23 Ekim 2010 Cumartesi

Galatasaray: Hayalden uyanış

 
 
Bizim kuşak Galatasaraylıların, yani UEFA Kupası şampiyonluğunu bütün ayrıntılarıyla idrak etmiş olanların (misal ben 18 yaşındaydım) maalesef ciddi bir zaafı var. Biz muhtemelen o yıllarda hayal ettiğimizin ötesini gördüğümüz için, “Galatasaray’ın adının olduğu yerde umut vardır” şiarının da ötesine geçerek, sözkonusu Galatasaray olunca bize vaat edilen güzel günlere çok kolay inanıyoruz. Belki şerefli yenilgiler dönemini kılpayı teğet geçmemiş olsak, anılarımız Neuchatel’li, Monaco’lu 88-89 sezonla başlamamış olsa daha rasyonel ve kuşkucu olabilirdik. Fakat inandık… Sanki 10 yıl önce UEFA Kupası kazanıldığından beri göreve gelen yönetimler Galatasaray’ı hem anlamda eksiksiz bir dünya kulübü yapmayı başarmışlar gibi, gerekli kurumsal altyapı var mı diye sorgulamadan, salt Rijkaard’ın gelişinin bir devrim yaratacağına inandık.

Öyle heyecanlıydık ki, zamanında beyaz saçlı adamın sıfırdan gerçekleştirdiği devrimi, bu kıvırcık saçlı adamın gerçekleştirmesi çok kolay görünüyordu hepimize. Büyük transferler yapılmış, gerekli kadro oluşturulmuştu. Fakat nasıl olduğunu anlamadan bir yerde tıkanıklık başladı. Rijkaard-Neeskens ikilisi istediklerini gerçekleştiremez gibi olunca kendi oyun anlayışlarından ödün verdiler, belki herkesin dile getirmekten çok hoşlandığı “Türk futbolcusunun yapısına uygun bir düzeni” benimsemeye çalıştılar. Ne zaman heyecan verici bir vizyon ortaya konsa, bazı unsurlar hevesini kursağında bıraktı öncülerin. Dünyanın en pahalı kadrolarından Man City’de düzenli olarak ilk 18’e giren Jo’ya, Avrupa’da hala ciddi bir piyasası olan Giovani Dos Santos’a, Dünya 3.sü U17 Milli Takımının Nuri Şahin’den sonraki en büyük yıldızı Caner’e neler yapıldığını, haklarında neler yazıldığını hatırlayın. Elano’nun burada geçirdiği 14 ay sonrasında halihazırda yüzündeki ifadeye bakın. Belki o zaman neden Haldun Üstünel’in görevi bıraktığını anlamak da mümkün olabilir.

Bu sezonki transfer politikasına bir bakın… Takım Avrupa’dan elendikten sonra taraftarı susturmak için Misimoviç’in son gün transfer edilmesinden tutun, Keita’nın yerine Stoch’un peşinden koşulup ucuz diye Pino’nun alınmasına, orta sahada takımı M.Sarp-Ayhan ikilisine mecbur bırakan, forvette Baros’un başına bir şey gelmesin diye dua ettiren alternatif yoksunluğuna ve gençlerin yok pahasına elden çıkarılıp kadronun vasat Anadolu takımı yedekleriyle doldurulmasına da diyecek bir şey yok mu?

Rijkaard’ın başarılı olduğunu iddia etmiyorum elbette. Belki de en büyük hatası tüm kurumsal ve teknik altyapının hazır olduğuna kendini inandırmasıydı. Burada sadece antrenman ve maçlardaki görevin yetmediğini, teknik direktörlerin 7/24 her türlü detayla ilgilenmesinin gerektiğini anlayamadı. Ancak asıl sorgulanması gerekenin Rijkaard gibi uluslararası değerlere Türkiye’de başarılı olacak ortamı sağlayamamamızın nedenleri olduğunu düşünüyorum. Bu “çok kariyerli bir hocaya ne olursa olsun sabredelim” şeklinde geçiştirilecek kadar basit bir durum değil. Bu tür başarısız dönemleri bütün büyük hocalar zaman zaman yaşayabiliyor fakat sonrasında onların isimlerinden ve prestijlerinden bir şey kaybetmediklerini, hatta bu deneyimleri ileriki kariyerleri için artıya dönüştürebildiklerini görüyoruz. Kısacası kaybeden biz oluyoruz.

