30 Mart 2010 Salı

Şampiyonlar Ligi çeyrek finaller-I

Hayatımda geçen haftayı kişisel zevklerime hiç vakit ayırmadan geçirdiğim için bugün Şampiyonlar Ligi çeyrek final maçlarını başlayacağını öğrenince garip hissetim kendimi, "ne kadar çabuk?" diye sordum. Tabi bir hafta ara vermeleri gayet yeterli hatta bazı takımlar 3 hafta sonra dönecekler Devler Ligi arenasına.

Çeyrek finallerin en ilginç eşleşmesi çoğu futbolsevere göre Arsenal-Barcelona maçları olacak. Gerek Henry-Arsenal ve Fabregas-Barcelona ilişkisi olsun; gerekse Arsenal'in oyun yapısının biraz biraz Barcelona'yı andırması olsun bu eşleşmeyi ilginç kılan birçok faktör var. Ama bu maçla ve Inter-CSKA maçıyla ilgili yorumlşarımı yarın yazacağım.

Lyon-Bordeaux maçı her türlü sonuca sahne olabilecek bir maç gibi görünüyor. Neticede kazanan Fransızlar olacak yarı finalde garanti bir takımları var. Bordeaux genel olarak daha dengeli ve sakin bir takım görüntüsündeyken, Lyon zaman zaman ilginç patlamalar yapabiliyor. Real önündeki performanslarıyla maksimuma ulaştılar ama bu durum, o maçların altındaki bir performansın Bordeaux'yu elemeye yetmeyeceği anlamına gelmiyor elbette.

Benim heyecanla beklediğim eşleşme ise Bayern-Man Utd eşleşmesi. Hemen herkes kuralar çekildikten sonra geçen sezonki finalin tekrarının yaşanmasının yolunun açıldığı yorumunu yaptı. Man Utd'a oldum olası sempati beslemiş değilim ancak Ferguson'un başarılarına her zaman saygı duydum. Ayrıca, Messi'nin son dönemdeki insanüstü performansı sayılmazsa yılın en iyisi olduğunu düşündüğüm Rooney faktörü de ibreyi İngilizler yönüne döndürüyor.

Ancak burada birkaç defa Bayern'e methiyeler düzen yazılar yazdım, arşivde duruyor saklayacak değilim. Bu eşleşmede onların çok kolay teslim olmayacaklarını düşünüyorum. Özellikle Robben-Evra kapışmasını izlemek çok keyifli olacak. Bayern son dönemde ligde sallantılı bir dönem geçirmekte, ancak aynı dertten Inter de muzdarip, bu yüzden bunun üst üste alınan başarılı sonuçların ardından,Şampiyonlar Ligi'nde de iyi bir konuma gelinmesinin ardından yaşanan bir konsantrasyon sorunu olabilme ihtimalini de gözden kaçırmamak gerek. Bayern, Man Utd.'ı elemek istiyorsa sadece Ribery ve Robben'in teknik kapasitesine güvenerek bunu yapamaz, başta van Bommel ve Schweinsteiger olmak üzere iki maçta da orta sahanın kontrolünü kaybetmeden, Man Utd'ın Fletcher ve Park gibi oyuncuların kıvılcımını yakabileceği ani tempo parlamalarına derhal karşılık verebilmeleri şart. Bir şart daha var ama onu yapabileceklerinden emin değilim: Rooney'e dikkat etmek.

Aslında bunu kuralar ilk çekildiği gün yazmalıydım ama bugüne denk geldi: Mantığım böyle demese de gönlümden Inter-Bayern finali geçiyor. Bakalım...

Total futbol neden olamıyor?


Turkcell Süper Lig'de mücadele eden takımlar arasında kadro değeri olarak en üstteki takım şüphesiz Galatasaray. Aynı şekilde kariyer, başarı ve uluslararası prestij bakımndan Frank Rijkaard ile rekabet edebilecek bir teknik direktör de yok. Bütün bunlara rağmen takım ligde 4. sırada, Türkiye Kupası'ndan ve UEFA Avrupa ligi'nden beklenenden çok erken elenmiş ve şampiyonluk uzak bir ihtimale dönüşmüş durumda.

Günümüz futbolunda bir teknik direktörün veya göz kamaştıran transferlerin sihirli bir değnek etkisi yapmalarını beklemek elbette gerçekçi değil. Aynı şekilde, bir teknik direktörün kafasındaki felsefeyi, hele de Rijkaard'ınki gibi uygulamaya geçildiğinde neler vaat ettiğini iyi bildiğimiz bir felsefeyi bir anda benimseyebilmesi de mümkün değil. Neticede, Rijkaard'ın Barcelona'ya ilk gittiği sezon üst üste aldığı mağlubiyetleri ve ligde geldiği konumu unutmamamız lazım. Galatasaray da hem yönetimiyle hem de taraftarıyla konsensüs halinde Rijkaard'ın getireceği güzel günlere hala inanıyor. Ben de inanıyorum buna ancak şu ana kadar gelen ışık o kadar zayıf ki, tünelin sonunu nasıl göreceğimiz ve tünelin sonunda total futbolun son hızla önüne gelen kimseyi tanımadan kayıp gidebileceği gıcır gıcır asfalt bir yolun inşa edilmiş olup olmayacağı maalesef meçhul.

