozuk takım kimyasını görüp çılgın deneyler yapmaya soyundu ama bunların çoğunda başarısız oldu. Devre arası yapılan transferlerin büyük çoğunluğu rotasyona girebilecek kadar bile performans sergilemeyince belki bolluk içinde yokluktan, kısır kadro içinde macera denilecek bir döneme geçildi. Neticede, orta sahası ve savunmasının iki kanadı Türkiye’deki en iyi yerli oyunculardan oluşan Fenerbahçe, yabancı sınırlamasından en ufak şekilde etkilenmeden arayı açarken, Galatasaray bu bozuk kimyadan istikrar üretemedi.

  1. Terim’in kriz çözme becerisinin aranması

Galatasaray yine de bu bozuk kimyadan bir formül üretebilirdi belki ama bunu yapabilecek tek kişi olan Fatih Terim’le yollar ayrıldı. Bu varsayımda bulunmak belki anlamsız, hatta duygusal gelebilir fakat ben Fatih Terim’in kalması halinde Galatasaray’ın ligi yine şampiyon bitirmiş olabileceğine inanıyorum. Bahsettiğim kriz çözme becerisini somutlaştırmak gerekirse; 2011-12 sezonunda İBB maçındaki kadroyu ve 9. haftada Fenerbahçe önüne çıkan kadroyu; Semih ve Emre Çolak’ın nasıl ilk 11’e yerleştiğini, kanat oyuncusu kullanmayan merkez özellikli dört orta saha ile rakibe nasıl baskı kurulduğunu, devre arası transfer edilen ve çoğunluğun dudak büktüğü Necati’nin gollerini hatırlayın. Sonra 2012-13 sezonunun devre arasından sonra Sneijder ve Drogba’lı formasyonun nasıl oturtulduğunu, Riera’dan nasıl bir sol bek devşirildiğini, transfer ücretinden dolayı eleştirilere konu olan ve benim de beğenmediğim Amrabat’ın hamle oyuncusu olarak Şampiyonlar Ligi’nde kaç asist yaptığını, hatta gitmek üzere olan maçlarda (tasvip edilip edilmemesi ayrı mesele) Terim’in takımı ateşlendirmek için saha kenarında yaptıklarını hatırlayın.

Bu yıl da 6-1’lik Real yenilgisi bu hünerin gösterilmesine ihtiyaç olduğunu belgeleyen yeterince büyük bir krizdi. Galatasaray, hemen akabinde Olimpiyat Stadı’ndan Beşiktaş galibiyetiyle çıkmış ayağa kalkma yoluna girmişti. Sonra birdenbire Terim gitti. Terim ile Mancini’yi taktik becerisi açısından karşılaştırmıyorum. Kendini uluslararası planda ispatlamış iki büyük isim olarak farklı yönlerde artıları eksileri elbet vardır. Fakat Mancini’den tanımadığı bir ligde oturmamış bir takımla başarı kovalarken Terim’in ortaya koyabileceği biraz “alaturka” da denebilecek çözümleri beklemek elbette haksızlık olurdu.   


  1. Mancini’nin en büyük handikapı:  Oyuncu yönetimi

Yukarıda bahsettiğim kimyası bozuk kadrodan en iyi verimi ancak ve ancak bazı kilit oyuncuların bireysel performansını yükselterek gösterebilirsiniz. Mancini’nin Galatasaray’a gelmesinden bu yana, ilk sezonki performansını yakalayan Melo’yu saymazsak, daha iyiye gittiği söylenebilecek tek isim, bu sezonun gerçek kahramanı olan Sneijder.