Kaybeden biz oluyoruz çünkü bazı anlayışlar değişmeden olduğu yerde kalıyor. Hanelerine Rijkaard gibi bir efsaneyi harcadıkları sanrısını yazıp yollarına devam ediyorlar. Aklıma hep zamanında Toschak’la Ali Şen arasındaki polemikte, Toschak’ın havaalanında sıradan bir adamı durdurup “hangimizi tanıyosun?” diye sorması geliyor. Rijkaard hep efsane olarak kalacak, muhtemelen bir sonra gittiği kulübü yine zirveye çıkaracak yani yeniden ayağa kalkacak Peki onun gönderilmesine öyle ya da böyle katkıda bulunanlar… “Güvenilmediğim yerde iyi performans göstermem beklenmesin” diyenler… Galatasaray taraftarının gözünden düştüğü yerden nasıl kalkacaklar?

Futbolcuya dayalı düzen

Aslında bütün bunlar 2007’de rahmetli Özhan Canaydın Mart ayında sözleşme yenilediği halde, Adnan Polat’ın yönlendirmesiyle sezon sonunda Gerets’in gönderilmesiyle başladı. Sanki daha önceki 48 sezonda 48 şampiyonluk yaşanmış gibi 2007’de şampiyon olamamak Gerets’in sonu oldu. Halbuki, beğenilmeyen anacak ne hikmetse gittiği her yerde başarılı olan Gerets, 2006’da rekor puan toplayarak şampiyon olmuş, bugünün kaptanı Arda’ya düzenli olarak forma vermiş, onu ilk kez en rahat ettiği yer olan sol açıkta denemiş, Şampiyonlar Ligi’nde ilk maçına 19 yaşındaki Arda ve 18 yaşındaki Aydın’ı ilk 11’de başlatacak, Kadıköy’de 4-0 mağlubiyeti göze alarak 19’luk Uğur ve Ferhat’ı oynatacak kadar gençlere kapıyı açmıştı.

Feldkamp, yaşattığı başarıların verdiği krediyle yeni ve genç bir takım yaratması için göreve gelmiş ve kısmen başarılı bir grafik çizmişti. Ancak, takımın içten içe kaynaması, onun gibi disiplin üstadı olan birinin bile gitmesine zemin hazırladı. Kalli gittikten sonra ise gerçekten müthiş anlara sahne olan, her anında emek ve inanç dolu bir mücadele sonucu 17. şampiyonluk geldi.

Şimdiki tabloya bakınca 2008 şampiyonluğu ne kadar güzel olsa da keşke gelmeseymiş diyorum. Çünkü Cevat Güler’in emeğine hakaret edecek şekilde “hocasız şampiyonluk” olarak anılan bu başarı futbolcuya dayalı düzeni kemikleştirdi. Bu düzen, bugüne kadar Skibbe ve Rijkaard’ın ve birçok “yabancı” futbolcunun “kellesini aldı”.

Skibbe’nin oynattığı, örneğin Benfica deplasmanındaki veya Ankara serisindeki futbolun üzerine o günden beri çıkamadı Galatasaray. O dönemde, ligde şampiyonluk iddiası sürerken, Avrupa’da da her şey yolunda giderken, belki fazlasıyla yumuşak başlı olduğu için dört koldan gelen eleştirilerle kurbanlık koyun muamelesi gördü Skibbe.

En nihayetinde de Rijkaard… Neler olduğunu, bir efsaneyi harcamayı, daha doğrusu harcadığımızı zannetmeyi nasıl başardığımızı anlatmaya çalıştım. Bu sefer taraftar her şeyin farkında, inanmıyorsanız Pazartesi Rijkaard’ın nasıl uğurlanacağını görün…

Efsaneler nöbete

Şimdi yaşadığımız hayal kırıklığına geçici pansuman yapıyorlar yine efsanelerimizi ortaya atarak… Skibbe sonrası Bülent Korkmaz’la avutmaya çalıştılar, büyük kaptanın Galatasaray sevgisi onların vakit kazanma, tepkiden kaçma ilacı oldu. Şimdi de en büyük efsanelerimizden biri Hagi bir başka efsane Tugay’la birlikte ateş topunu avuçlayacak, yönetimin içi soğusun biraz daha vakit kazansınlar diye…

Neticede, son bir haftadır Galatasaray etrafında çıkan haberlerin, yapılan yorumların, gündeme gelen isimlerin, belirsizliklerin, hayal kırıklıklarının, umutların hepsinin bizi götürdüğü noktada ortaya açık biçimde çıkan tek bir gerçek var. Galatasaray böyle yönetilmeyi hak etmiyor.