Yanıtı çok çarpıcı olan şöyle bir soru sormak mümkün: Galatasaray, taraftarının gönlündeki tempolu, baskılı ve üretken futbolu geçen sezon Skibbe yönetiminde kaç maçta oynadı; bu sezon Rijkaard yönetiminde kaç maçta oynadı? Geçen sezondan hatırladığım Ankara deplasmanları, Benfica ve Hertha Berlin deplasmanları, Ali Sami Yen'deki Beşiktaş maçı bile bu sezonki güzel oyun anılarından fazla sanki. Bu yıl takım, özellikle Baros ve Kewell'ın sakatlığından sonra fazlasıyla Keita veya Arda'nın ayağına bakan ve hücum organizasyonu üretmekte yetersiz kalan bir takıma dönüştü. Oysa ki biz her hattıyla hücum eden, rakibi bayıltan, bunaltan ve sonunda pes ettiren bir oyun bekliyorduk. Aslında sezon başındaki bazı maçlarda bu yönde işareter alındı ama takım iyiye gideceğine kötüye gitti.

Şu sıralar okuduğu bütün eleştiriler defansif orta saha oyuncuları üzerinde, Topal, Sarp, Barış, Ayhan'dan oluşan bir rotasyon bir takımı ne kadar ileri taşıyabilir deniyor. Kısmen doğru, kısmen yanlış. Doğru olan kısımı bu oyuncular "düz" oyuncular olduğundan, Ayhan'ın bu sezon hiç görmedik ama en iyi performansını ortaya koyduğu haller dışında oyunun iki yönünü oynayabilen oyuncular olmamaları. Yanlış olan kısmı ise, sistemin bir türlü oturtulamaması yüzünden takımın en kalabalık yeri olması gerekn orta alanın genellikle bu oyuncuların ikisine tek başına bırakılması ve defans ile hücum hattı arasındaki kopukluğun faturasının bu isimlere çıkarılması. Bu oyunculardan zaten Xavi, Iniesta performansı beklemek hata ancak iddia ediyorum Mehmet Topal'dan (2008 yılında izlediğimiz başkası değilse) bir Busquets performansı beklemek yanlış olmamalı.

Buradan iki temel soruna geliyoruz. Birincisi yaşadığı geri gidişe akıl erdirmenin mümkün olmadığı M.Topal örneğinden yola çıkarsak; takımdaki oyuncuların bireysel gelişimi üzerine. Rijkaard geldiğinden beri takımda bireysel performansı artan isimlerin yalnızca Sabri ve Keita olması belki de beklenen en son şeydi. Servet, M.Topal, Ayhan, Hakan Balta, Barış gibi takımı ayakta ve diri tutabilecek herkesin performansının düşmesi çok dikkat çekici.

İkincisi ise takımın sürekil olarak sistem hatası vermesi. Burada kastım 4-3-3, 4-4-2 gibi rakamlar değil. Galatasaray bu sezon çok az maçta rakiplerine orta sahada üstünlük sağlayabildi. Halbuki toplu hücum toplu savunma, hızlı hareket, çabuk ve kısa pas ve gerektiğinde tek hamlede oyunu yönünü değiştirme gibi temellere dayanan total futbolda temel olan rakibin orta sahaya hakim olmasını dolayısıyla tempoyuayarlamasını engellemek olmalı. Fenerbahçe maçında ilk yarıda üstelik Galatasaray daha baskılı gibi göründüğü halde Fenerbahçe topla daha fazla oynayan taraftı. Bu durum da takdir edersiniz ki Barcelona'nın "possession" a dayalı oyun anlayışından ilham alan bir takım için kabul edilebilir bir durum değil.

Bu durumda ne oluyor? Galatasaray, üst düzey maçlarda defansif oynadığında, yani orta üçlüyü defansın içine gömdüğünde rakibe kendi kontrolü içinde oynanma imkanı verip iyi bir savunma organizasyonuyla zaman zaman istediğini alabiliyor. İnönü'deki Beşiktaş ve Vicente Calderon'daki Atletico ve Sami Yen'deki Panathinaikos maçları buna örnek. Ancak dünkü gibi kazanması gerekn maçlarda takımın en gerisi ile en ilerisi arasındaki mesafeyi bir türlü azaltamadığından, orta sahayı ve oyunun kontrolünü rakibe bırakıyor.



