19 Ağustos 2010 Perşembe

Quaresma




Kariyerinde hep Avrupa’nın üst düzey kulüplerinde oynamış, dünyanın en yetenekli oyuncularından birinin 30 yaşından önce Türkiye’ye gelmesi pek sık karşılaştığımız bir durum değil. Hagi, Roberto Carlos, Kewell, Guti gibi isimleri bu çerçevenin dışında tuttuğumuzda, benim hatırladığım kadarıyla bu tanıma uyan yalnızca Anelka örneği var.


Beşiktaş taraftarının gönlünde belki de 2007-2008 sezonu Şampiyonlar Ligi gruplarda oynanan Porto maçlarıyla yer edinen ve geçen sezon çoğu maçta “Yeter Yıldırım Demirören” sloganlarının yanında “bu adamı alın” tezahüratlarına konu olan Ricardo Quaresma, belki biraz paradoksal, belki de Başkanı n taraftarla barışma hediyesi olarak İnönü’nün çimlerine ayak bastı.

Daha gelmeden sevmişti Quaresma’yı Beşiktaşlılar. Bir Galatasaraylı olarak bu psikolojiyi çok anlamasam da bir dakika bile oynamadan benimsemişti. Quaresma’nın kalitesinden bahsetmiyorum elbette, belki bilinen kimseyi takmaz, arıza halleri, belki oynadığı büyük kulüplerde dikiş tutturamamış olmanın getirdiği hırsı, ikinci bir Pascal Nouma olabileceği hissini uyandırdı Beşiktaş taraftarında.

Daha Beşiktaş’ın oynadığı resmi maç sayısı sadece 6 olsa da, bu hislerin boşa çıkmayacağı anlaşılıyor. Benzerine az rastlanır bir doku uyuşması gerçekleşti kısacık sürede. HJK maçında izlediğim Quaresma sonsuz bir oynama ve oynatma iştahı içinde, tapılırcasına sevildiği bir yerde takımı sırtına almış götürüyor izlenimini verdi bana.

Dünya futbol piyasasında adını ilk duyurmaya başladığından beri vatandaşı Ronaldo’yla kıyaslanan bir adamın yeteneklerini tartışmak dahi abesle iştigal olur. Ancak bir türlü olamadı işte. Beklentileri karşılayamayınca daha kötü etkilendi, daha kötü etkilendikçe kendini kanıtlamak için zorlamaya başladı, zorladıkça işler daha da bozuldu ve bu fasit dairenin çıkış noktası İstanbul oldu.

Quaresma için beylik bir ifadeyle “disiplinsiz” dendi çoğu futbol adamı tarafından. Haksız da değillerdi. Bakın onu Inter’e aldıran Mourinho, onun hakkında ne demiş vaktiyle:

“He is a great talent, but the joy I have at seeing the way Ibra works for and with the team I do not yet have with Quaresma. He will have to learn, otherwise he won’t play, and I am sure he'll change and become more tactically disciplined. He likes kicking the ball with the outside of his foot, but if you ask me about him in a few months' time, we'll be talking about a different Quaresma.”

Kısacası bencilliğinden ve takım oyununa yatkın olmamasından bahsediyordu çalıştığı bütün teknik direktörler. Fakat benim gördüğüm kadarıyla, bu adamın ihtiyacı olan şey sevgiydi. Barcelona, Inter ve Chesea’de bekleneni veremeyip Porto da durdurulamaz birine dönüşmesini de bu açıklıyor. Şımarık diyenler oluyor onun için, haklılar. Ama bu kaprisler içeren bir şımarıklık değil, “en çok beni sevsinler” isteğiyle özdeşleştirilebilecek bir duygu. Takımın tek yıldızı, süperstarı olmak istiyor, taraftar en çok onu sevsin istiyor. Bu yüzden kendinden daha büyük isimlerle birlikte oynadığı takımlarda mutsuzdu. Mutsuzdu, çünkü bütün alkışlar ona değil, trivela ortasını topukla ağlara gönderen Ibrahimoviç’e gidiyordu.

Bencilliğini de buna bağlayabiliriz aslında. Yine sevgiyle bağlantılı bir bencillik. Takımı oynatmamak, pas vermemek söz konusu değil. Sonuçta en büyük alkışı aldığı sürece, “Quaresma’nın asistini gördünüz mü?” diye konuşulduğu sürece sorun yok. Ama Inter ve Chelsea’de hep daha ötesini yapmak zorundaydı, imkansızı denemek… Bu yüzden çok top eziyordu, olmayacak şeyleri deneyip deneyip, yapamayınca sinirlenip küsüyordu.

Şimdi Türkiye’de ve futbolla barışık. Dünkü muhteşem golünden sonra emektar malzemeci Süreyya’ya koşmasının nedenini anlayabilmek gerek. Hepimiz için iyi bir haber bu, en azından futbolda seyir zevkini fanatizmin önünde tutanlar için. Ona bu ortamı sağlayan Beşiktaş camiasını kutlamak lazım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder