29 Aralık 2010 Çarşamba

Ustalara Saygı Kuşağı: Javier Zanetti

Ben susacağım, rakamlar konuşsun.
Doğum tarihi: 10 Ağustos 1973
1995-2010 yılları arasında Inter'de 515 maç 15 gol
1994-2010 yılları arasında Arjantin milli takımında 138 maç 5 gol.
2010 yılı öncesinde 4 İtalya Serie A şampiyonluğu, 1 UEFA Kupası şampiyonluğu, 2 İtalya Kupası, 4 İtalya Süper Kupası
2009-2010 sezonu Zanetti için kariyerinin altın yılı oldu. Yukarıdaki kupaların yanına birer lig ve kupa şampiyonluğunun yanı sıra Şampiyonlar Ligi ve FIFA Kulüpler Dünya Kupası'nı ekledi. Kazanamadığı tek kupa olarak UEFA Süper Kupa kaldı.
Tek talihsizliği Maradona'nın anlaşılmaz kararıyla Dünya Kupası kadrosunun dışında kalmasıydı. Halbuki  biraz yumuşak ve kolay dağılan bir takım görüntüsü veren Arjantin'i, tecrübesi ve inatçılığıyla belki de toparlayacak isim olabilirdi.
Yılın en iyilerini seçerken, bu istikrar abidesini Oscar'larda verilen yaşam boyu başarı ödülü cinsinden bir payeyle anmak gerek.
Futbolu bıraktığında, muhtemelen efsane Faschetti'nin 3 numaralı formasının yanında, Zanetti'nin 4 numaralı forması da emekliye ayrılacak.

2010'un en iyi 11'i

Geçen yıl blogun ilk zamanlarında, takım sporlarında yılın sporcusunu seçmenin yerindeliği konusunda bir şeyler karalamıştım. Fikrimi değiştirmiş değilim, örneğin bireysel performansı tavan yapan ve 2010 yılında Real Madrid'de 48 maçta 45 gol atan Ronaldo'nun elinde kazanmış olduğu hiçbir şey yok.
Yine de illa 2010 yılının futbolcusunu seçmek gerekirse seçimim Xavi olur. Gerek Dünya Kupası'ndaki performansı ve yıl içindeki istikrarı, gerek hayranlıkla izlediğimiz Barcelona ve İspanya milli takımındaki sistemin gerçek anlamda "beyni" görevini üstlenmesiyla bu ödülü hak ediyor bence.
FIFA'nın açıkladığı ilk 3 aday arasında Messi'nin yer almasını yadırgamıştım açıkçası. Eğer dünyanın halihazırdaki en iyi futbolcusunu seçiyorsak, sadık Ronaldo hayranları dışında sanırım kimsenin zaten itirazı olmaz. Ancak son tahlilde bu bir performans ödülü ve bu yıl Şampiyonlar Ligi'nde yarı finale, Dünya Kupası'nda da ancak çeyrek finale kadar gidebilmiş takımlarda yer alan bir oyuncudan bahsediyoruz.
Öte yandan, yok sayılan Sneijder, Şampiyonlar Ligi'ni kazanarak bir sürpriz yapan ve sezonu 5 kupayla kapatan Inter'in sisteminin kilit parçası olmaının yanı sıra, Hollanda'yı da Dünya Kupası finaline kadar götüren ve orta saha oyuncusu olmasına rağmen 5 golle gol krallığına da ortak olan bir isimdi ve adaylar arasında kesinlikle yer almalıydı.
Neyse, bireyleri geçip yılın takımına gelirsek, UEFA'nın sitesinde yaptığım seçimi bu kez mevki kısıtlaması olmadan daha özgür bir biçimde güncellemem gerekirse:
Julio Cesar (Inter-Brezilya)
Maicon (Inter-Brezilya)
Puyol (Barcelona-İspanya)
Lucio (Inter-Brezilya)
Bale (Tottenham-Galler) [Yıl boyunca sürekli bir performans olmasa da bu 11'de yer almayı hak edecek kadar etkileyici bir çıkış, üstelik sol bek kıtlığı da malum]
Sneijder (Inter-Hollanda)
Xavi (Barcelona-İspanya)
Iniesta (Barcelona-İspanya)
Robben (Bayern Münih-Hollanda)
Forlan (Atletico Madrid-Uruguay)
Messi (Barcelona-Arjantin)
Teknik Direktör: Jose Mourinho (Inter, Real Madrid)

Son olarak Türkiye'de uzun yıllardır hasretle beklediğimiz 5. şampiyonun çıkmasına rağmen, genel anlamda hızla geri geri koştuğumuz bir yıl oldu 2010. Yılın en iyi 11'ini yapmak dahi içimden gelmiyor. Sadece üç isimden bahsedeceğim.

Bursaspor takım olarak muhteşem bir performans sergiledi. İstikrarıyla ön plan çıkan ve 33 yaşına kendine milli takımda hak ettiği bir yer edinen Ömer Erdoğan en iyilerin başında geliyordu.

"Türkiye'de kaleci yetişmiyor" klişesinden kurtulduğumuzun açık kanıtı olan, Trabzonspor'un başarısının mimarlarından ve Şenol Güneş'le kendini inanılmaz biçimde geliştiren Onur Kıvrak da bu bahiste yerini almalı.

Fakat bu iki ismin yaında özellikle 2010-2011 sezonunun ilk yarısındaki performansıyla bütün Avrupa'yı ve Almanya'yı kendine hayran bırakan Dortmund'un en önemli oyuncusu Nuri Şahin kesinlikle yerini almalı. Nihayet 2005 U17 Dünya Kupası'nda gösterdiği potansiyeli gerçeğe dönüştürmeyi başardı. Gelecekten biraz umudumuz varsa Türk futbolu adına, ilk sebebimiz o. 

Zehirli rekabet

Olayı duymayan kalmadı ama yine de kısaca ve kelime oyunu yapmaksızın dürüstçe hatırlatmak gerekirse, "26 Aralık 2010 tarihinde Florya Metin Oktay Tesisleri'nde oynanan Galatasaray-Fenerbahçe U17 futbol maçının devre arasında iki takım oyuncuları arasında çıkan kavga esnasında tribünden sahaya inen bazı kişiler Fenerbahçeli futbolculara saldırdı." 

İlk andan beri öfke doluyum şiddetin bu artık şaşırtmayan kanıksanmış haline.  Bir gün bekledikten sonra yazmak istedim bunları, öfkem biraz soğur belki diye düşünerek... Bu bekleyiş, konuyla ilgili gelen açıklamaları etraflıca değerlendirmek açısında da iyi oldu. İtiraf etmek gerekirse Pazar günü Fenerbahçe tarafından gelen resmi açıklama gayet makul ve özenliyken, Galatasaray'ın açıklaması suya sabuna dokunmayan, durumdan neredeyse kendini sıyırmak isteyen bir tarzdaydı.

Olaydaki mağdurların 15-16 yaşında çocuklar olmasını, kendilerinden daha kalabalık bir grup tarafından beklenmedik bir saldırıya uğradıkalrından kendilerini koruyamadıklarını falan bir kenara bırakalım, olayın olduğu yer Galatasaray'ın tesisleri. Üstelik o hak etmeyen ağızlara sakız olmuş, salt Galatasaraylıların değil, ilgili her kesimin saygısını kazanmış; Türk futbol tarihinin yüz akı bir ismin, Metin Oktay'ın adını taşıyan tesisler. Başkan Adnan Polat istediği kadar "yönetime karşı çevrelerin provokasyonu, olay çıkarmak amacıyla tesislere gelen bir grubun yaptığı bir şey, bunu yapanlar Galatasaraylı değil" desin, bir anlamı yok. 105 yıllık Galatasaray camiası öyle ya da böyle misafirlerini koruyacak önlemleri alamadığı için utanç duymalıdır.

Yoksa herkes biliyor neyin ne olduğunu. Bu çocuklara saldıranların, "Galatasaraylı", "taraftar", "sporsever" olarak adlandırılamayacağı, hatta "insan" bile denemeyeceği biliniyor. Aynı şeyler Dereağzı'nda da yaşanabilirdi elbette ama bu gerçek de olayın vahametini azaltmıyor.

Lütfen bırakalım artık "münferit" olayların falanca camiayı bağlamayacağına dair avuntuları; kimseyi tatmin etmeyen, çocuk bile kandıramayacak açıklamaları. Ağaçlara bakmaktan ormanı göremiyor değiliz. Bu bir yangın ve bütün yangınlar tek bir ağacın tutuşmasıyla başlıyor. 

Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti

Herkesin bildiği bir gerçek ama hatırlatmakta yarar var. Neye göe ölçüldüğü bilinmeyen bir büyüklük kavramının rüzgarında, dünyanın en büyük derbilerinden biri listelerinde görünce nedensizce gururlandığımız Galatasaray-Fenerbahçe rekabeti aslında bu listelerde yer alan Celtic-Rangers, Real Madrid-Barcelona, Boca Juniors-River Plate derbileri gibi sosyal, ekonomik, siyasi veya dini bir temele dayanmıyor. Galatasaraylı ve Fenerbahçeliler hayatın her alanında beraberler, her partide iki takımı da tutan seçmenler var, iki takımın taraftarları da aynı gazeteleri okuyor, aynı yerlerde ibadet ediyor, aynı müzikleri dinliyor. Her takımın taraftarı, hele bugünün kozmopolit, kentleşme sürecini tamamlamaya yakın olmakla birlikte bu sürecin sancılarını yaşamaya devam eden Türkiye'sinde, nüfusun mozaiğinin bir alt modelini oluşturuyor. Yani, taraftar kitleleri arasındaki rekabet sadece spor alanı işin içine girdiğinde ortaya çıkıyor.

Aslında sadece sportif düzeydeki bir rekabetin milyonlarca kişilik kitleleri peşinden sürüklemesi, muazzam bir özellik. Sayılan diğer büyük rekabetler arasında bir ayrıcalık. Aynı zamanda bu iki kulübün Türk sporuna yaptığı katkı için de ciddi bir motivasyon unsuru. Galatasaray ve Fenerbahçe futbolun yanında, basketbol, voleybol, yüzme, kürek, atletizm, su topu, paralimpik sporlar...vs saymakla bitmeyecek branşta temelde birbirlerini geçmek için yaptıkalrı hamlelerle Türk sporunun lokomotifi olmuş durumdalar.

Fakat malesef, bu 105 yıllık rekabeti son yıllarda şiddet sarmalı içinde kaybetme yolundayız. Tribünlerin yarı yarıya bölündüğü günler tatlı bir nostalji, o kadarını bugünün endüstriyel futbolunda beklemek biraz lüks ama tatlı atışmaların, rekabetin güzelliğinin öne çıktığı zamanlar da giderek geride kalıyor. Ezeli rakip, hayatları yolunda gitmeyen birçok insan için nedensiz bir nefret nesnesine dönüşmüş durumda.   Bir insana, çocuk,genç, kadın erkek demeden giydiği forma taşıdığı kaşkol yüzünden saldıranlar var artık.