8 Ekim 2010 Cuma

Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 5 - İngiltere

Ekim başı itibariyle şöyle bir gözden geçirmeye çalıştığım Avrupa'nın 5 büyük liginin değerlendirmesine Premier League ile son veriyorum. Aslında bu post, serinin en kısa yazısı olacak zira "Ada cephesinde değişen bir şey yok" başlığıyla dahi yetinebilirdim, zira Chelsea durdurulamaz gibi görünen performansını sürdürüyor.
Bu sezon Premier Lig'de dikkati çeken en önemli unsur üsttekilerle alttakiler arasında güç farkının daha önce hiç olmadığı kadar belirginleştiğinin görülmesi oldu. İlk haftalarda sık sık rastladığımız 6-0 gibi skorlar, Arsenal ve Chelsea gibi hücum potansiyeli yüksek takımların rakipleri önünde rahatlıkla sonuca gitmeleri genel itibariyle heyecanı azaltmış gibi görünse de seyir zevki yüksek maçlar izlememizi engellemedi.
Ancelotti'nin Chelsea'si tam hızla devam ediyor. Onlar için söylenebilecek fazla bir şey yok, yalnız kadronun geçen seneye göre biraz daraldığını ve ilerleyen aylarda takımı taşıyan oyuncuların sakatlanması halinde sıkıntı çekilebileceğini söyleyebiliriz. Bu durumda da Ancelotti'nin gençlere çok güvendiği anlaşılıyor. Özellikle birkaç maçta izleme imkanı bulduğum Josh McEachran çok büyük bir yıldız olabilecek kaliteye sahip.
Bu seneyi de transfer şampiyonu olarak kapatan Man City, sezon içinde ne yapacağı en çok merak edilen takım. Şu an için işler yolunda ve takımın ve Mancini'ni giderek güven kazandığı görülüyor. Dünyanın belki de en iyi defansif orta saha rotasyonuna sahip olmaları onları çok zor gol yiyen bir ekip haline getiriyor ki, tam Mancini'nin felsefesine uygun bir durum. Chelsea'ye şu ana kadarki tek yenilgilerini tattıran takım olmaları onları zirve yolunda daha da teşvik etti ancak ben bu yıl da şampiyonluğun zor olacağını tahmin ediyorum.
Man Utd ise bir türlü istediği oyunu tutturamıyor. Geçen yıl kariyerinin en iyi sezonlarından birini yaşayan Rooney gerek post-Dünya Kupası travması, gerek sakatlıklar yüzünden bu sezon bir türlü istikrarlı bir görüntü çizemedi. Liverpool maçında hat-trick yapan Berbatov'unki gibi istisnai performanslar olmayınca hücumda tamamen Rooney'e endeksli (örneğin Rangers defansını aşamadılar), aynı zamanda savunmada daha önce görmediğimiz ölçüde kolay gol yiyen bir görüntü çiziyorlar. Yine e kadro istikrarı ve Sir Alex'in tecrübesiyle bu işi uzun dönem kovalayacakları kesin ama ilk 2 dışında kalmaları dahi mümkün.

Arsenal dediğimde ise her seferinde yine Arsene Wenger'in zekâsına ve futbol anlayışına şapka çıkarıyorum. İlk bakışta manşetleri süslemeyen ve birçok çevre tarafından riskli olarak damgalanan transferler tıkır tıkır işleyen sistemin içine Wenger sayesinde büyük bir ustalıkla monte ediliyor. Bu sene de Koscielny ve Chamakh'ın performansları bu duruma güzel bir örnek teşkil etti. Arsenal'in futbol anlayışı her zaman hızlı, pozitif ve seyir zevki vaat eden bir yapıda fakat bir yerde en üst düzeye çıkmak için yeterli kadro kalitesine (örneğin kaleciye) sahip değiller.