Dün de Guiza'nın savunma arkasına koşularından korktuğundan savunmayı geride kuran, Alex'in etkisinden çekindiğinden M.Topal ile onu birebir marke ettiren ve 4 adamını hücuma yollayan bir Rijkaard vardı maçta. Böylece, maç genelinde Mustafa Sarp, birbirine yakın oynayan, iyi pas yapan ve alan daraltan 4'lü Fenerbahçe orta sahasının karşısında tek başına kaldı. Topu her ayağına alan Fenerbahçeli oyuncu çok rahat zeybek oynarcasına düşüne düşüne hareket etti. Ne yalan söyleyeyim, özellikle ilk yarıda iyi ki Fenerbahçe'de Emre yok dedim, çünkü Fenerbahçe oyunu kontrol ettiği halde tempolu oynayabilecek kaliteden yoksundu, onu da bir tek Emre giderebilirdi.  

Galatasaray'ın ne olursa olsun oyunun merkezini ileriye taşıması lazım. Özellikle de Sabri ve Caner (bendeki kredisini hala yitirmedi) gibi hücumcu bekleri de varken. Varsın geride az adamla yakalanarak savunma arkasına atılan toplardan gol yiyelim, Galatasaray'ın olması gerekn oyun karakteri budur, ileride baskı. Hem bu Turkcell Super Lig kalitesinin üzerindeki hücum oyuncularına sahip olan Galatasaray'ın bu yeteneklerini daha ekonomik kullanmalarına ve rakibi daha kolay şekilde hataya zrolamaya da yarar.

Reçete 2008 yılı sonunda Ankara'da oynanan Gençlerbirliği ve Ankaragücü maçlarında. O zaman adı total futbol değildi ama oyuncular aşağı yukarı aynı hatta daha kaliteli. (Lincoln ve Nonda yerine Keita, Elano, Jo ve Giovanni var) Bu durumda bu standartı beklemek artık hakkımız diye düşünüyorum.

19 Mart 2010 Cuma

İşte UEFA Avrupa Ligi bu


Bu hafta, özellikle Chelsea-Inter maçını çok merak etmeme rağmen işin aşırı yoğunluğundan dünkü Barcelona-Stutgart maçının ikinci yarısı hariç Şampiyonlar Ligi'ndeki maçları izleyemedim. Ama bu kaybımı bu akşam da UEFA Avrupa Ligi'ndeki maçlarda futbola fazlasıyla doyarak kapattım.

Bu yıl yapılan değişikliklerin gerek Şampiyonlar Ligi gerek Kupa 2 için gerekli taze kanı sağladığı aşikar, bu açıdan Platini'yi tebrik etmek lazım. Çeyrek Finale kalan takımları ve oynanan maçların çoğunda heyecanın son ana kadar sürdüğünü görünce bunu anlamak mümkün. Yarın kuralar çekilsin, çeyrek finale kalan takımlar ve geldikleri liglerle ilgili uzun bir analiz yazısı patlatmayı düşünüyorum zaten.

Yine de şunu unutmamak lazım. Eski adıyla UEFA Kupası'nın, yeni adıyla Avrupa Ligi'nin 5-6 yıldır bu tür heyecanlı ve önceden kestirilemez maçlara gebe olduğunu görüyorduk. Burada hiçbir takım formasını koyunca 2-3 turu kolaylıkla geçemiyor. Zaten bu yüzden çeyrek finale ulaşan hiçbir takım için "vadesi buraya kadar, asla kupayı alamaz diyemiyorsunuz"; zira iyi bir hava yakalayan takımın kendine güveni ve hedefe yaklaştıkça konsantrasyonu artıyor. 2003'te Porto kupayı aldığından beri, bir şekilde Şampiyonlar ligi'nden elenip gelerek ya da kendi liglerinde bir önceki sezonun faturasını ödeyerek bu kupada mücadele eden Avrupa'nın elitlerinden hiçbirinin şampiyonluğa ulaşamaması da bunu gösteriyor zaten.

Geçen akşama dönersek, şüphesiz en büyük sürpriz ve sükseyi Fulham yaptı. İtalya'da 3-1 mağlup olduğu maçın rövanşında Juventus'u üstelik 1-0 geriye de düşmüşken 4-1 yenmeyi başardı. Juventus için bu sezon "kayıp sezon" olmaktan çıktı "felaket sezon" olmaya doğru emin adımlar atıyor. Bir başka 4-1'lik mağlubiyeti de Bayern'den alarak ŞL'den elenmişlerdi (ilginçtir o maçta da Trezeguet atmıştı tek golü) şimdi de Avrupa'ya veda ettiler. Maçın özetlerini izlediğimde Fulham'ın Craven Cottage'ın atmosferi içinde  etkisi daha da artan arzusuyla Juventus'a belirli bir tempoyu dikte ettirdiğini anladım. Dempsey'in akıl dolu golü de böyle bir geceye yakışan bir final oldu.