Benim okuduğum yıllarda vardı, şimdi Kurtlar Vadisi vs. kültürünün de etkisiyle sayıları artmıştır diye düşünüyorum, liselerdeki kerameti kendinden menkul reisler gibi, birey olamamış güdecek koyun arayan çobanlar, kulüp yönetimlerin verdiği tavizler sayesinde stadyumları hakim lumpen kültürün bir uygulama alanı haline getirdiler. Sorumsuz yayınlarla da desteklenerek sporu toplumda yükselen şiddet/nefret kültürüne alet ettik.

Öyle ki, normal hayatta kadınlarla konuşmaktan aciz adamlar, kadınlar basketbol maçında hayatını bu işten kazanan sporcu kadınlara, yüzleri kızarmadan küfür ettiler.

Övünebileceğimiz "ezeli rekabet, ebedi dostluk" mottosunun dostluk kısmını zaten Metin Oktay-Can Bartu dönemlerinde bırakmıştık ama rekabeti de kirlettik.  Sporcular, kendi işlerini yapmaktan ziyade rakibe posta koyarak taraftarın gözüne girdiklerini fark ettiklerinde, saha dışını olduğu kadar saha içini de kaybetik. Bir bulaşmadığımız çocuklar kalmıştı; geçtiğimiz pazar onu da hallettik.

Bir sonraki buluşmaya "intikam" parolasıyla hazırlanan grupların eline bıraktığımız "zehirli bir rekabet" var şimdi yaşadığımız.

Not: İflah olmayan bir iyimser olarak, haftasonu yaşanan bu olaylar belki de bıçağın kemiğe dayandığı noktadır, artık nihayete ermiştir diye düşünmek buna inanmak istiyorum. Bunun gerçek olup olmayacağını anlayabileceğim ilk fırsat bu akşam Abdi ipekçi'deki Galatasaray CC-Fenerbahçe Ülker maçı.  "Okullar olmasa maarifi çok güzel idare edecek" olan bakan misali, maça Fenerbahçe seyircisi alınmıyor...Bu yüzden, olay çıkmayacak:) ve bu maç elbette somut bir gösterge olmayacak. Ama ben yine de bir Galatasaray taraftarı olarak, Galatasaraylıların sağduyusuna inanmak istiyorum. Belki şiddetsiz, küfürsüz bir maç izleriz ve güzel günlere inancımız artar.

19 Aralık 2010 Pazar

Iniesta ve Dani Jarque

Dün akşam Barcelona'nın Espanyol'u yenerek bir derbi galibiyetine daha imza atması, yine rakibini sahadan silmesi, yine 5 gol atarak farklı kazanması haber değil. Uzun zaman sonra kalesinde gol görmesi, hatta Messi'nin bu maçta gol atamaması dahi haber değil. Haber aşağıda, çünkü futbolu biz bu yüzden seviyoruz.
 
 
 
Andres Iniesta oyundan çıkarken Espanyol taraftarlarınca ayakta alkışlanıyor. Sebepsiz bir centilmenlik gösterisi değil, vefaya vefayla verilen karşılık. Iniesta'nın Dünya Kupası'nda attığı golü ithaf ettiği, bu yeni stadda sahaya çıkma fırsatı bile bulamadan göçüp giden çocukluk arkadaşı Espanyollu Dani Jarque için bu alkışlar. Futbolcu olmadan önce "iyi adam" olmanın kıymetini hatırlatan... 

17 Aralık 2010 Cuma

UEFA Avrupa Ligi-Dublin yolu


UEFA Kupası'nın formatının değiştirilerek 5 takımlı, 2 içerde,  dışarda maç oynanan fevkalade saçma grup sisteminin terk edilmesi (darısı Ziraat Türkiye Kupası'nın başına), kupanın kalitesine ve heyecanına bir hayli olumlu yansıdı. Son hafta ununu eleyip, eleğini asmış birçok takım vardı elbette ama heyecanın son haftaya taşındığı gruplarda nefes kesen maçlar izlendi. Gruplarda mücadelenin tamamlanmasının ardından, Şampiyonlar Ligi'nden gelen 8 grup üçüncüsünün de katılımıyla Dublin'de oynanacak final yolunda 32 takımın mücadelesi başlayacak.

Son şampiyon Atletico Madrid'in son maçta elenmesi, toplam 4 İtalyan takımından sadece Napoli'nin, o da son dakika golüyle güç bela, devam edebilmesi, Doğu Avrupa takımlarının çoğu maçta iklim faktörünü de kullnanarak (Lech Poznan, Metalist, BATE, D.Kiev, Zenit) büyük başarı kazanması gibi faktörler öne çıktı.

Gruplardan çıkmayı başaran takımlar şöyle:

A Grubu:
Manchester City FC (ENG)
KKS Lech Poznań (POL)


Bu grubun en önemli olayı şüphesiz Juventus'un elenmesiydi. Birkaç yıldır istikrarsız bir performans çizen Juve'nin elenmesinden ziyade, 6 maçın 6'sını da beraberlikle tamamlamaları bu kupada eşine rastlanmamış bir performans oldu. 1998-99 Şampiyonlar Ligi grubunda ilk 5 maçı berabere tamamlayıp, son maçta Rosenborg'u yenerek gruptan çıkmışlardı. Hatırlanacağı üzere, o grupta Galatasaray A.Bilbao'ya son maçta yenilerek trajik biçimde elenmişti.

B Grubu:
Bayer 04 Leverkusen (GER)
Aris Thessaloniki FC (GRE)

Aris, Rosenborg galibiyetiyle işi son maçta bitirmiş gibi görünse de esasında ilk maç A. Madrid'i İspanya'da yenerek avantajı yakalamıştı. Son şampiyon için nispeten kolay bir grupta beklenmedik ve özellikle Sanchez Flores için düşündürücü bir sonuç oldu.

C Grubu:
Sporting Clube de Portugal (POR)
LOSC Lille Métropole (FRA)

Sürpriz yaşanmadı, beklenen takımlar üst tura çıktı. Sporting fazlasıyla rahat bir performansla lider oldu. Lille ise ikinciliği alırken beklenenden çok zorlandı

D Grubu:
Villarreal CF (ESP)
PAOK FC (GRE)

Villarreal'in liderliği alması zaten bekleniyordu ama ikincilik mücadelesi son maça taşındı. Dinamo Zagreb kendi evinde, gruplara F.Bahçe'yi eleyerek katılan ve oyun yapısı itibariyle tipik bir deplasman takımı görünümüdeki PAOK'a son maçta kaybetti ve Selanik ekibi ilk 32'ye kalmayı başardı.

E Grubu:
FC Dynamo Kyiv (UKR)
FC BATE Borisov (BLR)

Yıllardır Belarus futbolunun tek temsi,lcisi olarak adını duyduğumuz BATE (bir zamanlar Dinamo Minsk de vardı ama şimdi hiç isimleri duyulmuyor), nihayet yılların getirdiği bu tecrübeyle gruptan çıkmayı ve bahar aylarını görmeyi başardı. Esas hayal kırıklığı Van Gaal'den sonra iyice sıradan bir takıma dönüşen AZ'ye ait elbette.

F Grubu:
PFC CSKA Moskva (RUS)
AC Sparta Praha (CZE)

CSKA, vatandaşları Zenit gibi "perfect" çekme şansını son maç rehavetiyle yitirdi fakat grubu baştan sona domine ederek, kupanın da favorileri arasında yer aldığını gösterdi.  Grubun hayal kırıklığını çoğu İtalyan ekibi gibi Palermo yaşadı. Gruptaki esas rakipleri S.Prag'ı evlerinde yenmeyi başaramayınca gruptan çıkmaları hayal oldu. S.Prag da göze hoş gelen tempolu bir futbolla bol gollü maçlar izletti ve gözümde eski günlerdeki gibi sempatik bir takım olarak, benim gözümde gruptan çıkmayı fazlasıyla hak etti.

G Grubu:
FC Zenit St Petersburg (RUS)
RSC Anderlecht (GRE)

6'da 6 yapmak ölçü olmayabilir zira geçen yıl aynısını başaran Salzburg gruptan sonra ilerleyememişti. Fakat bu yıl bunu başaran tek takım olan Zenit, Spaletti yönetimindeki üstün performansını 3 yıl öncesindeki gibi Dublin yolunda giderek geliştirme potansiyeline sahip. Son maçta liderliği garantiledikleri halde AEK deplasmanında da aynı disiplinle oynayarak örnek bir sportmenlik sergilediler. Yunan takımları PAOK ve Aris ile son maçta güldüler ama AEK yerine bu gurpta bu mutluluğu yaşayan son maçta Hajduk Split önünde kazanmasını bilen Anderlecht oldu.

H Grubu:
VfB Stuttgart (GER)
BSC Young Boys (SUI)

Bundesliga'da zor günler geçiren Stutgart'a UEFA Avrupa Ligi ilaç gibi geldi. Tek fireyle rahatlıkla liderliği kaptılar. Şampiyonlar Ligi ön elemesinde göz alıcı bir performans ortaya koyan ve Tottenham'ı da elemenin eşiğine gelen Young Boys da, Getafe'nin vasatın altındaki performansı sayesinde gruptan çıkan diğer takım oldu.

I Grubu:
PSV Eindhoven (NED)
FC Metalist Kharkiv (UKR)

Hollanda'da bu yıl mükemmel giden PSV ,performansını burda da devam ettirince liderliği almakta zorlanmadı. Grubun finali niteliğndeki maçlarda Sampdoria'yı kilitlemeyi başaran Metalist ise sağlam savunmasının ödülü olarak ilk 32'ye kaldı. Şampiyonlar Ligi ön elemesinden gelen Sampdoria ise İtalyan takımlarının genel çöküşünde üstüne düşen rolü oynadı sadece.

J Grubu:
Paris Saint-Germain FC (FRA)
Sevilla FC (ESP)

Kuşkusuz en zevkli ve en çekişmöeli gruptu.  Bundesliga'da tarih yazan Dortmund, son maçta Sevilla deplasmanında, rakibin fazlasıyla profesyonel oyunu ve vakit geçirme taktikleriyle baş edemeyerek beraberliğe razı oılmak durumunda kaldı ve elendi. PSG, son dönemdeki toparlanma çizgisinin devamı niteliğinde bir performansla biraz da sürpriz biçimde namağlup liderliği almayı başardı. Grubun en zayıfı Karpaty'nin elinde ise son maçta almayı başardığı bir puanın tesellisi kaldı.

K Grubu:
Liverpool FC (ENG)
SSC Napoli (ITA)

Sezon öncesinde bu kupanın sorgusuz sualsiz favorisi olarak gösterilen Liverpool çeşitli sebeplerle bu unvanı hak etmenin kıyısına gelebilecek kadar iyi bir performans dahi sergileyememesine rağmen gurbu lider bitirmeyi başardı. Napoli ise beklentilerin altında kaldığı grupta, son maçta Cavani'nin dramatik golüyle turun eşiğne gelen Steaua'nın elinden ikinciliği kaptı.

L Grubu:
FC Porto (POR)
Beşiktaş JK (TUR)

Her şey Bernt Schuster'in kuralar çekildieğinde dile getirdiği, futbolla ilgili kişilerin de ezici bir çoğunluğunun tahmin edeceği şekilde gerçekleşti. CSKA Sofya ve Rapid Wien kurayı dengesiz kılacak kadar güçsüz takılar olsalar da, Türk takımlarının bu sezonki berbat perormansı göz önüne alındığında Beşiktaş'ın disiplinli ve başarılı performansını alkışlamak gerek.

Diğer taraftan, şunu da söyleyeyim. Boas'ın kafasındakinee yakın futbolu oynadığında nasıl etkili olduğunu gördüğümüz Porto, bence kupanın bir numaralı favorisi.

Kura çekimine ilişkin de bir iki kelam gerekirse, Beşiktaş'a ya 2002-2003 sezonunu Pascal Nouma'nın unutulmaz golünü hatırlatan Dinamo Kiev ya da "iyi tanındığı" Portekiz'den açık futbolu seven, kadro kalitesi olarak Beşiktaş'ın altındaki (Arsenal'i yenmiş veya ŞL play-off'ta Sevilla'yı elemiş olsalar dahi) Braga'yı isterim.

Şampiyonlar Ligi Apertura sonrası

Uzun süredir bloga dokunamadığımdan, gruplar da geçtiğimiz hafta tamamlandığından son maçlar hakkında bir değerlendirme yazmak anlamsız artık. Fakat Mayıs ayında Wembley'deki finalde olmak için, geriye kalan 16 takımın esas, ebnce de en zevkli kısmını oluşturan mücadelesi başladı. 1992'de bu stadın eski halinde kupayı alan Barcelona bu yıl yine mükemmel ve şüphesiz en büyük favori, ama geçen sezon da çok farklı değildi. Çeyrek finallere kadar kimsenin aklında olmayan final ihtimali gerçek oldu ve sürpriz sayılabilecek bir şampiyon çıktı.  

Bu sene ne olacağı hakkında net bir fikir için Şubat'ı bekleyeceğiz ama ihtimalleri düşünmek için eşsiz bir fırsat olan kura çekimi önümüzde.

Grup Liderleri: Tottenham, Schalke, Man Utd, Barcelona, Bayern, Chelsea, Real Madrid, S.Donetsk
İkinciler: Inter, Lyon, Valencia, Kopenhag, Roma, Marsilya, Milan, Arsenal

Söylediğim gibi kura çekiminin ardından kimlerin yolunun açılacağını, bahar aylarının nasıl bir seyir izleyeceğini kestirebiliriz. İkinciler arasından Arsenal, Milan ve Inter öne çıkıyor. Benim aklımdan geçen kura ise (bakalım kaçta kaç tutacak) şöyle olabilir:

Tottenham-Roma
Schalke-Milan
Man Utd-Inter
Barcelona-Lyon
Bayern-Kopenhag
Chelsea-Valencia
Real Madrid-Arsenal
S. Donetsk-Valencia

28 Kasım 2010 Pazar

Cassio Lincoln, Engin Baytar ve kriz yönetimi




Tarih 12 Mart 2009... 1,5 yıl öncesi olmasına rağmen, arada geçen zamana birçok kriz çok kriz sığdığından yıllar önceymiş gibi geliyor. Galatasaray UEFA Kupası 4. Tur (ilk 16) ilk maçında deplasmanda Hamburg’la karşılaşıyor. Bordeaux’yu Sabri’nin son dakika golüyle geçen Galatasaray, bu maçta da ilk yarıda iyi bir oyunla Ayhan’ın ayağından bulduğu golle 1-0 önde kapattıktan sonra, Emre Aşık’ın kırmızı kart görüp, stoper yokluğundan Kewell’ın defansta oynamak zorunda kaldığı dakikaların ardından 1-1 gibi çok avantajlı bir skorla sahadan ayrılıyor. Ama maçın esas hikâyesi, ikinci yarının ortalarında Bülent Korkmaz’ın yaptığı Lincoln-Mehmet güven değişikliği… Lincoln, istekli olduğu hatta Nonda’nın değerlendiremediği müthiş ara pasını da düşünürsek etkili olduğu bir maçta, hem de kendini yeniden ispatlamak istediği Almanya’da oyundan alınmasına büyük tepki gösteriyor. Bülent Korkmaz gibi bir Galatasaray efsanesine, “büyük kaptan”a küfredilmesi kabul edilebilir gibi değil elbette.

Nitekim birkaç ay önce doğrulanan haberlerden, aynı maçın sonrasında Haldun Üstünel, soyunma odasında Lincoln’ü, “sen nasıl Galatasaray’ın hocasına küfredersin?” diyerek tartakladığı ortaya çıkıyor.

15 Mart 2009… Galatasaray, Trabzonspor deplasmanına çıkıyor. Şampiyonluktan uzaklaşılmış olsa da üst sıralarla fark o denli fazla değil, yani alınabilecek bir galibiyet umutları yeniden yeşertebilir. Bülent Korkmaz, bu maçta Lincoln’ü yanında oturtmayı tercih ediyor. Hatta ikinci yarıda, en az 10 kilo fazlası olan Hasan Şaş’ı ve son dakikalarda abuk sabuk bir kırmızı kart görerek puan kaybının baş sorumlularından olan Yaser Yıldız’ı oyuna almayı da düşünüyor ama 2-1 öndeyken oyunu tutabilecek Lincoln’ü “cezalandırmaya” devam ediyor. Sonuç son dakikada yene bir gol ve 2-2’lik beraberlik…

19 Mart 2009…Galatasaray, Hamburg’u rövanşta konuk ediyor. Bütün medyada bir hafta boyunca Lincoln konuşuluyor. Takım içinden de bazı oyuncuların “ajanlığıyla”, başta Hakan Ünsal olmak bazı eski futbolcuların medya aracılığıyla tetikçiliğe soyunduğu günler. Morali bozuk olan Lincoln, isteksiz ve kötü bir oyun sergiliyor. Baros’un attığı ikinci golde yaptığı vücut çalımı hariç, fazla bir katkı vermeden tepkiler arasında oyundan alınıyor. Galatasaray, 2-0 önde olduğu maçı 3-2 kaybederek eleniyor.

Gereksiz bir iç çekişme, turu rahatlıkla geçebilecek bir takımın ahengini bozuyor ve ilerleyen günlerde de bir türlü toparlanamayan Galatasaray, ligi 5. Sırada bitiriyor. Aynı bu sezon olduğu gibi, Polat yönetiminin tepkileri göğüslemek ve zaman kazanmak için sarıldığı efsane Bülent Korkmaz, sezon sonunda görevinden ayrılıyor. “Tanrı’nın olmamı istediği yerdeyim” sözleriyle GS mobile reklamlarına çıkan Lincoln ise, kariyerinin en verimli sezonlarından birini geçirirken, Hamburg maçından sonra toparlan(a)mıyor ve son sonunda o da yolcular arasında yer alıyor. Kaybedenin kim olduğu ise belli.

Tabi bütün bu süreç tam tersinden de okunabilir. Skibbe’nin şımarttığı Lincoln, Bülent Korkmaz’a aynı havaları sökmeyince, bilerek oynamıyor ve Büyük Kaptan da bunu görerek onu takımdan uzaklaştırıyor gibi bir yorumda bulunmak da mümkün.

Bu hikâyenin kahramanları arasında kıyaslama yapmam sözkonusu dahi olamaz. Her Galatasaraylı gibi Bülent Korkmaz'a hakaret edilmesini kabul edemem. O yaşayan efsanedir, biricik “Büyük Kaptan”dır. Lincoln ise sadece iyi bir futbolcu… Fakat, Bülent Korkmaz maalesef birilerinin dolduruşuna gelmiş ve bu krizi olabilecek en kötü şekilde yönetmiştir.

Galatasaray için Bülent Korkmaz ne denli efsanevi bir figürse, Trabzonspor için de Şenol Güneş’in aynı konumda olduğu söylenebilir. Buradan hareketle diğer hadiseye gelelim.
Uzun yıllar sonra ilk kez şampiyonluk havasının bu denli hissedilebilir biçimde esmeye başladığı Trabzonspor'un, evinde Eskişehirspor'u ağırladığı maçın son dakikalarında Engin Baytar oyundan alınmasına sert tepki gösteriyor ve görüntülerden net biçimde anlaşıldığı üzere, çıkarken teknik direktör Şenol Güneş'e küfürler sıralıyor.

Engin Baytar'ın bu tavrı da elbet kabul edilebilir değil. Hele bu davranışı kendisini 27 yaşında tabir caizse "adam eden" ve milli takıma yükselmesini sağlayan hocasına karşı yapması nankörlük. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, futbol altyapısını Almanya'da alan, sonra sırasıyla Maltepe, Gençlerbirliği ve Eskişehir'de oynayan bu çok yetenekli oyuncunun çok ciddi disiplin sorunları var. Özellikle G.Birliği ve Eskişehir'in maçlarında gördüğü kartlar, rakibe küfürler, hakemle didişmeler... Bir türlü kendini kontrol demeyen bir tip, tam saatli bomba gibi, sizi her an eksik bırakabilir.

Buna rağmen, Şenol Güneş zor olanı seçiyor. 27 yaşından sonra bir adama nasıl topa vurulacağını, nasıl çalım atılacağını öğretemezsiniz belki ama sinirlerini kontrol etmesini, yeteneğinin farkında olup hırsını olumlu yönde değerlendirmeyi öğreterek verim alabilirsiniz. Tabii bunun için olağanüstü bir sabır gerekir. Şenol Güneş de 3 hafta önce Engin'in müthiş oyunu ve iki asistiyle 2-0 kazanılan Galatasaray maçından sonra TRT'nin Stadyum programına bağlanarak, Engin için "Ondan vazgeçmemi gerektirecek o kadar çok hatası oldu ki... Ama bu kolay olan seçenek, ben onun yeteneklerine güvendiğim için sabırlı davrandım" diyerek bu durumu itiraf etmişti.





Trabzonspor yönetimi, kriz büyümesin diye "görmezden gelme" yolunu tercih etti. Bence, aceleci ve inandırıcı olmayan bir yöntem izlediler ve hatta bir Trabzonspor efsanesine edilen küfrü hasıraltı ederek, Şenol Güneş'e bir darbe daha vurmuş gibi oldular. Ancak Şenol Hoca, hafta boyunca son derece olgun ve vakur davrandı. Ağzından konuya ilişkin hiçbir bağlayıcı söz çıkmadı. Engin, de, Öğretmenler Günü vesilesiyle fotoğrafta görüldüğü gibi "hocasına" çiçek vererek özür diledi.

Özürle her şey hallolmadı tabii. Engin bir sonraki hatasının bu kadar hoşgörüyle karşılanmayacağının farkında muhtemelen. Bu hafta zorlu Gaziantep deplasmanında ilk 11'de de çıkmadı ve sonradan oyuna girdi. Ama yaşananlardan krizin büyümeden nasıl kontrol altına alındığı konusunda birçok ders çıkarılması mümkün.
Tabii Şenol Güneş kadar olgun davranabilecek çok az hoca olduğunu da unutmamak lazım. Sezon başında Umut'un olası transferi ve Teofilo konularındaki yaklaşımından da bunu görmek mümkün.

Bu yazıyı ne "keşke Lincoln şimdi Galatasaray'da olsaydı" gibi bir yakınma, ne de futbolcu işte; genç adam, hırsından sinirlenmiş, tepki göstermiş, geçelim gitsin" şeklinde bir yaklaşımı savunma amacıyla yazdım. Her bir olayın iç ve dış dinamikleri ve yaşandığı döenmin koşulları farklıdır elbet. Ancak, "bir kriz nasıl olgun ve dirayetli bir şekilde yönetilir?" konusunda buradaki nüanslardan çıkarılacak derslere dikkat etmek gerek.