Son olarak Liverpool'a değinmek gerekirse, onları küme düşme hattında görmenin, geçici olduğundan emin olsam da, şaşırtıcı ve üzücü olduğunu söyleyebilirim. Kadrodan Mascherano dışında önemli bir kayıp olmamasına ve artık yerinde saymaya başlayan Benitez'in yerine yapılabilecek en iyi seçimlerden biri olan tecrübeli ve başarılı Hodgson göreve geldikten sonra bir kıpırdanma olacağını beklerken, yerinde saymak şöyle dursun geriye gitti Liverpool. Şu anda gündemi meşgul eden kulübün satılması, borçlar vs. konularının taraftara nasıl yansıyacağını bilemiyorum ancak bu gidişin böyle devam etmeyeceği de aşikar. Her şeye rağmen yılsonuna kadar toparlanacaklarını ve özellikle UEFA Europa League'de iyi sonuçlar alarak kazanacakları morali lige yansıtacaklarını düşünüyorum. Fernando Torres'in yaklaşık 1 senedir kayıplarda olduğunu ve ismini yeniden hatırlatmak için bir çıkış noktasına ihtiyacı olduğunu düşünürsek, sarı saçlı çocuğun kırmızıları taşıyacak bir performans ortaya koymasını beklememek için bir neden yok.

7 Ekim 2010 Perşembe

Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 4 - İtalya


1990’larda ne İngiltere, ne de İspanya ligleri Serie A kadar ilgi çekerdi. Hem tüm büyük yıldızların Çizme’de toplanması hem de İtalyan takımlarının Avrupa kupalarını domine etmesi bu konumunu keyfini uzun süre devam ettirmesini sağladı. Fakat 2000’lere gelindiğinde özellikle Premier League’in mali anlamda inanılmaz güçlenmesi bu gidişatı değiştirdi. Son yıllarda İtalya Ligi pek fazla kimsenin ilgilenmediği, yıldız oyuncuların tercih etmediği ve hatta yanılmıyorsam bu sezon İskoçya ve Hollanda liglerinin yayınlandığı Türkiye’de dahi yayınlanmayan bir lige dönüştü.

İtalya Ligi’nde 2006’da patlayan skandalın ardından değişen dengelerden de yararlanan Inter, 5 yıllık bir hegemonyanın keyfini sürmeye devam ediyor. Bu dönemde, Mourinho’nun futbol aklıyla kadro istikrarını yakalayan ve daha da büyüyerek Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna kadar uzanan Inter, bu sezon başında en büyük yıldızı olan teknik direktörünü kaybetse dahi, yine kazanma alışkanlığı olan ve uzun süredir Liverpool’da yerinde saydığını düşündüğümden, yeni bir meydan okumaya kendi kariyeri açısından da ihtiyaç duyan Benitez’le anlaşarak bence doğrusunu yaptı ve sezona da yine favori olarak başladı.

İtalya’nın üç büyüklerinden Milan ve Juventus da geçen sezonu birçok sıkıntı içinde geçirdikten sonra bu sezona eski günlerini yakalama hedefiyle başladılar. Özellikle, yıllardır yaşlı kadrosunu yenileyememenin sıkıntısını yaşayan Milan, bir tür İtalyan usulü Galacticos yaratma peşine gitti ve Ibrahimoviç ile Robinho gibi iki süper transfere imza attı. Teknik Direktör Allegri’nin takımı istediği hedefe ulaştıracak kapasite ve kariyere sahip olup olmadığı tartışması devam etse de sıkıntıya düştükleri maçları dahi çevirme kapasitesine sahip, etkili silahları olan bir kadro var karşımızda.

Juventus’ta ise sorunun Ferrara veya Zaccheroni’den kaynaklanmadığı ve daha derinlerde yattığı bu sezon şu ana kadar gösterilen performansla doğrulanmış oldu. Yine de uzun süre transfer etmeye uğraştıkları Krasiç’in son birkaç maça ağırlığını koymasıyla hafif bir toparlanma sinyali göndermeye başladılar. Daha önce de bu blogda Krasiç’ten bahsetmiş ve özellikle geçen sezon CSKA formasıyla ŞL’deki müthiş performansına değinmiştim. Şu anda taraftarların eskimeyen yıldız Del Piero ile birlikte fark yaratması için bel bağladıkları ve yeni Nedved olarak gördükleri adam konumunda. Yalnız hücumda ne kadar iyi olursa olsun, şu an itibariyle zirveyi kovalayacak kalitede bir defans anlayışı yok Juventus’un. Çok kolay ve bol gol yiyorlar. Yine de son Inter maçındaki dirençleri gelecek adına iyi bir referans noktası olabilir.