Mancini, Galatasaray’a gelirken muhtemelen Avrupa’nın en büyüklerinden biri olduğunu iddia eden bir kulüpten, haklı olarak kusursuz bir organizasyon bekledi ve antrenman/taktik boyutundaki katkılarının başarı için yeterli olacağını düşündü. Bu yüzden birebir oyuncu yönetimi boyutuyla pek ilgilenmedi. Halbuki Türk futbolcularının bir çoğunun temel eğitimlerindeki ve taktik bilgilerindeki yetersizlikler, sezon içinde birçok maçta Galatasaray’ın komik görüntüler vermesine, olmayacak goller yemesine neden oldu. Mancini bu durumu kavramakta geç kalıp, yaptığı deneylerle durumu istemeden daha da karmaşık hale getirdi. Bu noktada yardımcısı Tugay Kerimoğlu da hiç inisiyatif almayarak, ya da bu görüntüyü vererek büyük bir hayal kırıklığı yaşattı.

Takımın kilit oyuncularından Selçuk, Burak ve Semih’in sezon sonuna doğru performanslarındaki yükseliş ve kadro istikrarının yakalanması kötü geçen bir sezonun kupa ve Şampiyonlar Ligi’ne direkt katılımın sağlanmasıyla olabilecek en iyi biçimde sonuçlandı. Bu durum Mancini’nin de artık buradaki koşullara vakıf olduğu yönünde umut veriyor.

  1. Devre arası transferleri fiyaskosu

Galatasaray’ın devre arası transferlerinin sorumlusu kim bilmiyorum ama herhelde bu isimleri Mancini istedi diyerek yönetimin kendini kurtarması mümkün olmayacaktır. Çünkü Telles dışında hiçbir oyuncudan verim alınamadı. Gelen oyunculara şöyle bir bakalım: Alex Telles, Burdisso, Hajrovic, Ontivero, Salih Dursun, Veysel Sarı, Koray Günter, Umut Gündoğan, Oğuzhan Kayar.

Bu oyunculardan Telles Galatasaray’da oynayabilecek kalitede ve gelişme potansiyeli bulunan bir sol bek. Veysel Sarı, bence yeterli görülmese de farklı mevkilerde oynayabilecek iyi bir ilk 18 oyuncusu. Koray Günter de şans buldukça faydalı olacak, kalitesini belli eden bir stoper. 19 yaşındaki diğer oyuncu Oğuzhan’ı da bir kenara koyalım. Diğer oyunculardan hiçbiri maalesef Galatasaray’da oynayabilecek bir ışık vermediler. Ontivero belki bu yıl kiraya verilirse onun potansiyelini görme şansımız olacak. Ancak ne Salih Dursun ne de Umut Gündoğan yeterli ışığı verebildiler. Burdisso her ne kadar maliyetli olsa da “yılın bidonu” denebilecek kadar kötü bir transferdi. Hajroviç ise teknik kapasitesi yüksek ama genel kalite olarak Şampiyonlar Ligi seviyesinin çok gerisinde göründü.

Devre arası transferiyle gençleştirme operasyonu olmaz. Bu dönemde takımın ihtiyacı olan, hemen verim alabileceğiniz nokta transfer yapmalısınız. Türkiye’de çoğu kulüp bu ta Nobre’nin gelişinden beri bu işi iyi beceriyor (bkz. Gekas, Edinho). Bir diğer ihtimal de iyi işleyen kadronun havasını değiştirecek “çilek” tabir edilen transferler. Galatasaray önceki iki sezonda bu iki modeli de Necati / Sneijder&Drogba uygulamış ve olağanüstü verim almıştı. Geçtiğimiz sezon ise yönetimin çuvalladığını söylemek mümkün. Sadece Hajrovic ve Burdisso’nun performanslarının, haklı olarak yerin dibine batırdığımız Amrabat ve Dany’den geri kalması bile bunun göstergesi. Umarım yine yanıldığım hususlar olur da sezon başı kampını iyi geçirebilecek Umut, Salih gibi oyuncular yeni sezonda rotasyonda yer bulur.