16 Kasım 2010 Salı

Formula 1: Heyecan geri döndü




Formula 1’i düzenli olarak izlemeyi ne zaman bıraktığımı hatırlamıyorum. Halbuki 1990’ların ikinci yarısında hafta sonlarımın en büyük heyecanıydı. İlk izlediğim 1997 sezonunda, Jacques Villeneuve’ün şampiyonluğu kazandığı yarışla (hani Schumacher’in engellemek maksadıyla kasten çarptığı yarış) tam bir F1 meraklısı haline geldim. Hatta o dönemde yeni kurulan ve Kenan Onuk yönetiminde müthiş bir ekiple haftasonuna büyük keyif katan NTV ekranlarına Okay Karacan’ın sesiyle dinlemek, Hakkinen-Schumacher/ McLaren-Ferrari rekabetine tanıklık etmek bambaşkaydı.


Sonrasında nasıl oldu bilmem, ilgim azalmaya başladı. Önceleri, yarışların sadece startını izleyip, aralarda gidişatı kontrol ettim. Daha sonra ise sadece yarış sonunda kim kazanmış ona baktım. İstanbul Park’a da sadece bir kez 2006’da gittim. Bunda Ferrari’nin hükümranlığı, Schumacher’in rakipsizliği ezcümle rekabetin giderek azalması etkili oldu. Schumacher, istatistiklere göre gelmiş geçmiş en başarılı hatta en yetenekli pilottur belki ama nedense ben hiç sevemedim. Belki fazla mükemmel geldiği için. 2005’te Alonso’nun Reanult ile aldığı ilk şampiyonlukta bu heyecanı geri kazanır gibi oldum ama F1’in yeniden ilgi alanımın dışına çıkması uzun sürmedi.

Aslında, bu zaman diliminde dünya çapında da ilginin azaldığı ve bunda Ferrari’yi dengelemek için yapılan kural değişikliklerinin etkisi olduğu söylendi otoritelerce. Ne kadar doğrudur bilemiyorum?

Neticede, amaç her ne olursa olsun F1 yönetimi 2008’den itibaren rekabeti yeniden canlandırmayı başardı. Farklı tarzlara sahip yetenekli genç pilot sayısının artması ve puanlama sistemindeki değişiklikler heyecanı geri getirdi ve bu heyecan 2010 sezonunun son yarışı olan Abu Dabi GP’ne 4 pilotun birden şampiyonluk iddiasıyla gelmesi sayesinde tavan yaptı. Sonuç, henüz 6 yıl önce kurulan Red Bull takımının ve en genç şampiyon unvanını ele geçiren Alman Sebastien Vettel’in göz kamaştıran başarısı oldu.

Red Bull: Strateji ve kararlılık

Red Bull, Formula 1 “pazarına” 6 yıl önce girdiğinde, işin sadece marketing yönünün ağırlıklı olduğu, gridde boy göstermekle yetinen ve belki bazı yarışlarda puan, çok çok istisnai hallerde de podyum görebilen alışılmış markalardan biri olabileceği düşünülebilirdi. Fakat, Red Bull, planlı bir strateji, gerçekçi hedefler ve isabetli pilot seçimiyle giderek varlığını hissettirdi ve bu sezon zirveye oturdu.

Son yarıştan önce markalar şampiyonluğunu ilan etmişlerdi zaten. Son yarışta Ferrari gibi bu işin kurdu olan bir takımı pit stop stratejileriyle nasıl alt ettiklerini görünce, şampiyonluğu hak ettikleri yönde hiçbir şüphe de kalmamış oldu.

Red Bull’un bu sezonki en çok hoşuma giden yönü ise, “takım emirleri” konusundaki tavırları oldu. Bu tavır, şampiyonluk şansı daha fazla görünen Webber’i çileden çıkarsa da taviz vermediler ve arkasında durdular. Böylece hem iki pilotlarının arasındaki tatlı rekabetten yararlandılar, hem de ikisini birden iddialı tutarak daha etraflı bir strateji geliştirmeyi başardılar.

Son yarışa lider giren Fernando Alonso, yarış boyunca fazla risk almadan temkinli bir tempoda giderek kendisine yetecek puanları almak ve bunu yaparken de en yakın rakibi Webber’i “kollamak” peşindeydi. Zaten, Webber erken pite girince kendisinin de aynı şeyi yapması bu stratejinin göstergesiydi. Fakat, Red Bull, fazla hesaba katılmayan Vettel’in farkı rahatlıkla açmasını sağlayacak bir stratejiyle başarıya ulaştı.

Vettel, en genç şampiyon unvanını Hamilton’un elinden alırken, F1’in nasıl bir yöne doğru seyrettiği konusunda da ipuçları vermiş oldu. Vettel, çok yetenekli ve bugünlere geleceği önceden tahmin edilebilen bir isim. Artık takımlar F1 araçlarının koltuğuna oturtacakları isimlerin, çok uzun yıllar başka platformlarda tecrübe kazanmış olmalarından ziyade, çalışma disiplini ve geliştirilebilir bir yeteneğe sahip olup olmadıklarına bakıyorlar. Vettel de bu profile uyan, yarışçı ruhlu, yani yarış içinde gereken yerlerde agresiflik gösterebilen ama genel anlamda da dengeli bir pilot.

Fernando Alonso ise, F1’deki en yetenekli ve en istikrarlı pilotların başında gelir ve belki de bu sezonun ikinci yarısından itibaren gösterdiği başarıyla şampiyonluğu da hak etmiştir ama Abu Dabi’de yaşanan türde dramatik sonlar bu tür sporlara esas heyecanı katmıyor mu? Alonso, Abu Dabi GP’de çok uzun süre Renault pilotu Petrov’un arkasında kaldı ve bir türlü gerekli hamleyi yapamadı. Yarışta sonra, kaybetmenin siniriyle pist ortasında Petrov’a aşağıdaki videoda görülen çıkışması da, 2010 yılının aklıda kalacak görüntüleri arasında yerini aldı.

2011 sezonu çok daha heyecanlı ve çekişmeli geçecek.

15 Kasım 2010 Pazartesi

Serie A'da dengeler değişiyor/ Derbinin galibi AC Milan

Burada Premier League'i veya Budesliga'yı izleme imkanı bulamadığımdan (daha doğrusu imkan var elbette fakat benim üye olduğum Al Jazeera Sport'ta bu ligler yok maalesef), Avrupa Ligleri'nden sadece La Liga ve Serie A'yı hakkını vererek takip etmeye çalışıyorum. La Liga elbette muhteşem bir futbol şöleni ancak işin çekişme ve heyecan yönünden malesef giderek "Barça ve Real ve diğerleri"ne dönüşmeye ve İskoçya Ligi'ne benzer bir hal taşıdığını kabul etmek gerek.

Serie A'yla ise garip bir ilişkimiz var. Benim izlemediğim maçlar nedense çok keyifli ve heyecanlı geçerken, büyük beklentiyle ekran karşısına geçtiğim maçlarda uyukladığım bile oluyor. Fakat, bu ligi bu sezon takip etmek daha cazip hale gelmiş durumda. Zira birkaç yıldır ligi domine eden Inter, Mourinho'nun mirasını hızla tüketip zirveden uzaklaşma yolundayken, iddialı takım sayısı artmasıyla her hafta nefes kesen maçlar izlenmeye başlandı.

Geçtiğimiz hafta daligin ilk 6 sırasındaki takımlar karşı karşıya geldi. Lazio, üst üste iki galibiyetten sonra, sezonun dikkat çeken takımlarından Napoli'yi (aslında bu 6'lı içinde şampiyon olmalarını en çok isteyeceğim takım olduğunu itiraf edeyim) 2-0 mağlup ederek, hem 2. sıradaki yerini korudu, hem de üst üste mağlubiyetlerle derinleşeek ve takımın zirveden tümden uzaklaşmasına yol açacak bir krizi başlamak üzereyken bertaraf etti. Sezona çok kötü başlayan ancak zamanla toparlanan Juventus ve Roma da 1-1 berabere kaldılar.

Tabii haftanın esas beklenen maçı Milano derbisiydi. Milan, Inter'e karşı ekstra bire motivasyonla oynayan Ibrahimoviç'in henüz 4. dakikadayken yaptırdığı ve gole çevirdiği penaltıyla "deplasmanda" 1-0 kazanarak, rakibiyle arasındaki farkı 6 puana çıkardı ve liderliğini sürdürdü.

Milan, yaşlı ve dengesiz kadrosuna rağmen bu sezon çoğu maçta belirli bir standardı tutturmayı başardı. Her şeyden önce Allegri aşırı muhafazakar bir teknik adam değil, orta sahada her zaman Flamini veya Boateng gibi daha genç ve dinmik oyunculardan birisi yer buluyor. Gattuso'dan yıllardır hiçbir hocanın alamadığı verimi almayı başarıyor. Hücumdaki starlarını da başta Ibrahimoviç olmak üzere iyi idare etmiş gibi görünüyor. Robinho da şu ana kadar sorun çıkarmadığına göre işler şimdilik yolunda diyebiliriz.

Dün akşam da golü bulduktan sonra geçen yıl Inter'i Şampiyonlar Ligi'nin zirvesine çıkaran alan sıkıştırmaya dayalı kontrol futbolunu başarıyla sergilediler. Uyum içindeki savunma, başta Nesta'nın mükemmel performansı ve liderliği sayesinde asgari ölçüde pozisyon verdi. Orta saha agresif ve sert, hatta bazen gereğinden fazla sert oynayarak, Inter'e rahat oyun kurma imkanı tanımadı. Sıkıştıklarında ileriye attıkları toplarda da Ibrahimoviç görevini iyi yaparak takıma nefes alacak zamanı kazandırdı.

Bu oyun anlayışı Milan'ın sahaya çıkan 11'indeki orta üçlünün Gattuso-Ambrosini-Flamini olmasından da anlaşılıyordu. Pirlo'nun yedek kulübesinde oturması, Allegri'nin önceliği top kazanan ve ısıran bir orta sahaya verdiğini, pas futbolunu ikinci plan attığını gösteriyordu. Erken gol de ona istediğini fazlasıyla yapma imkanı tanıdı. Gattuso'nun setrtliği biraz abartıp, kırmızı kart riskini bağıra bağıra anlatması sonucunda da Pirlo'yu oyuna alarak, hem takımın baskı altında daha makul top çıkarmasını sağladı, hem de bir kişi eksik oynama riskini ortadan kaldırdı. Tabi genç Abate'nin hesap edemediği acemiliği yüzünden gördüğü kırmızı kart Milan'ı zor durumda bıraktı ama neticede maçın sonunu getirmesini bildiler.

Inter, bu mağlubiyetten sonra 12. maçında 16. puanını kaybederek liderden 6 puan uzakta 5. sıraya geriledi. Bu noktadan sonra, AcetoBalsamico'da maç öncesi değerlendirmede belirtildiği gibi Benitez'in durumu da tartışmaya açılacak, hatta nuhtemelen Zenit'te şampiyonluğunu ilan eden Spaletti'nin isminin ciddi biçimde telaffuz edilmeye başlaması çok muhtemel.