4-4'lük maçta ilk maçta Mestella'da Valencia karşısında elde ettiği 1-1'lik avantajı kullanamadı Werder Bremen. Maçın hemen başlarında 2-0 geriye düşmek yeterince büyük bir şokken, 2-1'i yakaladıktan sonra son anda soyunma odasına 3-1 mağlup girmek hrhangi bir takım için yıkım olurdu. Ama W.Bremen kelimenin tam anlamıyla deliler gibi hücum eden bir takım. Nitekim 2. yarıda öyle bir baskı kurdular ki, Valencia değil kendi yarı sahasına, neredeyse çeyrek sahasına hapsoldu. Böylece 3-3'ü yakaladılar. Bu tempoyla devam etmeyip baskıyı şuurlu bir atak oyununa dönüştürmeye beceremediklerinden 4. golü yediler. Sonra Pizarro'nun golü maçı çevirmeye yetmese de sahada aynı anda Pizarro, Almeida, Rosenberg, Hunt, Marin ve Mesut Özil'i izlemek benim bu hücum iştahını ve cesareti alkışlamama yetti.



Marsilya-Benfica maçı da baya bir garip olmuş. Kendi sahanda, 1-1'in rövanşında golü 70. dakikada bulup sonra 2 tane yemek çok ağır gelmiş olsa gerek Marsilya'ya. Bu kadrodan ve Deschamps'tan hem Ligue 1
hem de Avrupa için çok ümitliydim ama bazı şeyler eksik. Benfica ise çok iyi hücum opsiyonlarına sahip, sürpriz bir şekilde finale uzanabilirler.

Gecenin en gollü maçlarındn biri Anderlecht'in Hamburg'u 4-3 yendiği karşılaşmaydı. 3-1'in rövanşında deplasmanda fazla zorlanmadan gol bulabilen Hamburg, zaten bu sezon kendi sahasında oynanacak finali her şeyden önce görüyor. Anderlecht de potansiyelini sonuna kadar zorladığı için alkışlanmayı hak ediyor. Bu arada santrfor Lukaku gerçekten çok etkili bir arkadaş.

Atletico Madrid, Sporting Lizbon maçları en çok Galatasaraylıların için acıttı herhalde. Özellikle artık Baros ve Sabri de dönmüş, Giovani ara ara kendine uygun maçlarda parlayabileceğini göstermişken Sporting önünde şansı çok fazla olabilirdi Cimbom'un. Atletico Madrid'in öndeki dörtlüsü gerçekten her teknik direktörün hayal edeceği cinsten. Bu gece de bu dörtlünün en parlak elemanı Agüero Lizbon'da özellikle 2.si çok klas olmak üzere attığı gollerle gerekli skoru takımına getirdi. İlk yarı 2-2 bittikten sonra Atletico'nun iyi savunma yapabildiğini de göstermesi bundan sonrasında onlar için umut verici.

Wolfsburg-Rubin maçı da dramatik bir biçimde sona erdi. Bazı çevreler galibin penaltılarla belirlenmesini adaletsizlik olrak nitelndirseler de, 210 dakika boyunca yenişememilş iki takımın mücadelesinin 120. dakikada gelen bir golle sonuçlanması çok yıkıcı oldu. Wolfsburg'un kadrsou çeyrek finale kalan en iyi 2-3 kadrodan biri. 3 ay önce oynasalardı Rubin rahatlıkla eleyebilirdi ama Wolfsburg çıkışa geçmişken kendileri de sezon başı sıkıntılarını yaşarken karşılaşmaları onlariçin talihsizlik oldu. Uzatma devresini izlediğim içimn sadece ayrıntılı bir yorum yapmam zor ancak Dominguez de gittikten sonra hücum açısından biraz kısır bir takıma dönüşmüş olduğunu söylemek lazım Rubin'in. Tabii Hasan Kabze'nin düzenli bir 11 oyuncusuna dönüştüğünü görmek güzel ama daha yaratıcı bir forvet hattı gerek Kazan ekibine.

Liverpool ve Standart Liege de kendi sahalarında kazanarak çeyrek finale kalan diğer takımlar oldular.