Roma ve Fiorentina için sezon kabus gibi başladı. Gerçi Roma böyle başlangıçlardan sonra inanılmaz seriler yakalamakta meşhurdur ama bu sezon bunu yapabilecekler mi bilemiyorum. Şu an iki takım da 6 maçta 5 puan toplayabilmiş durumdalar. Roma, Inter’i son dakika golüyle 1-0 yendiğinde, toparlanmaya başladıklarını düşünmüştüm ama Napoli karşısında direnemediler. Fiorentina’nın durumu ise daha kötü. Takımın kimyasını ayakta tutan teknik direktör Prandelli’ymiş demek ki. O milli takımın başına gidince, takımı taşıyacak kapasitedeki Jovetiç de sakatlanınca çok zor günler geçirmeye başladılar. Kısa vadede bir teknik direktör değişikliğiyle orta sıralara yükselmeleri muhtemel ama daha fazlası zor.

İki sezondur olumlu sinyaller veren Napoli, bu sezonun başından beri adım adım zirveye doğru yol alıyor. Şampiyonluk yine de zor görünse bile, ŞL hedefini sonuna kadar kovalayacak gibiler. En önemlisi göze hoş gelen bir futbol oynayan, genç ve hareketli bir kadroya sahipler, ayrıca Hamsik gibi süper bir yıldız olma yolunda ilerleyen bir orta sahaya, Cavani gibi de potansiyelinin şu ana kadar gösterdiği kısmıyla bile ilerde neler yapabileceğinin müjdesini veren bir golcüye sahipler.

Bu kez lideri sona bıraktık. Geçen seneden alınan dersler ve doğru hamlelerle yaşanan 180 derecelik bir değişim yaşandı Lazio'da. Kaleci Muslera ve önündeki sağlam savunmanın yanı sıra olgunlaştıkça etkinliği artan Rocchi’nin sürüklediği hücum hattı. Kadro çok geniş olmadığından nereye kadar gideceklerini kestirmek zor fakat başarı geleneğine ve sadık bir taraftar kitlesine sahip olduklarından kazandıkça keyiflerinin yerine geleceği ve üst sıralara tutunacakları söylenebilir.

Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 3 - Fransa



Lyon'un 2000'lerin ilk yarısına damga vuran hegemonyası yıkıldığından beri, Ligue 1 iyiden iyiye sürprizlere açık hale geldi. Zaten benim hatırladığım kadarıyla, Fransa'da hiçbir zaman en iyi takımların bile birkaç yıl üst üste istikrarlı sonuçlar alabildiğine şahit olmadık. O yüzden, hangi sonuçla karşılaşılırsa karşılaşılsın diğer büyük liglerde olduğu kadar hayret uyandırmıyor.
Gerçi bu sezon başında Marsilya ve Lyon'un oturmuş kadroları ve ekonomik yapılarıyla bu tabloyu ortadan kaldırabileceğini düşünenler azınlıkta değildi. Özellikle Marsilya şampiyon olup şanssızlığı kırdıktan sonra, uzun yıllar Fransız futbolunun zirvesine kurulmayı umuyordu. Nitekim, Niang gibi takım için çok önemli bir futbolcu ayrılır ayrılmaz yerini Gignac ve Remy gibi Fransız futbolunun iki gelecek vaat eden forvetiyle derhal doldurdular. Lyon da geçen yıl Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olan kadrosunu isabetli transferlerle takviye etmişti. Tabii en önemli transfer Gourcuff'un Bordeaux'dan gelişi oldu. Lyon, şampiyonluktaki olası rakiplerinden birinin en büyük yıldızını alarak ekonomik açıdan da üstünlüğünü net bir biçimde ortaya koydu.
Fakat bütün bunlar Lyon ve Marsilya'nın sezona çok kötü başlamalarını engelleyemedi. Ligin başında tüm Fransız futbolunu sarmış olan Dünya Kupası travmasının ligi de etkilediğini söylemek lazım. Marsilya zaman içinde toparlanma yoluna girse de, Lyon ilk 8 hafta itibariyle sadece 8 puan toplayabildi ve düşme hattının hemen üzerinde yer buldu.

Zirvede yer alan Rennes ve St. Etienne'in performansları geçen sene düşünüldüğünde büyük bir sürpriz değil. Özellikle St. Etinenne-Marsilya maçında şahit olduğum, yeşillerin geriye düştükten sonraki performansını bu yıl çok az takımdan gördüğümü söyleyebilirim. Klişe tabirle "dalga dalga Marsilya kalesine gelen" ve yüksek tempoyla oyunu domine eden St. Etienne'in, haftalar ilerledikçe üst sıralardan kopmayacağını düşünüyorum. Özellikle müthiş performansını Blanc'ın da fark ederek milli takıma aldığı Payet'in takımının hücum varyasyonlarında üstlendiği etkin rol ve temposuyla bu sezon beni en çok etkileyen oyuncuların başında geldiğini söyleyebilirim.