Benitez, Serie A'nın bazı temel özellkilerini kavrayana kadar, Inter çok vakit kaybetti. Her şeyden önce takım fizik olarak eziliyor ve sertliğe karşı çok pasif kalıyor. İkincisi, gol yollarında Eto'o'ya aşırı derecede baımlı durumda, alternatif üretemiyor. Üçüncüsü geçen sene takımı taşıyan ve devamlı forma giyen bazı oyuncuların bu sene arka arkaya (Milito, Samuel, Maicon) yaşadıkalrı sakatlık sorunları takımı olumsuz yönde etkiliyor. Dördüncüsü, Şampiyonlar Ligi şampiyonu titrini taşıyan bir takım için alternatifleri yeterli değil. Belki yetenekli oyuncular ama Obi, Coutinho, Biabiany gibi isimler sadece alternatif yedekler olabilecek kapasitedeler, takımı sezn boyunca taşıyabilecek fizik kaliteye sahip değiller gibi görünüyor.

Geçen yıl takımın omurgasında hayati bir rol oynayan Cambiasso'nun günahını ise anlamıyorum. Önce Maradona çok ihtiyacı olduğu halde Dünya Kupası kadrosu dışında bıraktı. Şimdi de Benitez düzenli forma şansını ondan esirgiyor. Hatta bugün 36. dakikada oyuna girmek için soyunup son anda oyuna Coutinho'nun girmesiyle kös kös kulübeye dönmesi de komik bir görüntüydü.

Yine de bu ligin birçok deişime gebe olduğunu söylememiz lazım. Benitez, Sneijder'i, Liverpool'da Gerrard'ı kullandığı şekilde kullanmayı başarır ve ona takımın lideri olduğunu hissettirirse, devre arasında da gerçek bir hücumcu kanat oyuncusu transfer edilirse Inter, yine en büyük şampiyonluk adayınlardan birisi olur diye düşünüyorum.

Inter (4-3-3): Castellezi- Zanetti, Materazzi (Dk. 68 Biabiany), Lucio, Cordoba- Stankoviç, Sneijder, Chivu-Eto'o, Milito (Dk. 46 Pandev), Obi (Dk. 36 Coutinho)
Milan (4-3-3): Abbiati-Abate, T.Silva, Nesta, Zambrotta- Gattuso (Dk. 46 Pirlo), Ambrosini, Flamini- Robinho (Dk. 62 Antonini), Ibrahimovi., Seedorf (Dk. 73 Boateng)
GOL: Dk. 5 Ibrahimoviç (pen.)
K. Kart: Dk: 60 Abate (Milan)


Son olarak, hakem Abate'yi 2. sarıdan attığı pozisyonun ardından biraz kontrolü kaçırdı gibi geldi bana. Ibrahimoviç'in, Materazzi'ye yaptığı ve oyuncunun sakatlanmasına yol açan hareket kesin kırmızı kartılıktı bence. Hareketin videosu aşağıda:

Çöküş/ Galatasaray-Manisaspor: 0-2


Galatasaray'ın durumuna ilişkin son olarak 23 Ekim'de geniş bir değerlendirmeyi burada paylaşmıştım. "Hayalden uyanış" başlıklı o yazıyı yazdığımda, Gheorghe Hagi henüz takımın başında sahaya çıkmamıştı. Arada kalan sürede oynanan 4 lig ve 1 kupa maçı, kulübün bütün ciddi ve yapısal problemlerinin yerli yerinde durduğunu, yapılan makyajın yetersizliğini ve en önemlisi bu duruma isyan eden neredeyse hiç kimsenin kalmadığını, Galatasaray'da hazin bir şekilde başarısızlığın kanıksandığını ve Türk futbolunun en büyük markasının "hasta adama" dönüştüğünü gösterdi.

Hastalık ciddi bir biçimde yayılıp çöküş tehlikesi arz ettiği zamanlarda, kapanmayan iyileşmeyecek yaraları ağrı kesicilerle, geçici tedbirlerle tedavi etmek olanaksız hale geldiğinden, problem yaratan organların alınması, kesilmesi, yenilenmesi tek çare olarak karşımıza çıkıyor. Manisaspor maçını izlemek kahredici ve kahredici olduğu kadar da ayıltıcıydı aslında. Takımda mücadele eden, formanın hakkını vermeye çalışan sadece Elano ve Lorik Cana'ydı (belki biraz Sabri'yi de katmak mümkün). Onun dışında saha içinden, kenar yönetime, yedek külübesinden tribünlere kadar tam bir boşvermişlik ve bir nevi uyku hali hakimdi. Son 10 dakika "sabrımız taşıyor adam gibi oynayın" tezahüratıyla uyanılan bu uykuda, yaşanan kabusun aslında gerçek olmadığını  duymayı, herhalde bütün Galatasaraylılar isterdi.

Rijkaard geçen yıl elimdeki oyuncu kalitesi yeterli değil dediğinde, tabir caizse bütün çevrelerin "çemkirmesine" maruz kalmıştı. Şimdi oynayan oyuncuların kaçı Galatasaray formasını taşımayı hak ediyor bir düşünelim isterseniz. Haklı değil miymiş?


Hagi'nin ilk maçının deplasmanda Fenerbahçe'ye karş olması büyük bir şanstı aslında. Hagi de akılcı bir oyun planıyla, zaten ekstra bir çabaya gerek kalmaksızın motive olmuş bir takıma rasyonel bir futbol oynatarak yıllar sonra puan almayı başarması dertleri unutturmaya yetmiş gibi bir hava estirildi. Sonrasında o maçın rüzgarıyla ilk 30 dakikalık oyunla koparılan (ikinci yarıda çekilen sıkıntılar nedense dikkate alınmadı) MP Antalyaspor galibiyeti geldi. Ancak son Trabzon ve Manisa maçları gerçeği apaçık biçimde ortaya koydu.

Yukarıdaki paragrafı yazarken aklıma bu durumu ligimizin orta sıralarında bulunan veya düşmemeye oynayan takımlarının sıkça yaşadığı geldi. Düşünün başarısız sonuçların ardından gelen bir kan değişikliği, ilk başlarda alınan birkaç iyi sonuç ve ardından yeniden "sıkıntılı günlere" dönüş ve belki yeniden bir teknik direktör değişikliği, ara transferi dört gözle bekleyip takıma yapılan amaçsız ve bilinçsiz takviyeler, günah keçisi ilan edilerek kadro dışı bıraklılan bazı oyuncular ve şansı tutarsa güç bela sezon sonunu getiren bir takım. Tehlikenin farkında mısınız?

Bu açıdan, özellikle bugünkü maçı izledikten sonra kadro dışı bırakılması gerektiğini düşündüğümüz veya gönderilmesini isteyeceğimiz birçok oyuncuyu sayabiliriz. Fakat çok daha derinlere nüfuz eden bir değişim gerekiyor. Önceden de söylediğim gibi 2008 yılında iyice kemikleşen ve aradan geçen sürede nice "değer"in kellesini alan bir yapıyı değiştirebilmek asıl mesele. Galatasaray formasının hakkını veren bir takım oluşturmak gerek.

Burada yanlış anlaşılmasın, bu ifadeyle asla hamasi bir kavramı kastetmiyorum. Diğer bütün takımların forması ne kadar kutsalsa, o kadar kutsaldır.  Yaptığı işten para kazanan tüm sporcular, verebileceklerinin en iyisini vermek zorundadır. Bu noktada hiçbir şüphe yok. Benim vurgulamak istediğim, bir şekilde Galatasaray kadrosunda yer bulan ve üzerlerinden Galatasaray formasını çıkardığınızda, kariyerlerini asla bu kadar üst düzey bir takımda sürdüremeyecek oldukları halde, konumlarının ve ayrıcalıklarının "vasat" nitelikteki bazı oyuncuların düştükleri yanılgı. Tabii bir de oyuncu kadrosunu bu şekilde oluşturan yönetimin içinde bulunduğu gaflet.

Ali Sami Yen'de 3 maç daha oynayacağız ve sonrasında yıllardır özlemini çektiğimiz Türk Telekom Arena'ya kavuşacağız. Normal şartlarda büyük bir heves ve heyecanla gitmemiz gereken stada tüm iddiasını yitirmiş, isteksiz ve Galatasaray'ın adının olduğu her yere taşınan "umudu" kaybetmiş biçimde gidiyoruz ne yazık ki...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Gareth Bale




İki hafta önce izlemeyi çok istediğim halde Inter-Tottenham maçına tercih etmiştim Bursaspor-Man Utd maçını. Dün gece de aynısını yaptım. İki akşam da beni pişman eden kişi Gareth Bale oldu.
Roberto Carlos'un 2002 Dünya Kupası performansından beri böyle bir kanat oyuncusu performansı hatırlamıyorum. Aslında şöyle söylemek gerek. 2000'lerin 2. yarısından itibaren 4-3-3'ün dünya futbolunda hakim sistem konumuna gelmesi, klasik 10 numaraları hücum hattının kanatlarına iterek, çizgiye inmek yerine içe kat eden kanat oyuncusu ve hücumcu kanat bekleri tipini yaygınlaştırdı ve klasik kanat oyuncularını da geri plana itti. 3-5-2 hakim sistemken maç boyunca ileri geri çalışan oyuncular ya savunma özelliklerini geliştirerek "bek" pozisyonuna geldiler ya da takım içi rollerini kaybettiler. Son yıllarda Maicon, Daniel Alves, Türkiye'den de Gökhan Gönül gibi hücuma hzılı ve etkili biçimde çıkan oyuncular, takımlarının hücum planında bir artı değer sağlayarak bu şekilde ön plana çıkmayı başardılar

Fakat son 2 maçta gördüğümüz Gareth Bale performansı bütün bunların ötesinde, başka bir dünyadan gelmiş gibi. Galli oyuncu şu anda 4-4-1-1 dizilişiyle oynayan Tottenham takımında orta alanın solunda görev yapıyor ancak yukarıda saydığım hücumcu bek performansına daha uygun. Bu açıdan çağın mükemmel futbol takımı Barcelona'nın nazar boncuğu gibi aksak bıraktığı sol bek açığını mükemmel biçimde kapatabilir mesela. Zaten Zubizaretta da ilgilendiklerini açıklamış bile.

Topla çok hızlı, vuruşları düzgün ve isabetli, fantastik çalımlara ihtiyaç duymadan fizik gücüyle adam geçiyor ve bir anda rakibiyle arasındaki mesafeyi inanılmaz biçimde açıyor.  O hızla top sürerken kafasında son hareketi de planladığın düşünüyorum çünkü biraz klişe tabirle "orta değil pas" veriyor. en önemlisi Inter maçlarında o müthiş deparlarını oyunun son dakikalarında atabilecek şekilde fizik gücünü koruyabiliyor.

Uzun zamandır bu kadar etkili bir bireysel performans izlememiştim. İnanın abartmıyorum, örneğin Ronaldo son haftalarda coşmuş durumda ama Mourinho'nun takımında tüm pozisyonların onun için hazırlandığı bir sistemde oynuyor. Bale'in durumu ise bambaşka. En iyisi aşağıya kopyaladığım Inter maçlarının videolarını (Türkiye'de youtube açıldı mı bilemiyorum ama) izleyip karar verin.  