Yazı çok uzun oldu buraya kadar sabredenlere teşekkürler:)


15 Mart 2010 Pazartesi

Serie A'da çılgın hafta


Evet çılgın bir hafta. Çünkü uzun yıllardır fazlasıyla düşük tempolu ve sıkıcı bir futbol oynanadığı için önce Dünya çapındaki izleyici kitlesi azalan, sonrasında da kısır bir döngü içinde yıldız oyuncularını başka liglere kaptırdıkça Avrupa Kupaları'nda başarıdan uzaklaşan, başarıdan uzaklaştıkça daha çok yıldız oyuncu kaybeden, 2006 yılındaki skandalın ardından dengelerin değişmesiyle Inter'in fırsattan istifade üst üste şampiyonluklara kolayca ulaşmasıyla heyecan unsuru da azalan Serie A'da bugün son yılların en gollü hafta sonu yaşandı. Daha da önemlisi, Inter'in Catania deplasmanında eski bir Interli Sinisa Mihajloviç'in öğrencilerine 3-1 mağlıp olması, Milan'ın da Chievo önünde 90. dakikada şu hayatta her zaman için en çok sevdiğim futbolcular arasında yer alacak olan Clarence Seedorf'un muhteşem golüyle galip gelmesiyle iki Milano ekibi arasında son 10 haftaya girerken fark sadece 1'e indi.

Önce bugün gündüz maçlarında alınan sonuçlara bakalım:

Livorno-Roma: 3-3
Udinese-Palermo: 3-2 (Cavani'nin attığı Palermo'nun 2. golünü bir yerlerden bulup izlemenizi hararetle tavsiye ederim)
Genoa-Cagliari: 5-3
Juventus-Siena: 3-3 (Lig sonuncusu karşısında ilk 10 dakika 3-0 öne geçiyorsanız, böyle bir sonucun geleceğini söyleyen adama deli derler,ama oluyor işte)
Bologna-Sampdoria:1-1
Lazio-Bari: 0-2
Parma-Atalanta: 1-0

Bundan sonra zirve yarışının neler getireceği üzerine kafa yorarsak, bugüne kadar fazlasıyla rahat konumundan ötürü puanları dağıtan Inter'in biraz panik havasına girebileceğini, özellikle Şampiyonlar Ligi'nde Chelsea'ye elenilmesi halinde Mourinho'nun üzerindeki baskının daha da artabileceğini söylemek mümkün. Fakat, Milan bu yıl öyle istikrarsız ki, Inter ne kadar kötüye giderse gitsin ipleri eline alacaklarına güvenmemiz mümkün değil. Kısacası Inter'i biraz daha şanslı görüyorum.

Ama yazının esas fikrine gelirsek, her ne kadar geçen hafta Roma-Milan maçından sonra yazdıklarım tamamen aksi yönde gibi görünse de, artık Serie A'nın seyir keyfi vermeyeceğini söylemek zor, en azından kesinlikle daha renkli ve heyecanlı olacak.  
Share
|

10 Mart 2010 Çarşamba

Futbol yıldız oyuncularla oynanır!

Geçtiğimiz akşam Şampiyonlar Ligi'nde iki maçta atılan 10 gol, eleme turlarında pek de alışık olmadığımız, ama keyifli olduğunu da inkar edemeyeceğimiz bir durum yaşattı bize.

İki maç arasında bir seçim yapacağımda, Arsenal son dönemde çok formda olmasına rağmen Porto'nun kontratak gücüne ve temposuna güvendiğimden, daha çekişmeli geçeceğine inandığımdan Fiorentina-Bayern maçını bir kenara bıraktım. Neyse ki Arsenal ilk 20 dakikada Bendtner ile iki gol bulunca ve maçın genel seyri belli olunca, kumandayı Floransa'ya çevirdim.

Fiorentina, belki de beceremediğinden, savunmada kalmayı pek sevmeyen bir takım. Bayern de bugnü skoru korumak için ideal kadrosu ve oyun yapısında bir değişiklik yapmadığından hareketli bir maç oldu. Uzun süredir izlediğim en güzel ve temposu yüksek maçlardan biriydi. Bunları sadece bol gol gördüğüm için söylemiyorum elbette. İstatistikleri görmedim ama topun oyunda kaldığı süre çok fazlaydı. Bunun sebebi iki takımın da yerden, dikine ve kanatları kullanarak hücum etmeyi sevmesiydi.

Bayern ile ilgili geçen ayki bir yazımda, hücum güçleriyle her takımı yenebileceklerini ancak kaleci ve defanslarıyla hiçbir zaman kazanacaklarından emin olamayacaklarını yazmıştım. Futbolda, özellikle de yaşadığımız dönemde takımları blok blok ayırmak mantıklı değil elbette ancak bu akşam ilk golde Butt'un, ikinci ve üçüncü gollerde ise defansın fahiş hatalarının hezimete dönüşmesini iki muhteşem gol önledi.

Fiorentina'da Jovetiç, Liverpool'dan sonra Bayern'e de 2 gol attı. Benim izlediğim her maçında fizik yönünden de giderek kuvvetlendiğini görüyorum ve bu da onun zaten kendini belli eden potansiyelinin onu bir süperstar seviyesine çıkarabileceğini gösteriyor.