  1. Oyun felsefesi: Kaos futbolu, savunma futbolu, pas futbolu ya da futbolsuzluk 

Aslında herhangi bir takımın oyun anlayışını tek bir tanıma indirgeyerek etiketlemenin çok doğru bir analiz biçimi olduğunu düşünmüyorum. Fakat bir takımın başarılı olması için rastgele biçimlenen taktikler yerine genel bir oyun felsefesine sahip olması da şart. Yine geçtiğimiz sezonki Fenerbahçe’ye bakarsak, hücumda kaybettiği topları şok presle geri kazanmayı ana hedef olarak belirleyen, yüksek tempoyla rakibi boğan ve hücuma yayılırken her iki bekini de aktif kullanan bir takım olarak basitçe tanımlamak mümkün. Galatasaray’ın bu yılki oyun felsefesini tarif etmek zor olduğu gibi uygulanmak istenen bazı taktiklerin de elde mevcut oyuncu grubuna uymaması beklentilerin altında kalınması sonucunu doğurdu.

Galatasaray, Terim döneminde 2011-12 sezonunda yüksek tempo ve prese dayalı bir oyun ortaya koyarken, 2012-13 döneminde Burak, Hamit ve özellikle Sneijder&Drogba transferlerinden sonra daha az baskı kuran ve daha çok topa sahip olan bir takıma dönüşmek durumunda kaldı. Bu durum aslında takımın genel itibariyle pozisyon üretmekte zorlanmasını beraberinde getirirken oyuncuların üstün kalitesi sayesinde sorunlar görünmez kılındı.

2013-14 sezonuna başlarken belki teşhis doğru konulmuştu ama kadroya yeterli müdahale yapılamamıştı. Böylelikle Mancini döneminde, Galatasaray’ın özellikle deplasmanlarda 2012-13 sezonundan devraldığı pozisyon üretememe sıkıntısının giderek arttığını gördük. Oyun sıkıştığında açamayan Galatasaray, bir yandan da savunmasına baskı yapıldığında geriden top çıkarmakta zorlanıyordu. Kısacası, takım top çıkarmak için savunmada aklıyla oynayan Ujfalusi gibi bir savunma komutanına ihtiyaç duyuyordu. Bunun da ötesinde, daha da önemli bir sıkıntı olarak orta sahada takımı ileriye taşıyacak oyuncu sıkıntısı çekildi sezon boyunca. Selçuk’un formsuz bir yıl geçirmesinin yanında, ilk geldiği sezon çok eleştirilen Hamit’in sakatlığının etkisi beklenenden fazla oldu. Hamit her ne kadar çok top kaybetse ve kimi zaman takımın el freni gibi görünse de top saklıyor, takımın hücuma yerleşmesini sağlıyor, faul alıyordu. Bunu bu sezon Yekta bazı maçlarda bir nebze yapmayı başarsa da genel itibariyle bu rolü üstlenen kimse kalmadı.

Geçtiğimiz sezon Galatasaray’ın en iyi oynadığı maçlarda hep oyunu genişletmeyi başardığını, oyunu rakip sahaya yıktıktan sonra süratle oyunun yönünü değiştirerek rakip savunmaları zor durumda bıraktığını görüyoruz. Bu tür maçlarda Türkiye’de muhtemelen en yüksek oyun zekasına sahip olan futbolcu olan Sneijder ile tek başına takımı ileriye iten Melo’nun öne çıkması sürpriz değildi.

Sezonun sonuna doğru ise Drogba’nın sakatlığında Mancini tek santrfor Burak, arkasında Sneijder dışında takımın geri kalanını defansif isimlerden oluştuğu düşük tempoda oynayan ve öncelikle alanı iyi kapatarak pozisyon vermemeyi deneyen bir anlayış benimsedi ve son 5 maçını kazanarak istediğini de aldı. Sanırım gelecek sezon Mancini takımı bu anlayış üzerine inşa edecek.

  1. Selçuk İnan

“Selçuk İnan’ın 2011-12 sezonu başında Fenerbahçe yerine Galatasaray’ı tercih etmesi ligin kaderini değiştirdi.” Bunu söyleyen ilk kişi ben değilim ve muhtemelen bundan yıllar sonra da haklı olarak tekrar edilecek. Selçuk, gelir gelmez ilk sezonunda hem kalitesi hem de liderlik vasıflarıyla takımı sırtına aldı götürdü. Bir yandan takımın en çok koşan askerlerinin başında gelirken, bir yandan da takımın generali olarak “beyin” görevini yaptı. Aynı performans ikinci yıl da devam etti. Üstelik, Sneijder&Drogba transferlerinden sonra çoğu zaman sol kanat-sol iç gibi alışık olmadığı bir mevkide görev aldı.