Bursaspor-Manchester United: 0-3 - Oturup düşünmenin zamanı

 
 
Bursaspor maalesef dün akşam da Şampiyonlar Ligi'ndeki ilk golünü atmaya veya ilk puanını almaya muvaffak olamayarak, 4 maç sonunda beklenmedik ölçüde hayal kırıklığı yaratan bir tabloyla bizleri karşı karşıya bıraktı.
 
Bu tabloya bahane bulmak çok kolay. Kadrolar arasındaki kalite farkını yadsımak mümkün değil, ya da tecrübe veya şans faktörünü. Zaten tecrübe faktörü bir nevi fasit daire işlevi görüyor. Tecrübeniz olmadığı için kuraya 4. torbadan giriyorsunuz. Bu durumda da genelde devlerle eşleşip yine sizi üst torbalara taşıyacak puanı alamıyorsunuz. Kısacası, Bursaspor'un grupta sonuncu olması, bir açıdan çok sürpriz değil.  Fakat bunların hiçbiri durumu açıklamaya yetmiyor.  Özellikle daha önce aynı tecrübe eksikliği ve yetersiz kadrolarına rağmen can yakmayı başarmış Cluj, Anorthosis gibi örnekleri veya bugün tam kadro Barcelona'dan puan koparmayı başaran Kopenhag'ı düşündüğümüzde Türkiye Ligi şampiyonunun kayıtlara bu şekilde geçmesi çok hazin geliyor.
 
Bursaspor dün akşam biraz daha istekli, pozisyona giren, topu biraz daha iyi kullanan bir oyun ortaya koydu.  Maçın başından itibaren harika bir gösteri serigleyen seyircinin de desteğiyle işler iyiye gidecek gibiydi. Ancak Manchester United, tabir caizse kendini hiç sıkmayarak kendi yarı sahasında top çevirdi. Bu durum biraz da Bursaspor'un taktiğinin kendi içinde çelişmesinden kaynaklandı.
 
Şöyle ki, oyun içinde 4-1-4-1 ile 4-3-3 arasında değişen bir dizilişle sahaya yayılan Bursaspor'da, santrfordaki Sercan ve kanatlarda yer alan Turgay ile Volkan Man Utd defans oyuncularına çok yüksek tempoda şok pres uygularken, Man Utd bu aşamayı geçtiğinde 30 metre boyunca hiçbir dirençle karşılaşmadı. Çünkü, özellikle başta stoperlerin arasına iyice gömülen Svensson olmak üzere Ergiç ve Insua rakibi orta yuvarlağın gerisinde karşılamakla görevlendirilmişti. Halbuki, yüksek tempo ve hücum pres uyguladığınızda savunmayı da öne çıkarmak ve takımın boyunu kısaltmak zorundasınız. Bu durum savunma hattınızı belki riske atar ama ne yardan ne serden geçerim anlayışıyla bu şekilde oynadığınızda hem hücum oyuncularını boşu boşuna yormuş, hem orta saha oyuncularınız topu kazandığında forvetle bağlantılarını koparmış olduklarından pas alışverişini sağlayamamış, hem de rakibe oyunu soğutma ve tempoyu kontrol etme imkanı vermiş olursunuz.
 
Halbuki, ilk yarıda Sercan'în Van der Sar'a yaptığı baskı sonucu tecrübeli kalecinin kısa düşen vuruşunda Svensson'un dışarı giden şutunu düşündüğümüzde, (Bu pozisyon bir duran top sonrasında gerçekleşmişti) orta sahanın pres yapan hücum oyuncularına yaklaşması halinde rakibin dengesiz yakalanmasının mümkün olduğunu görmüştük.
 
Gol çok biçimsiz bir dakikada gelmeseydi, Bursaspor'un oyun anlayışını olumlu yönde geliştirebileceğini öne sürebiliriz. Nitekim, Ertuğrul Sağlam'ın maç sonu açıklamaları da bu doğrultuda olmuş. Yine de ne olursa olsun, savunma hattını çıkarmaya niyeti olmayan bir Man Utd. takımını kontrataklarla yenmek mümkün değildir. Kaldı ki, 75. dakikada 1-0 mağlupken rakip yarı alanın ortasında yapayalnız kalan ve çaresizce 30 metreden şut çektikten sonra ağzından "kimse yok ki" sözleri dökülen Sercan'ın durumunu da hiçbir taktik açıklayamaz. 
 
Son günlerin çok konuşulan ismi Sercan demişken bir parantez açalım. Yakında onunla ilgili bir yazı düşünüyorum ama birkaç maç daha bu psikoloji altında nasıl oynadığını görmem lazım. Zaten beni tanıyanlar, ne yönde bir yorumum olacağını tahmin edebilirler.
 
 Son olarak, yazının başlığını "oturup düşünmenin zamanı" şeklinde koymamın sebebini açıklayayım. Avrupa'nın en büyük 6. ligi olduğumuzu iddia ediyoruz ve ligimizin şampiyonu ve şu andaki yenilgisiz liderinin Şampiyonlar Ligi'ndeki performansı bu. Ertuğrul Sağlam ve Bursasporlu oyuncuların geçen sene yaptıkları devrimi ve sarf ettikleri emekleri asla küçümsemek istemem. Fakat oturup düşünmemiz gereken sorular var: Ne durumdayız, kendimizi mi kandırıyoruz, ne yapmalıyız....?
 

23 Ekim 2010 Cumartesi

Galatasaray: Hayalden uyanış

 
 
Bizim kuşak Galatasaraylıların, yani UEFA Kupası şampiyonluğunu bütün ayrıntılarıyla idrak etmiş olanların (misal ben 18 yaşındaydım) maalesef ciddi bir zaafı var. Biz muhtemelen o yıllarda hayal ettiğimizin ötesini gördüğümüz için, “Galatasaray’ın adının olduğu yerde umut vardır” şiarının da ötesine geçerek, sözkonusu Galatasaray olunca bize vaat edilen güzel günlere çok kolay inanıyoruz. Belki şerefli yenilgiler dönemini kılpayı teğet geçmemiş olsak, anılarımız Neuchatel’li, Monaco’lu 88-89 sezonla başlamamış olsa daha rasyonel ve kuşkucu olabilirdik. Fakat inandık… Sanki 10 yıl önce UEFA Kupası kazanıldığından beri göreve gelen yönetimler Galatasaray’ı hem anlamda eksiksiz bir dünya kulübü yapmayı başarmışlar gibi, gerekli kurumsal altyapı var mı diye sorgulamadan, salt Rijkaard’ın gelişinin bir devrim yaratacağına inandık.

Öyle heyecanlıydık ki, zamanında beyaz saçlı adamın sıfırdan gerçekleştirdiği devrimi, bu kıvırcık saçlı adamın gerçekleştirmesi çok kolay görünüyordu hepimize. Büyük transferler yapılmış, gerekli kadro oluşturulmuştu. Fakat nasıl olduğunu anlamadan bir yerde tıkanıklık başladı. Rijkaard-Neeskens ikilisi istediklerini gerçekleştiremez gibi olunca kendi oyun anlayışlarından ödün verdiler, belki herkesin dile getirmekten çok hoşlandığı “Türk futbolcusunun yapısına uygun bir düzeni” benimsemeye çalıştılar. Ne zaman heyecan verici bir vizyon ortaya konsa, bazı unsurlar hevesini kursağında bıraktı öncülerin. Dünyanın en pahalı kadrolarından Man City’de düzenli olarak ilk 18’e giren Jo’ya, Avrupa’da hala ciddi bir piyasası olan Giovani Dos Santos’a, Dünya 3.sü U17 Milli Takımının Nuri Şahin’den sonraki en büyük yıldızı Caner’e neler yapıldığını, haklarında neler yazıldığını hatırlayın. Elano’nun burada geçirdiği 14 ay sonrasında halihazırda yüzündeki ifadeye bakın. Belki o zaman neden Haldun Üstünel’in görevi bıraktığını anlamak da mümkün olabilir.

Bu sezonki transfer politikasına bir bakın… Takım Avrupa’dan elendikten sonra taraftarı susturmak için Misimoviç’in son gün transfer edilmesinden tutun, Keita’nın yerine Stoch’un peşinden koşulup ucuz diye Pino’nun alınmasına, orta sahada takımı M.Sarp-Ayhan ikilisine mecbur bırakan, forvette Baros’un başına bir şey gelmesin diye dua ettiren alternatif yoksunluğuna ve gençlerin yok pahasına elden çıkarılıp kadronun vasat Anadolu takımı yedekleriyle doldurulmasına da diyecek bir şey yok mu?

Rijkaard’ın başarılı olduğunu iddia etmiyorum elbette. Belki de en büyük hatası tüm kurumsal ve teknik altyapının hazır olduğuna kendini inandırmasıydı. Burada sadece antrenman ve maçlardaki görevin yetmediğini, teknik direktörlerin 7/24 her türlü detayla ilgilenmesinin gerektiğini anlayamadı. Ancak asıl sorgulanması gerekenin Rijkaard gibi uluslararası değerlere Türkiye’de başarılı olacak ortamı sağlayamamamızın nedenleri olduğunu düşünüyorum. Bu “çok kariyerli bir hocaya ne olursa olsun sabredelim” şeklinde geçiştirilecek kadar basit bir durum değil. Bu tür başarısız dönemleri bütün büyük hocalar zaman zaman yaşayabiliyor fakat sonrasında onların isimlerinden ve prestijlerinden bir şey kaybetmediklerini, hatta bu deneyimleri ileriki kariyerleri için artıya dönüştürebildiklerini görüyoruz. Kısacası kaybeden biz oluyoruz.

Kaybeden biz oluyoruz çünkü bazı anlayışlar değişmeden olduğu yerde kalıyor. Hanelerine Rijkaard gibi bir efsaneyi harcadıkları sanrısını yazıp yollarına devam ediyorlar. Aklıma hep zamanında Toschak’la Ali Şen arasındaki polemikte, Toschak’ın havaalanında sıradan bir adamı durdurup “hangimizi tanıyosun?” diye sorması geliyor. Rijkaard hep efsane olarak kalacak, muhtemelen bir sonra gittiği kulübü yine zirveye çıkaracak yani yeniden ayağa kalkacak Peki onun gönderilmesine öyle ya da böyle katkıda bulunanlar… “Güvenilmediğim yerde iyi performans göstermem beklenmesin” diyenler… Galatasaray taraftarının gözünden düştüğü yerden nasıl kalkacaklar?

Futbolcuya dayalı düzen

Aslında bütün bunlar 2007’de rahmetli Özhan Canaydın Mart ayında sözleşme yenilediği halde, Adnan Polat’ın yönlendirmesiyle sezon sonunda Gerets’in gönderilmesiyle başladı. Sanki daha önceki 48 sezonda 48 şampiyonluk yaşanmış gibi 2007’de şampiyon olamamak Gerets’in sonu oldu. Halbuki, beğenilmeyen anacak ne hikmetse gittiği her yerde başarılı olan Gerets, 2006’da rekor puan toplayarak şampiyon olmuş, bugünün kaptanı Arda’ya düzenli olarak forma vermiş, onu ilk kez en rahat ettiği yer olan sol açıkta denemiş, Şampiyonlar Ligi’nde ilk maçına 19 yaşındaki Arda ve 18 yaşındaki Aydın’ı ilk 11’de başlatacak, Kadıköy’de 4-0 mağlubiyeti göze alarak 19’luk Uğur ve Ferhat’ı oynatacak kadar gençlere kapıyı açmıştı.