Fakat, halen Bayern'de bulunan bir süperstar var ki, her geçen gün kariyerine daha parlak performanslar ekliyor. Robben'in bu formu iflah olmaz bir Hollanda destekçisi olarak, Dünya Kupası öncesi beni umutlandırmasının yanı sıra, takımını da ayağa kaldırıyor. Chelsea ve Real'de oynarken başrol başkalarınındı, aslında burada da başrol Ribery'nindi hesapta ama Robben belki de PSV günlerinden beri ilk kez bu kadar istekle sorumluluk alıyor. Attığı golü aşağıda izleyebilirsiniz. Takım 2-0'dan 2-1'i yakaldığı anda 3'yü yiyince yaşayabileceği moral çöküntüsü ancak böyle bir golle giderilebilirdi. Bu golden sonra Fiorentina da tam bir zihinsel çöküş ve "ne yaparsa yapalım karşılık veriyorlar"a benzer bir his oluştu. Zaten o dakikadan sonra da çok ciddi bi pozisyon yakalayamadılar.

 

Arsenla-Porto maçının ise ilk 25 dakikası hariç özetlerini izledim. Tamam Arsenal çok formda, Arshavin ve Nasri de çok çabuk ve yetenekli oyuncular ama Porto defansının bu akşamki halini açıklayabilecek hiçbir arügman yok benim nazarımda. Her türlü çalımı yemelerinin yanı sıra bir oyuncunun önünde 3-4 kişi durup müdahale etmeyerek resmen bir geçiş koridoru oluşturdular. Aşağıda izleyebileceğiniz maçı fiilen bitiren Nasri'nin golü gerçekten çok klas. Arsenal de çok şeyler yapabilecek bir takım ama rakipler düşünüldüğünde kalecisi ve (her ne kadar bugün Bendtner hat-trick yapmış olsa da) top-class bir santrforu olmaması işlerini zorlaştıracak ilerleyen turlarda..

 

Come Play



Avustralya'nın 2018 ya da 2022 Dünya Kupası adaylığı tanıtım filmi. Görüntüler ve müzik bence çok hoş, biraz daha kısa tutulsa da oluruş tabii. Topun ülkenin hatta kıtanın dört bir yanını dolaşması fikrinin ise çok orijinal olmadığını söylemek gerek.

En dikkat çekici tarafa gelince; videonun başrolünde Harry Kewell, yardımcı rolde de Lucas Neill var.

7 Mart 2010 Pazar

La Liga'da zirve yangını


Ne yalan söyleyeyim, La Liga'nı bu halini geçen seneyle kıyasladığımda kesinlikle daha çok seviyorum. Sonunda Barcelona'nın şampiyon olmasını belki daha çok istiyorum ama geçen sene erişilmez Barça'nın karşısında biraz süklüm püklüm kalan Real Madrid'in, bu sezon bu kadar hırslı, istekli ve "ben istedğim maçı alırım arkadaş" havasında oynayan bir takıma dönüşmesi aldığımz keyfi kat be kat arttırıyor kuşkusuz.

Sırayla gidersek geçtiğimz akşam futbolseverler için güzel bir geceydi. Önce Almeria-Barcelona maçını izlemeye başladım. Her ne kadar Almeria ilk golü bulmuş olsa da Barcelona'nın öyle ya da böyle maçı çevirebileceğini düşündüğümden ilk yarının ortalarına yakın Roma-Milan maçına geçtim.

Bunun doğru bir karar olmayabileceğini tahmin ediyordum ama yine de inatla Serie A'ya bir şans tanımaya karar verdim. İtalya ligi'nde genelde iki takım da iddialıysa ve maçı ciddiye alıyorsa beraberlik çok yüksek bir ihtimaldir, zira iki takımın da kaybedeceği şeyler var demektir bu. Nitekim, bu maç da bahsettiğim çerçevede cereyan etti. Roma bir süredir yaratıcı oyuncu sıkıntısı çekiyor bu açık. 2-3 sene önce 4-6-0'ı literatürde popülerleştiren takım olmuşlardı. O takım kanatları iyi kullanması ve Totti sayesinde ilerliyordu, şimdi tipik bir Ranieri takımı olmuşlar; rakibi uyuşturan, çoğu zaman az ama öz hamleyle istediğini alan, istediğini alamadığında ise ek bir alternatif üretemeyen bir takım. Milan'ın da 1 ay önceki temposundan eser yok, Ronaldinho geriye gidiyor. O durunca, Pato da olmayınca alternatifler kısalıyor. Maç 0-0 bitince, herkes bundan Inter'in kazançlı çıktığı yorumunu yaptı. Bence de yarın Genoa'yı yenmesi halinde Inter sonuna kadar bu işi götüreceğiğn dosta düşmana göstermiş olur.

Barcelona maçını kaçırmama rağmen sürpriz puan kaybının Real Madrid'i ateşleyeceğini düşünüyordum. Ancak, Sevilla'nın her zaman ters gelen bir takım olduğunu da unutmamak gerekiyordu. Nitekim ilk yarıda golü de bulduktan sonra Real'e istediklerini yapma fırsatı vermediler.