Selçuk, bu takımın saha içinde de saha dışında da gerçek lideri. Üstelik bu liderliği kimse kendisine altın tepside sunmadı. Performansıyla takımın aynı anda hem en teknik hem de en mücadeleci ismi olduğu için büyük bir saygı kazanarak liderliğini kabul ettirdi. Geçtiğimiz sezon yaşadığı düşüşün nedenlerini çok derin irdelemeyeceğim ama takımı doğrudan etkileyen bu süreç en çok kendisini yıprattığını ve en çok kendisine kızdığını düşünüyorum. Son Fenerbahçe maçındaki duygusal patlamasını (yeri gelmişken o dönem sergilenene başarılı kriz yönetiminin altı çizilmeli) da buna bağlıyorum.

Umuyorum ki imzaladığı yeni sözleşme yeniden 2011-12 sezonu başındaki gibi bir sayfayı açmış olsun. 2013 şampiyonluğunu getiren Sivas maçında gördüğü zirveden sonra bir yıl boyunca frikik golü atamayıp, sondan bir önceki maçta Trabzon’da müthiş bir frikik golüyle dönmesi bir yıllık kabus dönemini kapatmış olsun. Sevdiğimiz bir şarkıcı/ grubun tek seferlik kötü albüm yapma hakkı olduğu gibi Galatasaray taraftarı da unutacaktır.



  1. Büyük maçları kazanma becerisi ve büyük maçların adamı Sneijder

Mancini, bu sezon Galatasaray’ın başında çıktığı beş derbiden dördünü ve Türkiye Kupası finalini; ikincilik için kazanması şart olan ligin son dört maçını kazandı. Şampiyonlar Ligi’nde esas rakibi Juventus’tan sürpriz bir şekilde 4 puan alarak gruptan çıktı. Bütün bunları alt alta koyduğumuzda takımın iyi bir şekilde konsantre olduğu hedef maçları kazanma becerisi göstermesinin geçtiğimiz sezonun en büyük başarısı olduğunu söyleyebiliriz. Elbette, bu maçlarda takımın çok az pozisyon verdiğini, daha derli toplu oynadığını, kontrollü bir anlayış benimsediğini de söylemek lazım. Fakat bu maçları kazanmak için çoğu zaman bir süper yıldıza ihtiyaç duyulur ki o da geçtiğimiz sezon her ihtiyaç duyulduğunda sahneye çıktı: Wesley Sneijder.

Sneijder’ın çok özel bir oyuncu olduğunu tekrar etmeye, onun özelliklerini tek tek saymaya gerek yok. Burada madem sezonu analiz ediyoruz, yapmamız gereken onun özelikle Mancini’nin gelişinden sonra performansındaki artış. Burada, çoğu yerde değinildiği gibi Terim’in Sneijder’ı “istememiş” olmasından ziyade, Sneijder’ın 2012-13 sezonunun ilk yarısında neredeyse hiç forma şansı bulmadan Galatasaray’a gelmesi ve kadronun ondan verim alacak şekilde tanzim edilmemiş olmasının ana etken olduğunu düşünüyorum.      

Sneijder, üst düzey yetenekleri olan bir sistem oyuncusu. Halihazırda dünyada en üst seviyedeki her takımda oynayabilecek bir adam ve Galatasaray’da onu izlediğimiz her maç büyük bir şans. Onun kendini gösterebilmesi için iyi işleyen bir sistem yeterli, çünkü onun en büyük özelliği hem kendisi hem de arkadaşları için en uygun pozisyonları bulmaya odaklı üstün bir saha içi görüşüne sahip olması. Attığı golleri tekrar izleyince, kendini nasıl boşa çıkardığını, doğru zamanda doğru yerde bulunmayı nasıl becerdiğini net biçimde görmek mümkün.