Rennes takımı ise genç ve çok koşan yapıda ve özellikle az gol yemesiyle ön plana çıkıyor. Bu bağlamda özellikle savunmadaki Rod Fanni öyle başarılı oldu ki 28 yaşında milli takıma seçilmeyi başardı.
Şöyle bağlayalım, Fransa ligi bildiğimiz gibi gidiyor, henüz belirli olan hiçbir şey yok. Bu lig daha çok su kaldırır.



Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 2 -İspanya


"Avrupa'nın en iyi ligi hangisi?" sorusu üzerinde, son yıllarda Avrupa futbol çevrelerinin zihnini meşgul eden çetin bir rekabet var La Liga ile Premier League arasında.. Avrupa kupalarına da taşınan bu rekabette ibre son 2 yıldır Barcelona'nın olağanüstü performansı ve son olarak İspanya'nın üst üste Avrupa ve Dünya Şampiyonluğu'nun kazanmasıyla Akdeniz yönünde doğru döndü. Son Dünya kupası'nda İspanya milli takımında Fabregas (Arsenal) ve Reina (Liverpool) dışında La Liga dışında forma giyen bir oyuncu yoktu.

Fakat,  İspanya Ligi'ne baktığımızda birkaç sezondur iyiden iyiye yerleşen Barcelona ve diğerleri tablosunu görmenin, ligin heyecanına ve uzun vadede kalitesine darbe vurma tehlikesi yarattığını söylemek de mümkün. Barcelona'nın ezeli rakibi Rela'in onları yakalamak için Galakticos'un ikinci versiyonunu sahneye koyması geçtiğimiz yıl ligi iyice İskoçya ligi havasına sokmuştu.

Daha önce şampiyonluk sözü eden Sevilla, Valencia, Atletico madrid gibi çok kaliteli kadrolara sahip takımların hedefi 3. lük haline gelmişti. Bugün ilk 6 hafta itibariyle zirvede farklı bir tablo görsek de bu durumun geçerliliğini kaybettiğini söyleyemeyiz.

Lider Valencia, bu seozn cidd ibr yeniden yapılanmaya gitti ve en önemli iki oyuncusu Villa ve Silva'yı iyi bonservis bedelleriyle Barcelona ve Manchester City'e sattı. Aslında bu hamlenin bir sezon gecikmiş bir adım olduğu da düşünülebilir fakat anlaşılan Valencia yönetimi Dünya Kupası rüzgarından da biraz faydalanmak istedi. Zaten bir sezon daha ellerinde tutmaları pek olası görünmüyordu (Valencia sokaklarında Kayserispor'un zamanında G.Ünal ve M.Topuz için "satmıyoruz" sloganıyla bezediği bilboardlardan olduğunu düşünsenize). Bu tip yeni yapılanmalar iyi yönetilemezse takımları felakete sürüklüyebilir ancak Emery gibi ne yaptığını bilen ve doğru bildiği konularda kararlı olan bir hocanız varsa bu süreci olumlu bir aşamaya çevirmek mümkün olabiliyor. Nitekim yapılan transferler başta orta sahadaki M. Topal ve tino Costa olmak üzere takıma çok iyi oturdu. Silva ve Villa'nın gölgesinde kalan Hernandez ve Dominguez gibi isimler kendilerini bir üst seviyeye çıkarmayı başardılar ve böylece Valencia lige ve ŞL'ne görkemli bir giriş yapmayı başardı. Şu ana kadar tek mağlubiyetlerini Man Utd karşısında almış olmaları Real ve Barcelona önünde ne kadar direnebileceklerini şüpheli hale getiriyor ama Valencia'nın şampiyonluk geleneğine sahip köklü bir takım olduğunu ve kadrosunda her türlü stresi taşıyacak tecrübede oyuncular bulunduğunu hatırltmam gerek.

Benzer şeyleri Villarreal için de söylemek mümkün, onlarda kadro istikrarı konusunda bu kadar radikal bir sapma yaşanmadı ancak bu sezon kendilerine dha çok güvenen, oturmuş bir takım görüntüsü çiziyorlar. Bu sezon yukarısı için en büyük adayım Atletico Madrid ise iyi başladığı sezonda yeniden istikrarıını kaybetmiş görünüyor. Mükemmle bir kadro ancak bu kadronun taşınması için ortada oynayan ikilinin her maç mükemmle oynaması gerekiyor, haliyle bu oyuncuların form düşüklüğü yaşadığında takım kırıgan bir havaya bürünüyor.