İkinci yarıda Sevilla Barnabeu'dan 3 puan çıkaracaksa Navas ve Capel sayesinde olacak diye düşünürken Capel'in oyundan alınması şaşırtıcı geldi bana. Muhtemelen Kanoute'nin topu ilerde tutuabileceğini ve böylece baskı yemeyeceklerini düşündü Jimenez ama hem takımını çok değerli bir kontratak silahından mahrum bıraktı hem de Sergio Ramos'un rahat rahat ileri çıkmasını kolaylaştırmış oldu.

Yine de Casillas'ın şaşkınlığıyla gelen ikinci gol işleri iyice ilginç hale getirdi. Herhalde Casillas için bu tip akşamların nazar boncuğu misali arada bir yaşanması gerekiyor. Şampiyonlar Ligi'nde Milan karşısında da abuk sabuk goller yemişti. Başka da kötü maçını fazla hatırlayamıyoruz zaten.

Skor 2-0 olduktan sonra Pellegrini'nin bir şok etkisine ihtiyacı vardı. Van der Vaart ve Guti'nin, Arbeloa ve Diarra'nın yerine oyuna girmesinin 3 yönden etkisi oldu. İlki verilmek istenen mesaj, yani defansif oyuncu çıkarı hücuma yönelik oyuncu alarak "pes etmedim" mesajı vermek. İkincisi orta sahanın teknik kapasitesini arttırarak takımın uygulayacağı baskıya şuur kazandırmak. Üçüncüsü de bu iki oyuncuya galibiyeti getirterek kendilerini yeniden ispatlama şansı vermek. Nitekim, hem Van der Vaart hem de Guti mükemmel oynayarak bu etkinin 3'te 3 gerçekleşmesini sağladı.




Sezon başında yedek kalması öngörülen Higuain'e de ayrı bir paragraf ayırmak lazım kesinlikle. Hafta içi milli takımda Almanya'ya karşı da izledim ve şunu söyleyebilirim ki halihazırdaki formuyla dünyanın en etkili 5 santrforu içinde. Bugün 3 kez direkleri dövdü ama sürekli hareket halinde oluşu ve aldığı tüm topları mükemmel kullnmasıyla Sevilla defansını dağıttı. Sevilla'nın skoru korumasını bekleyeceğimiz dakikalarda herhangi bir forvet savunma bloku içinde gömülebilirdi ama o başka tür bir oyuncu olduğunu gösterdi.

Maçtan sonra İspanyol rejisinin ekrana yansıtığı istatistikte gol pozisyonu hanesinde Real:15, Sevilla:2 yazıyordu. Yani Real kazanmak istedi va kazandı. Şimdi 11 Nisan'ı iple çekiyoruz... Dileğim mümkünse bu tablonun korunması yani 2 takımın aynı puanlarla sahaya çıkması ve bize gerçek bir final izletmeleri.

Share


5 Mart 2010 Cuma

Dünya Kupaları tarihinin en iyi 100 futbolcusu


İngiliz Daily Mail gazetesinin spor servisi şefi Jeff Powell, Güney Afirka 2010'a 100 günden az bir zaman kala Dünya kupaları tarihine damga vuran 100 oyuncuyu seçmiş.

Benim aklımın ermeye başladığı ilk Dünya Kupası 1990 İtalya idi, yani bugüne kadar sadece 5 kupa görmüşüm, ahkam kesmeye yetecek bir rakam değil bence; bu kupaların tamamında oynayan bile var sonuçta (Paolo Maldini).

Powell'ın ilk 10 sıraya koyduğu isimleri ve geriye kalan 90 oyunculuk listeyi copy-paste yoluyla aşağıya ekliyorum. Bir İngilizin Maradona'yı 3. sıraya koymasını da ziyadesiyle manidar buluyorum.

1. Pele
2. Garrincha
3. Maradona
4. Ronaldo
5. Cruyff
6. Puskas
7. Beckenbauer
8. Bobby Moore
9. Romario
10. Zidane

Goalkeepers: Oliver Kahn (Germany), Sepp Maier (West Germany), Gordon Banks (England), Dino Zoff (Italy), Peter Schmeichel (Denmark), Lev Yashin (USSR).


Defenders: Daniel Passarella (Argentina), Carlos Alberto, Djalmar Santos, Nilton Santos, Cafu, Roberto Carlos (all Brazil), Laurent Blanc (France), Paul Breitner (W Germany), Paolo Maldini, Franco Baresi, Fabio Cannavaro, Giacinto Facchetti (all Italy), Ruud Krol (Holland).