Galatasaray adına gelecek sezondan ümitli olmamı sağlayan birinci unsur yüksek konsantrasyon gerektiren maçlarda (Chelsea rövanşı hariç) gerekenin yapılmasıydı. Önümüzdeki yıl bunu başarmak için sadece Sneijder yetmeyecek ama öncelikle ona ihtiyaç duyulacak. Umarım Dünya Kupası’nda da bu sezonu taçlandırır ve yine umarım bu performansı sonrası onu Galatasaray’dan koparacak kadar cazip teklifler almaz.   

  1. Mancini neden kalmalı?

Galatasaray’ın, 2013-14 sezonunda, kağıt üzerinde doğrudan Şampiyonlar Ligi gruplar bileti getiren lig tarihinin en kıymetli ikinciliği, 9 yıl sonra gelen Türkiye Kupası şampiyonluğu ve Juventus gibi bir devi geride bırakarak gelen ve esasen gruptan çıkma alışkanlığının yerleşmesi bakımından fevkalade önemli bir Şampiyonlar Ligi performansıyla başarılı olduğunu söylemek mümkün. Fakat Galatasaray taraftarının genelinde, ciddi bir tatminsizlik ve güvensizlik mevcut olduğu da bir gerçek. Geçtiğimiz sezon, ezeli rakibinin son yıllarda en rahat elde edilen şampiyonluğa yürüdüğünü görmek yeterince ciddi bir travma olsa da, esas sorun takımın Mancini döneminde istikrarlı bir oyun ve kadro iskeleti oturtamaması ve çoğu maçta isteksiz, bitkin ve ışık vermeyen bir görüntü çizmesi oldu.

Yeni sezona başlarken Mancini bu tabloyu değiştirme yönünde ne vaat ediyor, buna bakmak lazım. Takımın kadro kimyası hala bozuk olsa da tek başına maç alabilecek kaliteli ayakları mevcut. Bunun ötesinde sezon sonunda, iyi kötü bir kadro istikrarı yakalanan “1-0 olsun bizim olsun” döneminden hareketle gelecek sezona ait öngörüler sunmak mümkün.

Mancini, İtalya ve İngiltere liglerinde şampiyonluk yaşamış ve hala dünyanın en elit 15-20 hocası arasında sayılan bir isim. Az önce bahsettiğim dönemde savunma güvenliğine ve alan paylaşımına öncelik veren daha düşük tempoda oynayarak sonuç alan bir takım düşüncesinin Mancini’nin gelecek sezonki planlarının temelini oluşturacağını düşünüyorum. Bu anlayışın iyice oturması için Mancini’nin kendi sistemini anlatmak ve benimsetmek için bol bol zamana sahip olacağı sezon başı kampının büyük bir şans olacağına inanıyorum. Bunun yanında lider bir stoper ve oyun sıkıştığında tempoyu arttırabilecek patlayıcı özellikte bir oyuncu (ki bu sezon bunu Bruma’nın yapabilir) olmazsa olmaz.

Mancini yeni sezonda hem ligi hem de elindeki kadroyu daha iyi tanıdığı için çılgın denemelere gitmeyecektir. Fakat bu sezonun son maçlarında gördüğümüz sağ beki Semih, sol beki Sabri olan formasyonları hiç görmeyeceğimiz anlamına da gelmiyor. Belki biraz daha sıkıcı ama sonuca giden bir takım izleyeceğiz gibime geliyor. Bir benzetme yaparsak belki Lucescu değil de bir Daum takımı olacak sahada (Bu analojiyi sağ ayaklı sol bek Ümit Özat üzerinden yapmadığım bilinsinJ).

Daum’u beğenmeyenler beğenenlerden çoğunluktadır muhtemelen ama Bursa’yı saymazsak Türkiye’deki 6 sezonundan 3’ünü şampiyon olarak bitiren, ikisini de son saniyede kaçıran bu ligin kurdu olmuş bir insan var karşımızda. Galatasaray için bu çerçevede az pozisyon veren, gümbür gümbür oynamayan ama sonuç alabilen, Daum’un Alex’ine benzer kilit açıcı bir Sneijder’e sahip bir takım aklımdaki. Mancini’nin kendini elit antrenörler arasına sokan Daum’dan üstün vasıfları da ligde ve şampiyonlar liginde bu takımın artıları olacak.      