Feldkamp, yaşattığı başarıların verdiği krediyle yeni ve genç bir takım yaratması için göreve gelmiş ve kısmen başarılı bir grafik çizmişti. Ancak, takımın içten içe kaynaması, onun gibi disiplin üstadı olan birinin bile gitmesine zemin hazırladı. Kalli gittikten sonra ise gerçekten müthiş anlara sahne olan, her anında emek ve inanç dolu bir mücadele sonucu 17. şampiyonluk geldi.

Şimdiki tabloya bakınca 2008 şampiyonluğu ne kadar güzel olsa da keşke gelmeseymiş diyorum. Çünkü Cevat Güler’in emeğine hakaret edecek şekilde “hocasız şampiyonluk” olarak anılan bu başarı futbolcuya dayalı düzeni kemikleştirdi. Bu düzen, bugüne kadar Skibbe ve Rijkaard’ın ve birçok “yabancı” futbolcunun “kellesini aldı”.

Skibbe’nin oynattığı, örneğin Benfica deplasmanındaki veya Ankara serisindeki futbolun üzerine o günden beri çıkamadı Galatasaray. O dönemde, ligde şampiyonluk iddiası sürerken, Avrupa’da da her şey yolunda giderken, belki fazlasıyla yumuşak başlı olduğu için dört koldan gelen eleştirilerle kurbanlık koyun muamelesi gördü Skibbe.

En nihayetinde de Rijkaard… Neler olduğunu, bir efsaneyi harcamayı, daha doğrusu harcadığımızı zannetmeyi nasıl başardığımızı anlatmaya çalıştım. Bu sefer taraftar her şeyin farkında, inanmıyorsanız Pazartesi Rijkaard’ın nasıl uğurlanacağını görün…

Efsaneler nöbete

Şimdi yaşadığımız hayal kırıklığına geçici pansuman yapıyorlar yine efsanelerimizi ortaya atarak… Skibbe sonrası Bülent Korkmaz’la avutmaya çalıştılar, büyük kaptanın Galatasaray sevgisi onların vakit kazanma, tepkiden kaçma ilacı oldu. Şimdi de en büyük efsanelerimizden biri Hagi bir başka efsane Tugay’la birlikte ateş topunu avuçlayacak, yönetimin içi soğusun biraz daha vakit kazansınlar diye…

Neticede, son bir haftadır Galatasaray etrafında çıkan haberlerin, yapılan yorumların, gündeme gelen isimlerin, belirsizliklerin, hayal kırıklıklarının, umutların hepsinin bizi götürdüğü noktada ortaya açık biçimde çıkan tek bir gerçek var. Galatasaray böyle yönetilmeyi hak etmiyor.

8 Ekim 2010 Cuma

Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 5 - İngiltere

Ekim başı itibariyle şöyle bir gözden geçirmeye çalıştığım Avrupa'nın 5 büyük liginin değerlendirmesine Premier League ile son veriyorum. Aslında bu post, serinin en kısa yazısı olacak zira "Ada cephesinde değişen bir şey yok" başlığıyla dahi yetinebilirdim, zira Chelsea durdurulamaz gibi görünen performansını sürdürüyor.
Bu sezon Premier Lig'de dikkati çeken en önemli unsur üsttekilerle alttakiler arasında güç farkının daha önce hiç olmadığı kadar belirginleştiğinin görülmesi oldu. İlk haftalarda sık sık rastladığımız 6-0 gibi skorlar, Arsenal ve Chelsea gibi hücum potansiyeli yüksek takımların rakipleri önünde rahatlıkla sonuca gitmeleri genel itibariyle heyecanı azaltmış gibi görünse de seyir zevki yüksek maçlar izlememizi engellemedi.
Ancelotti'nin Chelsea'si tam hızla devam ediyor. Onlar için söylenebilecek fazla bir şey yok, yalnız kadronun geçen seneye göre biraz daraldığını ve ilerleyen aylarda takımı taşıyan oyuncuların sakatlanması halinde sıkıntı çekilebileceğini söyleyebiliriz. Bu durumda da Ancelotti'nin gençlere çok güvendiği anlaşılıyor. Özellikle birkaç maçta izleme imkanı bulduğum Josh McEachran çok büyük bir yıldız olabilecek kaliteye sahip.
Bu seneyi de transfer şampiyonu olarak kapatan Man City, sezon içinde ne yapacağı en çok merak edilen takım. Şu an için işler yolunda ve takımın ve Mancini'ni giderek güven kazandığı görülüyor. Dünyanın belki de en iyi defansif orta saha rotasyonuna sahip olmaları onları çok zor gol yiyen bir ekip haline getiriyor ki, tam Mancini'nin felsefesine uygun bir durum. Chelsea'ye şu ana kadarki tek yenilgilerini tattıran takım olmaları onları zirve yolunda daha da teşvik etti ancak ben bu yıl da şampiyonluğun zor olacağını tahmin ediyorum.
Man Utd ise bir türlü istediği oyunu tutturamıyor. Geçen yıl kariyerinin en iyi sezonlarından birini yaşayan Rooney gerek post-Dünya Kupası travması, gerek sakatlıklar yüzünden bu sezon bir türlü istikrarlı bir görüntü çizemedi. Liverpool maçında hat-trick yapan Berbatov'unki gibi istisnai performanslar olmayınca hücumda tamamen Rooney'e endeksli (örneğin Rangers defansını aşamadılar), aynı zamanda savunmada daha önce görmediğimiz ölçüde kolay gol yiyen bir görüntü çiziyorlar. Yine e kadro istikrarı ve Sir Alex'in tecrübesiyle bu işi uzun dönem kovalayacakları kesin ama ilk 2 dışında kalmaları dahi mümkün.

Arsenal dediğimde ise her seferinde yine Arsene Wenger'in zekâsına ve futbol anlayışına şapka çıkarıyorum. İlk bakışta manşetleri süslemeyen ve birçok çevre tarafından riskli olarak damgalanan transferler tıkır tıkır işleyen sistemin içine Wenger sayesinde büyük bir ustalıkla monte ediliyor. Bu sene de Koscielny ve Chamakh'ın performansları bu duruma güzel bir örnek teşkil etti. Arsenal'in futbol anlayışı her zaman hızlı, pozitif ve seyir zevki vaat eden bir yapıda fakat bir yerde en üst düzeye çıkmak için yeterli kadro kalitesine (örneğin kaleciye) sahip değiller.

Son olarak Liverpool'a değinmek gerekirse, onları küme düşme hattında görmenin, geçici olduğundan emin olsam da, şaşırtıcı ve üzücü olduğunu söyleyebilirim. Kadrodan Mascherano dışında önemli bir kayıp olmamasına ve artık yerinde saymaya başlayan Benitez'in yerine yapılabilecek en iyi seçimlerden biri olan tecrübeli ve başarılı Hodgson göreve geldikten sonra bir kıpırdanma olacağını beklerken, yerinde saymak şöyle dursun geriye gitti Liverpool. Şu anda gündemi meşgul eden kulübün satılması, borçlar vs. konularının taraftara nasıl yansıyacağını bilemiyorum ancak bu gidişin böyle devam etmeyeceği de aşikar. Her şeye rağmen yılsonuna kadar toparlanacaklarını ve özellikle UEFA Europa League'de iyi sonuçlar alarak kazanacakları morali lige yansıtacaklarını düşünüyorum. Fernando Torres'in yaklaşık 1 senedir kayıplarda olduğunu ve ismini yeniden hatırlatmak için bir çıkış noktasına ihtiyacı olduğunu düşünürsek, sarı saçlı çocuğun kırmızıları taşıyacak bir performans ortaya koymasını beklememek için bir neden yok.

7 Ekim 2010 Perşembe

Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 4 - İtalya


1990’larda ne İngiltere, ne de İspanya ligleri Serie A kadar ilgi çekerdi. Hem tüm büyük yıldızların Çizme’de toplanması hem de İtalyan takımlarının Avrupa kupalarını domine etmesi bu konumunu keyfini uzun süre devam ettirmesini sağladı. Fakat 2000’lere gelindiğinde özellikle Premier League’in mali anlamda inanılmaz güçlenmesi bu gidişatı değiştirdi. Son yıllarda İtalya Ligi pek fazla kimsenin ilgilenmediği, yıldız oyuncuların tercih etmediği ve hatta yanılmıyorsam bu sezon İskoçya ve Hollanda liglerinin yayınlandığı Türkiye’de dahi yayınlanmayan bir lige dönüştü.

İtalya Ligi’nde 2006’da patlayan skandalın ardından değişen dengelerden de yararlanan Inter, 5 yıllık bir hegemonyanın keyfini sürmeye devam ediyor. Bu dönemde, Mourinho’nun futbol aklıyla kadro istikrarını yakalayan ve daha da büyüyerek Şampiyonlar Ligi şampiyonluğuna kadar uzanan Inter, bu sezon başında en büyük yıldızı olan teknik direktörünü kaybetse dahi, yine kazanma alışkanlığı olan ve uzun süredir Liverpool’da yerinde saydığını düşündüğümden, yeni bir meydan okumaya kendi kariyeri açısından da ihtiyaç duyan Benitez’le anlaşarak bence doğrusunu yaptı ve sezona da yine favori olarak başladı.

İtalya’nın üç büyüklerinden Milan ve Juventus da geçen sezonu birçok sıkıntı içinde geçirdikten sonra bu sezona eski günlerini yakalama hedefiyle başladılar. Özellikle, yıllardır yaşlı kadrosunu yenileyememenin sıkıntısını yaşayan Milan, bir tür İtalyan usulü Galacticos yaratma peşine gitti ve Ibrahimoviç ile Robinho gibi iki süper transfere imza attı. Teknik Direktör Allegri’nin takımı istediği hedefe ulaştıracak kapasite ve kariyere sahip olup olmadığı tartışması devam etse de sıkıntıya düştükleri maçları dahi çevirme kapasitesine sahip, etkili silahları olan bir kadro var karşımızda.

Juventus’ta ise sorunun Ferrara veya Zaccheroni’den kaynaklanmadığı ve daha derinlerde yattığı bu sezon şu ana kadar gösterilen performansla doğrulanmış oldu. Yine de uzun süre transfer etmeye uğraştıkları Krasiç’in son birkaç maça ağırlığını koymasıyla hafif bir toparlanma sinyali göndermeye başladılar. Daha önce de bu blogda Krasiç’ten bahsetmiş ve özellikle geçen sezon CSKA formasıyla ŞL’deki müthiş performansına değinmiştim. Şu anda taraftarların eskimeyen yıldız Del Piero ile birlikte fark yaratması için bel bağladıkları ve yeni Nedved olarak gördükleri adam konumunda. Yalnız hücumda ne kadar iyi olursa olsun, şu an itibariyle zirveyi kovalayacak kalitede bir defans anlayışı yok Juventus’un. Çok kolay ve bol gol yiyorlar. Yine de son Inter maçındaki dirençleri gelecek adına iyi bir referans noktası olabilir.