Sevilla da bence gerekli yapılnma hamlelerini zamanıonda yapamadığı için sıkıntı çekmeye devam ediyor. Şampiyonlar Ligi'nde hem de Braga gibi şu ana kadar herkesten bir dolu gol yiyen bir takıma elnmelerinin şokuyla lige de iyi giremediler ancak kaçınılmaz olan antrenör değişikliği olumlu yansıdı. Atletico Madrid maçındaki Sevilla'yı çok beğendiğimi söyleyebilirim.

Barcelona'nın bu sezon herkesi ezip geçmiyor olması ve bazı mçalarda zorlnaması takımın krizde olduğunu veya doyum noktasına eriştiğini göstermiyor. Özellikle motivasyon eksikliği argümanına, hele geçen sezeon onları ŞL'den eleyen Mourinho'nun yanı başlarına geldiği bir sezon için asla geçerli olamaz. Bence Bayern Münih'in geçridiği dünya Kupası'nın mental yorgunluğu sendromunun daha hafif versiyonun yaşıyorlar. Oynayabileceklerini çok iyi bildiğimiz o üst düzey futbolu karşılayabilecek bir alternatif hala yok.

Real'de Mourinho doğru formülü bulma yolunda olumlu adımlar atıyor. Geriyi sağlama alıp santrfor Higuain'in arkasındaki 3'lünün yaratıcılığıyla sonuca gitme planı gol sıkıntısı yüzünden işlemiyor gibi görünse de bu sıkıntıyı Deportivo maçında aştılar. Bundan sonra Mesut, Khedira ve Di Maria'nın henüz bu aşamada yakaladıkları  uyumu da düşününce, daha hılzı biçimde gelişeceklerinden kuşkum yok.


Share |

5 Ekim 2010 Salı

Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 1 - Almanya



Yine uzun bir ara vermek zorunda kaldım yazmaya, ama döndüm. Fazlasıyla yoğun bir şekilde geçen Eylül'ün ikinci yarısının ardından, milli maç arasını fırsat bilerek Avrupa'nın büyük liglerine bir bakış atmak istedim.

Yaz rehavetinin bir türlü bitememesi, kendimde gördüğüm ve aslında genele de vurabileceğim, hatta bazı dev külüplerin dahi içinde bulundukları durumu da açıklıyor aslında. Fakat artık Ekim ayına girdik ve şu ana kadar hayalkırıklığı yaratan bazı takımların pabucun pahalı olduklarını kavramalarını, göz alıcı çıkışlar yapan bazı takımların ise duraklamalarını bekleyebiliriz.  

5 büyük ligin halihazırdaki liderlerini (Chelsea, Valencia, Lazio, Mainz, Rennes) sezon başında bugünler için tahmin yapan hiçbir bahis şampiyonu bilemezdi herhalde.  Bu 5'li içinde en spektaküler performansı gösteren ve 7'de 7 yapan Mainz ve Bundesliga ile başlayalım.

Son 5-6 sezondur, özellikle Dünya Kupası'nın getirdiği heyecan ve yenilenen muhteşem stadyumlarıyla hem Avrupa'nın en yüksek seyirci ortalamasına sahip hem de en çekişmeli ve heyecanlı liglerinin başında geliyor Bundesliga. Bu durum, Alman takımlarının Avrupa kupalarındaki başarılarıyla İtalya'yı 3. sıradan etmek üzere olmalarıyla da ortaya konuyor.

Almanya'da Schalke, Dortmund, Stutgart, Werder Bremen, Hamburg gibi çok köklü ve başarılı takımlar olsa da sezona başlarken uzaktan bakıldığında tek bir gerçek görülür. Bayern Münih favoridir. Hele de Van Gaal'in harikalar yarattığı, 9 sezon sonra Şampiyonlar Ligi'nde finale ulaşan bir takım hüviyetiyle sezona başlayınca işlerin kolay olacağı sanılıyordu. Ancak Bayern Münih 7 hafta itibariyla 12. sırada kaldı. Geçen yıla da çok kötü başlamışlar ve zaman içinde müthiş bir çıkış göstererek zirveye oturmuşlardı. Hala tren kaçmış değil fakat geçen sezonki sıkıntıların Van Gaal'in takıma uyum süreci olarak bir kenara bıraktığmızda, bu sezonki esas büyük dertler ön plana çıkıyor. Bayern, Robben ve Ribery'nin yokluğunda, hadi sıradan demeyelim de renksiz bir takıma, biraz sıkıcı klasik Alman takımlarına benzer bir kimliğe bürünüyor ve kilidi açamaz hale geliyor. Şampiyonlar Ligi'nde oynanan Roma maçında Müller'in istisnai güzellikteki golü olmasa muhtemelen aynı senaryoyla  başbaşa kalınacaktı. Bir ikinci sorun da orta sahada Van Bommel-Schweinsteiger ikilisinin geçen seneki etkinliğe sahip olamaları. Bayern, tempoyu yükselten takımlara karşı orta saha hakimiyetini kaybediyor ve edilgen bir yapıya bürünüyor, son Dortmund maçında görüldüğü gibi.