Bütün bu senaryoda beni en çok korkutan ve emin olamadığım şey ise Mancini’nin bunun için ne kadar hırslı ve istekli olduğu. Türkiye’den şampiyon olmadan gitmem diyecek, oyunculuk kariyerinden alıştığımız hırsını yansıtan bir Mancini, doğru şablonu da bulacaktır.

  1. Yeni sezon planlaması

Gelecek sezon Galatasaray’ın kadrosu her şeyden önce daha kompakt oynayabilecek, takım kimyasındaki problemler giderilmiş ve yerli oyuncuların ortalama kalitesi yükselmiş ve derinliği artmış bir yapıda olmalı. Özellikle 5+3 kuralı sahadaki yerli oyuncuların kalitesinin belli bir seviye üzerinde olmasını zorunlu kılıyor.

En başta Olcan Adın,  amiyane tabirle üçe beşe bakılmadan alınmalı. Anlaşılan Trabzonspor 5 milyon € gibi bir rakama razı olacak. Salih Dursun’un bonservisine 2,75 milyon € verdiğin yerde, 5+3 kuralını düşününce, hele ezeli rakibine (Beşiktaş) kaptırma ihtimali söz konusuyken bu transfer gereklilikten öte zorunluluk.
Olcan yanında konuşulan isimlerden Tarık Çamdal bana göre büyük gelecek vaat ediyor. Mevlüt Erdinç de yabancı forvet zorunluluğunu ortadan kaldıracak ve kontenjanın esas oyuncu kıtlığı çekilen bölgelere kaydırılmasını kolaylaştıracak. Turgut Doğan Şahin ve İshak Doğan’ın Galatasaray’a katkı sağlayacaklarından şüphem var. Altyapıda kaptırılan oyuncuları para verip geri almak insan ağır geliyor ama yabancı kontenjanının kullanımına göre, pahalı olmayacaksa Uğur Demirok da düşünülebilir. Bence daha genç ama sakatlık vs. nedenlerle beklenen patlamayı yapamamış Sefa Yılmaz, Muhammet Demir ve uzun süredir konuşulan ama düşüşe geçen Serdar Aziz (sanırım Şenol Güneş onu bırakmaz ve performansını milli takım düzeyine yükseltir) gibi isimlere yönelmek isabetli olacaktır.

Ünal Aysal, pahalı transfer, “çilek transferi” yapmayacaklarını söylüyor. Esasen, taraftarın beklentisi basit, ihtiyaca yönelik transfer yapılması. Yeni sezonun ideal 11'ini yazdığımızda doğrudan oynaması beklenen Muslera-Melo-Sneijder üçlüsünün yanına iki yabancı daha eklenecek. Bunlardan biri alınacak stoper olursa kontenjanın son formasını muhtemelen Telles alacak. Bu durumda hücum hattını kuvvetlendirip çeşitlendirecek isimlere yönelmek önem taşıyor.    

Son olarak, fiziksel durumundan emin olamasam da, mental açıdan olgunlaşmış ve takımın kadro ve taktik yapısı içinde parlamaya müsait Bruma’nın bu yıl önemli bir çıkış yakalayacağına ve takıma önemli puanlar kazandıracağına inanıyorum.

Gelecek sezon için bir takım tertibi projeksiyonu yaparsam, Şmpiyonlar Ligi’nde sahaya çıkacak şöyle bir 11 hayal ediyorum. (Stopere halihazırda konuşulan isimlerden Astori’yi yakıştırdım)

Muslera- Tarık*, Semih, Astori*, Telles- Melo, Selçuk- Bruma, Sneijder, Olcan*- Burak
(Chedjou kalmalı ve Mevlüt alınamazsa yabancı bir forvet alınmalı)