Roma ve Fiorentina için sezon kabus gibi başladı. Gerçi Roma böyle başlangıçlardan sonra inanılmaz seriler yakalamakta meşhurdur ama bu sezon bunu yapabilecekler mi bilemiyorum. Şu an iki takım da 6 maçta 5 puan toplayabilmiş durumdalar. Roma, Inter’i son dakika golüyle 1-0 yendiğinde, toparlanmaya başladıklarını düşünmüştüm ama Napoli karşısında direnemediler. Fiorentina’nın durumu ise daha kötü. Takımın kimyasını ayakta tutan teknik direktör Prandelli’ymiş demek ki. O milli takımın başına gidince, takımı taşıyacak kapasitedeki Jovetiç de sakatlanınca çok zor günler geçirmeye başladılar. Kısa vadede bir teknik direktör değişikliğiyle orta sıralara yükselmeleri muhtemel ama daha fazlası zor.

İki sezondur olumlu sinyaller veren Napoli, bu sezonun başından beri adım adım zirveye doğru yol alıyor. Şampiyonluk yine de zor görünse bile, ŞL hedefini sonuna kadar kovalayacak gibiler. En önemlisi göze hoş gelen bir futbol oynayan, genç ve hareketli bir kadroya sahipler, ayrıca Hamsik gibi süper bir yıldız olma yolunda ilerleyen bir orta sahaya, Cavani gibi de potansiyelinin şu ana kadar gösterdiği kısmıyla bile ilerde neler yapabileceğinin müjdesini veren bir golcüye sahipler.

Bu kez lideri sona bıraktık. Geçen seneden alınan dersler ve doğru hamlelerle yaşanan 180 derecelik bir değişim yaşandı Lazio'da. Kaleci Muslera ve önündeki sağlam savunmanın yanı sıra olgunlaştıkça etkinliği artan Rocchi’nin sürüklediği hücum hattı. Kadro çok geniş olmadığından nereye kadar gideceklerini kestirmek zor fakat başarı geleneğine ve sadık bir taraftar kitlesine sahip olduklarından kazandıkça keyiflerinin yerine geleceği ve üst sıralara tutunacakları söylenebilir.

Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 3 - Fransa



Lyon'un 2000'lerin ilk yarısına damga vuran hegemonyası yıkıldığından beri, Ligue 1 iyiden iyiye sürprizlere açık hale geldi. Zaten benim hatırladığım kadarıyla, Fransa'da hiçbir zaman en iyi takımların bile birkaç yıl üst üste istikrarlı sonuçlar alabildiğine şahit olmadık. O yüzden, hangi sonuçla karşılaşılırsa karşılaşılsın diğer büyük liglerde olduğu kadar hayret uyandırmıyor.
Gerçi bu sezon başında Marsilya ve Lyon'un oturmuş kadroları ve ekonomik yapılarıyla bu tabloyu ortadan kaldırabileceğini düşünenler azınlıkta değildi. Özellikle Marsilya şampiyon olup şanssızlığı kırdıktan sonra, uzun yıllar Fransız futbolunun zirvesine kurulmayı umuyordu. Nitekim, Niang gibi takım için çok önemli bir futbolcu ayrılır ayrılmaz yerini Gignac ve Remy gibi Fransız futbolunun iki gelecek vaat eden forvetiyle derhal doldurdular. Lyon da geçen yıl Şampiyonlar Ligi'nde başarılı olan kadrosunu isabetli transferlerle takviye etmişti. Tabii en önemli transfer Gourcuff'un Bordeaux'dan gelişi oldu. Lyon, şampiyonluktaki olası rakiplerinden birinin en büyük yıldızını alarak ekonomik açıdan da üstünlüğünü net bir biçimde ortaya koydu.
Fakat bütün bunlar Lyon ve Marsilya'nın sezona çok kötü başlamalarını engelleyemedi. Ligin başında tüm Fransız futbolunu sarmış olan Dünya Kupası travmasının ligi de etkilediğini söylemek lazım. Marsilya zaman içinde toparlanma yoluna girse de, Lyon ilk 8 hafta itibariyle sadece 8 puan toplayabildi ve düşme hattının hemen üzerinde yer buldu.

Zirvede yer alan Rennes ve St. Etienne'in performansları geçen sene düşünüldüğünde büyük bir sürpriz değil. Özellikle St. Etinenne-Marsilya maçında şahit olduğum, yeşillerin geriye düştükten sonraki performansını bu yıl çok az takımdan gördüğümü söyleyebilirim. Klişe tabirle "dalga dalga Marsilya kalesine gelen" ve yüksek tempoyla oyunu domine eden St. Etienne'in, haftalar ilerledikçe üst sıralardan kopmayacağını düşünüyorum. Özellikle müthiş performansını Blanc'ın da fark ederek milli takıma aldığı Payet'in takımının hücum varyasyonlarında üstlendiği etkin rol ve temposuyla bu sezon beni en çok etkileyen oyuncuların başında geldiğini söyleyebilirim.

Rennes takımı ise genç ve çok koşan yapıda ve özellikle az gol yemesiyle ön plana çıkıyor. Bu bağlamda özellikle savunmadaki Rod Fanni öyle başarılı oldu ki 28 yaşında milli takıma seçilmeyi başardı.
Şöyle bağlayalım, Fransa ligi bildiğimiz gibi gidiyor, henüz belirli olan hiçbir şey yok. Bu lig daha çok su kaldırır.



Avrupa liglerinde sonyaz değerlendirmesi 2 -İspanya


"Avrupa'nın en iyi ligi hangisi?" sorusu üzerinde, son yıllarda Avrupa futbol çevrelerinin zihnini meşgul eden çetin bir rekabet var La Liga ile Premier League arasında.. Avrupa kupalarına da taşınan bu rekabette ibre son 2 yıldır Barcelona'nın olağanüstü performansı ve son olarak İspanya'nın üst üste Avrupa ve Dünya Şampiyonluğu'nun kazanmasıyla Akdeniz yönünde doğru döndü. Son Dünya kupası'nda İspanya milli takımında Fabregas (Arsenal) ve Reina (Liverpool) dışında La Liga dışında forma giyen bir oyuncu yoktu.

Fakat,  İspanya Ligi'ne baktığımızda birkaç sezondur iyiden iyiye yerleşen Barcelona ve diğerleri tablosunu görmenin, ligin heyecanına ve uzun vadede kalitesine darbe vurma tehlikesi yarattığını söylemek de mümkün. Barcelona'nın ezeli rakibi Rela'in onları yakalamak için Galakticos'un ikinci versiyonunu sahneye koyması geçtiğimiz yıl ligi iyice İskoçya ligi havasına sokmuştu.

Daha önce şampiyonluk sözü eden Sevilla, Valencia, Atletico madrid gibi çok kaliteli kadrolara sahip takımların hedefi 3. lük haline gelmişti. Bugün ilk 6 hafta itibariyle zirvede farklı bir tablo görsek de bu durumun geçerliliğini kaybettiğini söyleyemeyiz.

Lider Valencia, bu seozn cidd ibr yeniden yapılanmaya gitti ve en önemli iki oyuncusu Villa ve Silva'yı iyi bonservis bedelleriyle Barcelona ve Manchester City'e sattı. Aslında bu hamlenin bir sezon gecikmiş bir adım olduğu da düşünülebilir fakat anlaşılan Valencia yönetimi Dünya Kupası rüzgarından da biraz faydalanmak istedi. Zaten bir sezon daha ellerinde tutmaları pek olası görünmüyordu (Valencia sokaklarında Kayserispor'un zamanında G.Ünal ve M.Topuz için "satmıyoruz" sloganıyla bezediği bilboardlardan olduğunu düşünsenize). Bu tip yeni yapılanmalar iyi yönetilemezse takımları felakete sürüklüyebilir ancak Emery gibi ne yaptığını bilen ve doğru bildiği konularda kararlı olan bir hocanız varsa bu süreci olumlu bir aşamaya çevirmek mümkün olabiliyor. Nitekim yapılan transferler başta orta sahadaki M. Topal ve tino Costa olmak üzere takıma çok iyi oturdu. Silva ve Villa'nın gölgesinde kalan Hernandez ve Dominguez gibi isimler kendilerini bir üst seviyeye çıkarmayı başardılar ve böylece Valencia lige ve ŞL'ne görkemli bir giriş yapmayı başardı. Şu ana kadar tek mağlubiyetlerini Man Utd karşısında almış olmaları Real ve Barcelona önünde ne kadar direnebileceklerini şüpheli hale getiriyor ama Valencia'nın şampiyonluk geleneğine sahip köklü bir takım olduğunu ve kadrosunda her türlü stresi taşıyacak tecrübede oyuncular bulunduğunu hatırltmam gerek.

Benzer şeyleri Villarreal için de söylemek mümkün, onlarda kadro istikrarı konusunda bu kadar radikal bir sapma yaşanmadı ancak bu sezon kendilerine dha çok güvenen, oturmuş bir takım görüntüsü çiziyorlar. Bu sezon yukarısı için en büyük adayım Atletico Madrid ise iyi başladığı sezonda yeniden istikrarıını kaybetmiş görünüyor. Mükemmle bir kadro ancak bu kadronun taşınması için ortada oynayan ikilinin her maç mükemmle oynaması gerekiyor, haliyle bu oyuncuların form düşüklüğü yaşadığında takım kırıgan bir havaya bürünüyor.

Sevilla da bence gerekli yapılnma hamlelerini zamanıonda yapamadığı için sıkıntı çekmeye devam ediyor. Şampiyonlar Ligi'nde hem de Braga gibi şu ana kadar herkesten bir dolu gol yiyen bir takıma elnmelerinin şokuyla lige de iyi giremediler ancak kaçınılmaz olan antrenör değişikliği olumlu yansıdı. Atletico Madrid maçındaki Sevilla'yı çok beğendiğimi söyleyebilirim.

Barcelona'nın bu sezon herkesi ezip geçmiyor olması ve bazı mçalarda zorlnaması takımın krizde olduğunu veya doyum noktasına eriştiğini göstermiyor. Özellikle motivasyon eksikliği argümanına, hele geçen sezeon onları ŞL'den eleyen Mourinho'nun yanı başlarına geldiği bir sezon için asla geçerli olamaz. Bence Bayern Münih'in geçridiği dünya Kupası'nın mental yorgunluğu sendromunun daha hafif versiyonun yaşıyorlar. Oynayabileceklerini çok iyi bildiğimiz o üst düzey futbolu karşılayabilecek bir alternatif hala yok.

Real'de Mourinho doğru formülü bulma yolunda olumlu adımlar atıyor. Geriyi sağlama alıp santrfor Higuain'in arkasındaki 3'lünün yaratıcılığıyla sonuca gitme planı gol sıkıntısı yüzünden işlemiyor gibi görünse de bu sıkıntıyı Deportivo maçında aştılar. Bundan sonra Mesut, Khedira ve Di Maria'nın henüz bu aşamada yakaladıkları  uyumu da düşününce, daha hılzı biçimde gelişeceklerinden kuşkum yok.


Share |