Midfielders: Osvaldo Ardiles (Argentia), Ademir, Didi, Roberto Rivelino, Gerson, Falcao, Clodoaldo, Zico (all Brazil), Enzo Francescoli (Uruguay), Paul Gascoigne (England), Michel Platini (France), Lothar Matthaus (W Germany/Germany), Wolfgang Overath (W Germany), Bobby Charlton (England), Johan Neeskens, Frank Rijkaard, Ruud Gullit, Johnny Rep, Rene van der Kerkhof, Wim Van Hanegem (all Holland), Grzegorz Lato (Poland), Gheorghe Hagi (Romania), Enzo Scifo (Belgium), Dragan Dzajic (Yugoslavia), Nils Liedholm (Sweden), Teofilo Cubillas (Peru), Michael Laudrup (Denmark), Josef Masopust (Czechoslovakia), Carlos Valderrama (Colombia), Junich Inamoto (Japan).

Strikers: Mario Kempes (Argentina), Hans Krankl (Austria), Jairzinho, Vava, Mario Zagallo, Rivaldo, Ronaldinho, Tostao (all Brazil), Sandor Kocsis, Nandor Hidegkuti (both Hungary), Juan Alberto Schiaffino (Uruguay), Just Fontaine, Raymond Kopa, Jean-Pierre Papin (all France), Helmut Rahn, Gerd Muller, Fritz Walter, Uwe Seeler, Karl-Heinz Rummenigge (all W Germany), Jurgen Klinsmann (W Germany/Germany), Geoff Hurst, Gary Lineker (both England), Guiseppe Meazza, Paolo Rossi, Gianni Rivera, Roberto Baggio (all Italy), Marco Van Basten, Dennis Bergkamp, Rob Rensenbrink (all Holland), Eusebio (Portugal), Zbigniew Boniek (Poland), Davor Suker (Croatia), Raul (Spain), Hristo Stoitchkov (Bulgaria), Hugo Sanchez (Mexico), Hakan Sukur (Turkey), Henrik Larsson (Sweden), John Charles (Wales), Roger Milla (Cameroon), Ahn Jung Hwan (S Korea), Joe Gaetjens (USA).

11 Dünya Kupası'nı yerinde izleyen Powell diyorsa doğrudur elbette ama listede yadırgadığım bazı isimler olduğunu da söylemem lazım. Örneğin Ahn Jung Hwan'ın attığı altın gol yeterli oluyorsa İlhan Mansız'ın da olması lazım bu listede. Veya golcülüğünü takdir etmekle birlikte sadece 1986'da oynayıp 2 gol atan Papin'in listede olmasının yanında hem 1998'de güzel bir çıkış yapan hem de 2006'da takımın final yolunda büyük katkı sağlayan Thierry Henry'nin olmaması da çok ilginç. Benim gördüğüm kadarıyla listede Didier Deschamps ve Lilian Thuram'ın olmaması da büyük bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Bir e kaleciler arasında 1994'ün unutulmaz İsveçli Ravelli'si.

Tabii bu listelerde herkes kendine göre bir eksiklik ya da fazlalık görecektir şüphesiz. Beni sevindiren yolu Galatasaray'dan geçmiş bazı isimlerin de o listede olması; Frank Rijkaard, Gheorghe Hagi ve listenin belki de en büyük sürprizi olan Junichi Inamoto. Fenerbahçe'yi çalıştırmış olan Didi ve Zico da var listede.

Tabi beni tanıyanların bildiği üzere, iflah olamz bir hayranı olarak, bu listeden bu kadar çok bahsetmemin nedeni içinde Hakan Şükür'ün de olması. 2002'de çok iyi bir performans göstermse de Dünya Kupaları tarihinin en hızlı golünü atmış olması bile yeter...

P.S: Kendi izlediğim 5 kupanın bana göre en iyi 20 oyuncusunu da kupa yaklaştığında burada paylaşacağım, şimdiden söylemiş olayım.  
Share


15 gün aradan sonra

Tam iki haftadır blogu boş bırakmışım, nedense yazmak gelmedi içimden. En son Atletico Madrid maçlarını yazmıştım, henüz oynanmamışken. Bu aralar şanssız bir dönem geçirdiğimden olsa gerek iki maçı da izleme imkanım olamadı. İspanya'daki maç için heyecanla TV karşısında oturmuşken Rabat'ta çıkan acayip bir fırtına yüzünden uydu iptal oldu. Ali Sami Yen'deki maçı ise bir iş dolayısıyla dışarda olmak zorunda kaldığım için izleyemedim. Sonuçta Galatasaray çok tatsız bir biçimde elendi. Birçok şeye bağlanabilir ama üzerinden yeterli zaman geçti, her türlü yorum da yapıldı yani yeniden yazmanın anlamı yok.

Bugün tesadüfen 25 Şubat'taki maçın tekrarına rastladım, izledim sonuna kadar ve artık bloga yazma vakti gelmiş dedim..