Dortmund demişken, Nuri Şahin'den kaynaklanan olumlu ön yargımı bu sezon sempatiye ve hatta büyük bir hayranlığa dönüştürmüş durumdalar. Şu halleriyle şampiyonluğun en büyük favorilerinin başında geldiklerini, en kötü ihtimal Şampiyonlar Ligi vizesi almalarının kesine yakın olduğunu söyleyebilirim. Klopp geçen sezondan beri ağır ağır işlediği takımı tam kıvamına getirmiş durumda. Savunmada sağlam olmalarının yanında esas farkı yaratan hücum iştahları ve aksiyon çeşitliliği.

Yine de Dortmund bu müthiş performansa rağmen lider değil, zira tüm otoriteleri şaşırtan bir Mainz gerçeği var ortada. Ne olursa olsun Bundesliga'da 7 maç arka arkaya kazanmak hayranlık uyandırıcı. Üstelik değil ilk 11'ini bir çırpıda saymak, uluslararası planda tanınmış oyuncuya bile rastlamanın zor olduğu bir kadroyla. Çok fazla detaya girmiyorum, benim de zevkle okuduğum  Borges Blog'da Mainz ile ilgili derin değerlendirmeleri bulmak mümkün. Fakat, henüz 37 yaşındaki genç teknik direktör Thomas Tuchel'den bahsetmeden geçmek ve takımın gerçek starı olarak kendisinin hakkını teslim etmemek olmaz. Mainz'ın çıkışını 2 sezon önce Hoffenheim'ın gösterdiği performansa benzetmek de mümkün aslında. Kadro genişliği, zirve stresi...vs gibi faktörler düşünüldüğünde sezon boyunca aynı çizgiyi sürdürüp şampiyonluğa ulaşmaları pek inanılır gelmiyor.

Bu sezon Ballack transferiyle eksik parçayı tamamladığıan inandığım Bayer Leverkusen ve hala Bundesliga'nın en iyi hücum hattına sahip olduğunu düşündüğüm Wolfsburg'un şu ana kadar daha iyi performanslar sergileyeceklerini umuyordum ama yine bulundukları konum toparlanıp atak yapma ihtimallerini ortadan kaldırmıyor. Werder Bremen'in Mesut Özil'siz sudan çıkmış balığa dönüştüğünü ve yıllardır gol yeme problemine çare bulamadığını, Stutgart'ın artık kronikleşen istikrarsızlığıyla dibe vurup yine ortalara çıkma uğraşı vereceğini, Hamburg'un da giderek iyi hale geleceğini söylemek mümkün. Fakat Roma ve Lyon ile birlikte belki de Avrupa'da sezonun şu ana kadarki en büyük hayal kırıklığı Schalke 04.



Magath gibi, bu ligde başarılı olmanın cilt cilt kitabını yazmış bir teknik adamın geçen sene 2. olduğu kadroya Raul, Huntelaar ve Jurado takviyeleri yapılınca, Schalke'nin şampiyonluğun en büyük adayına dönüştüğü yorumunu yapanlar hiç az değildi. İlk 7 maçta tek galibiyet ve 4 puan büyükten de öte bir hayalkırıklığı maviler için. Durum biraz 2006-2007 sezonunda, bir önceki yıl  şampiyonluğu kaçırdığı kadroya müthiş transferler yapıp Aralık ayına kadar galibiyet alamayan Hamburg'unkine benziyor. Doll takıı o cendereden çıkaramamıştı ama Magath'ın kredisi daha fazla elbette. Şimdi tadı damağımızda kalan Misimoviç-Grafite-Dzeko üçlüsüne yarattığı hücum varyasyonlarını Raul-Huntelaar ikilisi için yaratma vakti. Şampiyonlar Ligi'ndeki Benfica galibiyeti doğru yolu gösteriyor sanki...